Lale Devri ile III. Selim Dönemi Arasındaki (1718-1789) Tarihten ve Musıkimizden Kesitler… Salih Zeki Çavdaroğlu
Toplam Okunma: 18285 | En Son Okunma: 19.11.2024 - 13:37
III. Osman kitap kurdu, iyi bir hattat olmasına rağmen, musikiye pek rağbet etmeyen bir padişah idi. …O’nun döneminde (1754-1757)Saray’ da bulunan müzisyenlerin tümü Saray’ dan çıkarılmış ve dağıtılmış, Saray içoğlanlarının musiki öğrendiği Enderûn Meşkhânesi de süresiz olarak tatil edilmiştir…” (16)
Lale Devri ile III. Selim Dönemi Arasındaki (1718-1789) Tarihten ve Musıkimizden Kesitler …
“…Osmanlılar, 17. asrın sonunda durakladılar ve kendi güçlerinden şüphe etmeye başladılar. Avrupa ile kurulan ilişkilerin tersine dönmeye başladığı dönemlerde, başta askerlik olmak üzere birçok sahada zaaflar hissedildi (veya fark edildi). Öncelikle bu sahalarda Avrupa`nın teknolojisi ve yönetim bilgilerine ihtiyaç duyuldu…” (1)
Bu dönemden yarım asır kadar önce Çar Deli Petro öncülüğünde Rusya’da da bir takım modernleşme faaliyetleri başlatılır ve büyük ölçüde değişimler yaşanır. Ancak :
“…Rusya’nın çabası Avrupa’da kendine yer açmak içindi; Osmanlı’nınki Avrupa’daki yerini korumak için. Ancak, 18.yüzyıl başındaki, ’ilk’batılılaşma çabası diyebileceğimiz girişimin zamanı ve niteliği ilginçtir. Zaman, Karlofça ve Pasarofça’nın imzalanmasından sonradır. Yani, bir Avrupa gücü olma imkânının ortadan kalktığının sert bir şokla ortadan anlaşılmasından sonra. Avrupa gücü olmak bir yana, bu kıtada ayak basmaya devam etmek de, bundan böyle, son derece zordur. Öte yandan Lâle devri ‘Batılılaşması’ Osmanlı için ‘restorasyon’dan ‘reform’a doğru bir tercih kıvılcımı sayılabilir. Ama bir kıvılcımdan pek fazla ileriye geçmemiştir…” (2)
Padişah, Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1860-1730) ile birlikte İstanbul’ da daha sonra “Lâle Devri” olarak alınacak bir huzur ortamı hazırlarlar. Bu öyle bir devirdir ki; o zamana kadar Osmanlı Devleti yeni kazandığı topraklardaki halkın kültür ve medeniyetinden kısmen etkilenmişse de, genellikle sosyal hayatı kendi ana yatağı içinde akıp gidiyordu. Ne zamanki Lâle Devri’ ne ulaşılır; bu değerlerde gözle görülür bir çöküş başlar. Türk siyaset literatüründe Lâle Devri’ nin başlamasından Fransız ihtilâli veya III.Sultan Selim’ in saltanat yıllarının başlangıcı olan zamana kadar yani 1718-1789 tarihleri arasındaki zaman; SERBEST KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ DÖNEMİ olarak kabul edilmiştir. (3)
“…Lâle devri denilen dönemden itibaren Osmanlı’ nın sosyal hayatında, aile yapısında, muaşeret ve ahlâk anlayışında ve günlük yaşantısında yavaş yavaş; fakat XIX. yüzyıla doğru artan bir dozda, Batı karşısında, Batı lehinde bir edilgenlik gözlemlenmeye başlanır…”(4)
Lâle Devri’ nde batı hayranlığının en belirgin örneklerinin hem bina hem de çevre mimarîsinde olduğunu biliyoruz. Özellikle Fransa’ da güncel olan “Rokoko” tarzı mimârî İstanbul’ da da bayağı tutulur.
Lâle Devri mimarisi içinde; “…Nuruosmaniye, Barok üslûbuyla, klâsik anlayıştan büyük ölçüde kopuşu ifade etmektedir.”
“…Osmanlı tarihinde ilk defa olarak dindışı mimârî, dinî mîmârînin önüne bu devirde geçmiştir…
…Soyut formlarından uzaklaşılmaya, duvarlara ve tavanlara perspektifli resimler belirmeye başlar…” (5)
Ayrıca “…iç döşemede de yavaş yavaş sedirin yerini koltukların aldığını, masa ,sandalye, konsol gibi aksesuvarların hayatımıza girmeye başladığı…” nı öğreniyoruz.
