İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı 2008 Onur Ödülü Neyzen Niyazi Sayın’a…


Toplam Okunma: 3612 | En Son Okunma: 19.11.2024 - 13:40
Kategori: Konserler

İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı 2008 Onur Ödülü, 17 Aralık 2008 günü Mustafa Kemal Anfisi’nde düzenlenecek olan Şeb-i Arus Töreninin ardından Neyzenimiz Niyazi Sayın’a (d. İstanbul 1927)verilecek…  İTÜ TMDK Bilimsel ve Sanatsal Etkinlikleri Düzenleme Kurulu tarafından düzenlenen etkinliğin başlama saati 12.30 …

Program:
ŞEBİ- ARUS TÖRENİ
17 Aralık 2008
12.30
Mustafa Kemal Anfisi

HÜZZAM MEVLEVİ AYİNİ

Hamamizade İsmail Dede Efendi

1.Selam
Mahest ü nemî dânem hurşîd-i ruhat yâ ne
Bu ayrılık oduna canım nice bir yâ ne
Sevdâ-yı ruh-i leyle şüd hâsılı mahayli
Mecnun gibi vaveyli oldum deli divâne
Aşık oldum bilemedim, yâr özgelerle yâr imiş
Allah, Allah, âşıka bunca cefalar var imiş
Yâr yüreğim yâr, gör ki neler var
Yâr yüreğim, del ciğerim gör ki neler var
Meh ü hur gulâmet zi can geşt ü râmet
Dü âlem be-dâmet çi zîba nigarî
Nâzîr et nedîdem ne ez kes şenîdem
Dil û dîn-i burdî çi ayyâr-i yarî
Veledrâ çi bâşed şehâ kez zi rahmet
Zi silk-i gulâmân-i hîşet şumârî
Hüsn yeki, Hasen yeki, yâr yeki sühân yeki
Ruh yeki, beden yeki, yâr yeki, sühân yeki
Yâr-i dili hazin yeki, ta dem-i âteşin yeki
Milket-i âsk-u din yeki, yâr yeki, sühân yeki
Âşk-ı melâletem yeki, sakm ü selâmetem yeki
Meni melâmetem yeki, yâr yeki, sühan yeki

2. Selam
Ey hâlîk-i heft âsumân dermânde-em feryâdres
V’ey râzık-i pîr ü cevân dermânde-em feryâdres
Ey rahmet ü ber-nîk ü bed ihsân-i tu bîhad düad
Her lâhza gûyem eyâ had dermânde-em feryâdrDevlet et payende bâdâ ey süvâr
Rahim kun ber âşıkân ma’zur-idar
Çün taleb kerd-i becid âmed nazar
Cid hata ne kuned çun in âmed haber

3.Selam
Devlet et payende bâdâ ey süvâr
Rahim kun ber âşıkân ma’zur-idar

Çün taleb kerd-i becid âmed nazar
Cid hata ne kuned çun in âmed haber
Bülbül-i âşk ez seher âgâzî kerd
Piş-i gülistan semer âgâzî kerd

Ez pesi her perde vü nağme ki guft
Nağme-iİ Hub-u diğer âgâzî kerd
4. Selam
Sultân-ı meî sultân-ı menî
Ender dil ü can îmân-ı menî

Der men bidemi men zinde şevem
Yek can çi şeved sad cân-ı menî
_________________________________________

Niyazi Sayın…
Mütevazı bir karakolda polis memuru olarak görev yapan Ömer Hulusi Bey, 