Divan edebiyatı’ nda Şair Nedim (1681-1730), minyatür’ de Levnî (ö.1732) önemli isimlerdir. Ayrıca Doğu-Batı Edebiyatı’ ndan seçme eserlerin tercümelerine de ağırlık verilir.
“…18.yüzyıl Türkiye’ si, Batı Avrupa’ ya TURQUERİE denilen modayı daha doğrusu yaşam üslûbunu hediye etmiş; Avrupa baroku da mîmâriyle ,bahçeleriyle, porseleniyle Osmanlı’ nın büyük şehirlerine girmiştir…
…Osmanlı’ nın başkentinde trigonometri, balistik öğreten Mühendishâneler, giderek askerî cerrah ve veteriner yetiştiren okullar açılmaktaydı…
…Geleneksel sanatlarımız ve bilhassa resim, sadece Avrupa’ dan değil, İran’ dan esen rüzgârlardan da esinleniyor…
….Mevlevî tekkelerinin, Rufâilerin çok geniş bir kitleye musiki ve tezhib öğrettiği ,Mesnevî okuttuğu anlaşılıyor…” (6)
Bütün bunlar olurken ister istemez musıkimizde de bir takım gözden kaçmayacak yeniliklere şahit oluyoruz. XVII.Yüzyıl’ ın sonlarında sistemini gerçekleştiren Türk Musıki Itrî ile adeta icazetini alır. XVIII. yüzyıla da aynı çizgide yürüyen musıkimiz, bu asırda İmparatorluğun girdiği askerî, sosyal ve siyasî krizlerden hemen hemen hiç etkilenmez
Lâle Devri döneminde Şeyh’ülislâm Es’ad Efendi(1685-1751), Osmanlı döneminin ilk bestekârlar Antolojisi sayılabilecek ATRÂB’ UL ÂSÂR’ı yazar.
“…Prens Demetrius Cantemir ’ le aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış olan Şeyhülislâm Esat Efendi (1685-1753) 1725 ile 1730 yılları arasındaki ATRÂB-ÜL ASÂR FÎ TEZKİRE-Tİ UREFÂ-YIĞ EDVÂR adlı eserini yazıp Damat İbrahim Paşa’ ya ithaf etmiştir. Bu eserinde Şeyhülislâm Esat Efendi de saz icrâcılığının ve sâzendelerin dönemin müzik dünyasındaki göreli konumu hakkında bazı önemli ipuçları verir. Bu biyografik eserde 17. yüzyılda ve 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış yüze yakın besteci ve icrâcının kısa özgeçmişleri ve eserlerinden güfte örnekleri verilmektedir. Atrâb-ül Asâr Osmanlı döneminin bilinen tek özgün musıkîşinâs tezkiresi olduğu için Klâsik Türk Musıkîsi’ nin tarihi açısından son derece önemli bir kaynaktır…” (7)
1719 senesinde Paris elçisi olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi (ö.1732), Fransa’ da seyrettiği operalardan raporlarıyla Padişah’ ı haberdar eder.
1720 yılında Padişah III.Ahmed Lehistan’ a hediye olarak bir “Mehter Takımı”gönderir.
XVIII. yüzyılda Kâr’lar yerlerini Türkçe güfteli ve daha kısa “terennüm”lü Beste, Ağır, Sengin ve Yürük semâî’lere bırakır.
“…Lâle Devri, Geleneksel Türk Sanat Müziği’ nin gelişmesinde ayrı ve önemli bir yer tutar. Bu dönemde müzikte (de) şen, şakrak, akıcı, ince ve yer yer alaycı bir üslûb egemen olmuş; sivil-dünyasal müzik türleri daha çok ön plâna geçmiş; fasıl müziğinin belli türlerine, özellikle
TANBURÎ MUSTAFA ÇAVUŞ (1700-1770) VE DİĞERLERİ
Klâsik musıkimiz’in sözlü eserler formundan bir dal olan “şarkı” o zamana kadar hep kâr, beste, ağır ve yürük semâi formlarının gölgesinde kalmış idi. Şarkı her ne kadar başat form niteliğini daha sonraki yıllarda Hacı Arif Bey’ le kazanacaksa da, Lâle Devri’nde şiirde Nedim’ in musıkîdeki izdüşümü olan “…Erken gelmiş bir Pop-Müzikçinin :Tanburî Mustafa Çavuş’un, İstanbullu zerâfetiyle Halk Musıkîsi’ ni ustaca meczederek ortaya koyduğu sentez …” (10) le adeta geleneksel musıkîmizi halkla buluşturmuştur. Bir anlamda divan şiirinde Nedim ne ise, Mustafa Çavuş da musıkide odur.
Türkiye topraklarında geleneksel musıkinin popülerleşmesinde öncü adımların her ne kadar şarkı formunun geliştirilmesi olarak görülse de :
“….18. yüzyılda klâsik formuna ulaşan Türk musıkısinin popülerliği o dönem için açıkça ortadadır. Mevlid’in ve Bayram Tekbîr’i (Saltanatlı Tehbîr) nin bestelenişi, yani toplumun büyük ekseriyeti tarafından genel kabul görmüş sözlerin müzik ile icrası bunun bir göstergesidir. Yine klâsik Türk Musıkîsi’nden neşet eden ve klâsik üslûbun ağır anlatımından sıyrılarak, halkın daha kolay anlayabileceği eserler olan şarkı formu, o dönem için popüler müziğin ilk örneği sayılabilir. Ancak, Hacı Arif Bey (1831-1885)’in mucidi olduğu bu müzik için günümüzde ‘popüler’den ziyade ‘klâsik’tabiri uygun bir tanımlamadır. Dolayısıyla popüler olanın zaman içinde -toplumda genel kabul görmesine bağlı olarak- klâsik bir özellik kazandığını söylemek mümkündür…” (11)
Mustafa Çavuş bestekârlığı yanında aynı zamanda iyi bir şairdir ve bütün şarkılarının güfteleri kendisinindir. O zamana kadar musıkimizde hüküm süren ağır başlı, vakur, hüzünlü ve melânkolik çağrışımlar yerine, Mustafa Çavuş’ un şarkıları;
“…son derece zarif, şûh, samimî, biraz içli, nüktedan ve akıcıdır. Büyüleyici çok güzel nağmelerle örülü şarkıları, en klâsik muhitlerden, en mütevâzî halk tabakalarına kadar her muhitte büyük rağbet görmüş ve çok sevilmiştir. 35 şarkısının ara nağmesini Dr.Subhi Ezgi ,
Eserlerinin bütününe baktığımızda; çok değişik makamlar kullanmakla birlikte ağırlıklı olarak Uşşâk, Beyâtî, Hüzzâm’ ı ,usûl kalıpları olarak da Yürük aksak ve düyek’i tercih etmiştir. Aradan 300 yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen Hisar-Bûselik/ “Dök zülfünü meydâne gel”,Beyatî/”Çıkalım sayd-ı şikâre”,”Sebep ne bakmıyor yüzüme”Isfahan/”Fesleğen ektim;gül bitti”,Sabâ/”Bir esmere gönül verdim”,Şehnâz/”Fırsat bulsam,yâre varsam”Şehnazbûselik/”Küçüksu’ da gördüm seni”,Uşşâk/”Gitti de gelmeyiverdi” başta olmak üzere diğer bütün eserleri de tazeliğini koruyarak ve zevkle dinlenilmektedir.
“…Gerçekte XVII. yüzyıl ortalarından XVIII. yüzyıl sonlarına kadar geçen 1,5 yüzyıl, sadece MUSTAFA ÇAVUŞ’ uyla değil; KUTBÛNNÂYİ OSMAN DEDE, muhteşem klâsikler ZAHARYA, TAB’İ, EBÛBEKİR AĞA, SİNEKEMÂNÎ/ (Rıza Efendi’ den <178-1852> önce kemânî olarak bilinen AHMED ÇELEBİ (Kantemir’ in hocası ve 1799’ da ilk sîne kemanını Saray’ a aldırtan sanatkâr) İSMAİL EFENDİ, CAFER AĞA, CORCİ, HIZIR AĞA, MİRON, İZAK, TODORİ, HAMPARTSUM, İBRAHİM AĞA, ALİ AĞA gibi sanatkârların hepsi “sînekemânî”dır…” (13)
Lâle Devri’ nde Tanburî Mustafa Çavuş dışında, Tab’ i Mustafa Efendi (ö.1770) muhakkak ki klâsik musıkide devrinin en büyük bestekârıdır. Her ne kadar Lâle Devri bestekârı olarak bilinirse de esas şöhretini I. Mahmud devrinde saray müzisyeni olarak sağlamıştır. Bir kâr, “Gül yüzlülerin şevkine gel nuş edelim mey”sözleriyle başlayan Beyatî Yürük Semai başta olmak üzere,Kâr,Beste,Ağır Semai ve saz eseri olarak günümüze 34 bestesi gelmiştir.
Enfî Hasan Ağa (1607-1662)Ebûbekir Ağa(ö.1759), Kara İsmail Ağa(ö.1724) , Dilhayat Kalfa(1710-1780), Kutb-ı Nâyi Osman Dede (1652-1730) gibi diğer büyük bestekârlar da gerek klâsik çizgide, gerekse dönemin getirdiği değişim doğrultusunda eserler vermişlerdir. Bunlardan Ebûbekir Ağa’nın Segâh/”Etti o güzel ahde vefâ”, Hüseynî-Nakış Yürük semâî/”Ben gibi sana âşık-ı üftâde bulunmaz”isimli eserleri örnek olarak gösterilebilir . Kutb-ı Nâyî Osman Dede ‘nin“Miraciye”si Türk tasavvuf musıkîsinin emsalsiz bir şâheseridir.1730’ da Patrona Halil isyanı ile son bulacak olan Lâle Devri, o tarihten sonraki Batılılaşma ve değişim hareketlerine uygun bir zemin hazırlayacaktı.
“…Gerçi bu isyan ‘Lâle Devri’dediğimiz dönemde girişilen politikayı değiştimez; III. Ahmed’i değiştirir, ama onun yerine geçen I.Mahmut, isyanı çıkaranları yok ettikten sonra, kalınan yerden devam eder. Ama kalınan yer de, devamı da, Petro’nun girişiminin yanında son derece cılızdır…” (14)
Ancak o dönemi bütünüyle değerlendirdiğimizde durumun pek de iç açıcı olmadığı görülecektir. 1751’ de CHARLES FONTON(1725?- ) Osmanlı Mûsıkısi’ ne dair ilk yabancı eser olan “Essai”yi yayımlar. 1746’da İstanbul’a gelir ve 7 yıl burada kalır.
Dr. Cem Behar,Charles Fonton’un, Paris’teki Bibliotheque Nationale’de bulunan, elyazması kitabını, 1987’de “18.Yüzyıl’da Türk Müziği” ismiyle ve kapsamlı sunuş yazısıyla Türkçe’ye kazandırır. Pan Yayıncılık’ın aynı yıl yayınladığı bu kitabın kapsamında:
“…Onyedinci ve onsekizinci yüzyılların İstanbul’unda musiki hayatı hakkında pek az şey biliyoruz. Bu konudaki en önemli kaynaklar, kuşkusuz, Avrupa seyyah ve müsteşriklerin yazdıklarıdır. Ancak, bunlardan birçoğu Türk Musikisi dinlememiş, kulaktan dolma bazı üstünkörü bilgileri kendi önyargılarının süzgecinden geçirerek yayınlamakla yetinmiştir. 1751 yılında yazdığı bu “Deneme”de Fonton, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde musikinin öğrenimi ve icrasıyla ilgili pratik ve somut bilgiler vermenin yanısıra, usuller, perdelerden sözetmekte ve 18. yüzyılda Klasik Türk Musikisi’nde en çok kullanılan sazları (ney, tanbur, miskal, rebap) ayrıntılı bir biçimde tanıtmaktadır. Ayrıca altı tane musiki eserinin notası “ (15) bulunur.
I.Mahmud.dan sonra Tahta çıkan III.Osman kitap kurdu bir padişahtır. Ancak silik bir kişiliktir. Onun devrinde (1754-1757)İslâm dini dışındaki ahali, Müslümanlardan ayrılmaları için farklı kıyafetler giymeye zorlanmışlardır.
İyi bir hattat olmasına rağmen, musiki ‘ ye pek rağbet etmeyen bir padişahtır.”…ÜçüncüOsman döneminde Saray’ da bulunan müzisyenlerin tümü Saray’ dan çıkarılmış ve dağıtılmış, Saray içoğlanlarının musiki öğrendiği Enderûn Meşkhânesi de süresiz olarak tatil edilmiştir…” (16)
(1757-1774)arasına saltanat süren III. Mustafa, İmar hareketlerine büyük önem vermiştir. Ordu’ nun ıslahı için Fransa’ dan Baron de Tott isimli bir uzman getirilir. Topçu sınıfını modernleştirir. Günümüzdeki Teknik Üniversite’ nin temelini Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn’ u, Deniz Harbokulu’ nun temelini de Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyûn’ u kurarak atar.
I.Abdülhamid (1774-1789) tarihleri arasında 25 yıl sürecek bir zaman içerisinde ağırlıklı olarak Osmanlı sınırları içerisindeki çeşitli etnik gruplar arasında baş gösteren milliyetçilik ve Hristiyanî Ortodoks, Katolik mezhepleri arasındaki yapay nifak hareketleri ile uğraşır. Ordu’ nun modernleştirilmesine gayret eder. Sosyal ve kültürel konularda bir takım reform hareketlerine başvurur. Tersâne’ de bir istihkâm okulu açar.
I.Abdülhamid, bir anlamda III. Selim’le atılacak modernleşme adımları ve II.Mahmud ile radikal kararların alınacağı dönemlerin yol haritasını çizen bir Padişah’tır. İlk yaptığı uygulama ordu’yu modernize etmek ister. Faaliyetlerini durdurmuş durumda bulunan Mühendishane’yi yeniden hizmete sokar. Donanma teşkilatı revize edilir. Yeniçeri askeri modern askerlik bilgileri çerçevesinde eğitime alınır. Sadrazam Halil Hamit Paşa’nın öncülüğünde sanayi ve ekonomik hamleler başlatılır.Kitap basımında olağanüstü bir hareketlilik gözlemlenir. Ancak ülke içindeki statükocu grupların karşı çıkmaları sonucu, Sadrazam görevden alınır, bu konuda ülkede bulunan yabancı uzmanlar ülkelerine gönderilirler.
Atılan bu adımlar aşağı yukarı 60 senelik bir zaman dilimi içinde rutin bir şekilde sürer gider. Bir anlamda bu süreçte devlet toplum hayatına hiçbir zaman doğrudan doğruya müdahil olmamıştır. Hatta; “…Lâle Devri’ nden II. Mahmud’ a kadar olan dönem ayrı mütalâa edilebilir. Belki o dönem devam etseydi, kesintisizbir süreç halinde, o zaman Japon kalkınmasına benzer bir kalkınmadan bahsedilebilirdi…” (17)
Diye düşünenler dahi vardır.
K A Y N A K L A R :
(1) “Mağlubiyet İdeolojisi”,Vakit Gazetesi,7 Ekim 2005
(2)Murat BELGE,”Batılılaşma:Türkiye ve Rusya”,Modernleşme ve Batıcılık,İletişim Yayınları,İstanbul/2002,C.3,s.46
(3) Beşir AYVAZOĞLU,”Geleneğin Direnişi”,Ötüken Neşriyat,İstanbul/1996,s.17 Ağustos/20 02,s.148
(4) M.Fatih ANDI,”Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkarmıydık?”,İzlenim,Mayıs/1995,s.63
(5) Beşir AYVAZOĞLU “a.g.e”s,18
(6) Beşir AYVAZOĞLU, “a.g.e”, s,36
(7) İlber ORTAYLI,”Son İmparatorluk Osmanlı”,Timaş Yayınları, (3.baskı)İstanbul/2006,s.71
(8) Cem BEHAR,”Zaman,Mekân,Müzik”,Afa Yayıncılık,İstanbul/1993,s.91
(9) Ali UÇAN,”Geçmişten Günümüze,Günümüzden Geleceğe”Türk Müzik Kültürü,Müzik Ans.Yay.Ankara/2000,s.49
(10) Walter FELDMAN,”Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlık Bestecilerinin Müziği”,Akit Gazetesi,19 Eylül 2000
(11) Yalçın TURA,”Türk Musıkîsi’ nin Meseleleri”,Pan Yayıncılık,İstanbul/1988,s.25
(12) Yahya Kemal TAŞTAN,”Tegannî’den Irlamak’a Musıkînin Serencamı”,Köprü Dergisi,1999 Yaz sayısı,sayı:67
(13) Yılmaz ÖZTUNA,”Türk Musıkîsi Ansiklopedisi”,Millî Eğitim Basımevi,İstanbul/1974,C.II,s.46
(14) Cînuçen TANRIKORUR,”Osmanlı Musıkîsi”,Osmanlı Medeniyeti Tarihi,Zaman Gazetesi Yay.,İstanbul/1999,c.2,s.508
(15) Murat BELGE,”Batılılaşma:Türkiye ve Rusya”,Modernleşme ve Batıcılık,İletişim Yayınları,İstanbul/2002,C.3,s.44
(16) Cem BEHAR,”Zaman-Mekân-Müzik”,Afa Yayınları,İstanbul/1993,s.28
(17)Hüseyin HATEMÎ,”Devrimler Devlet Terörü ile Gerçekleşti”,Cumhuriyetin 70.Yılı-Aydınlar Konuşuyor,Yeni Asya Yayınları,İstanbul/1995,s.12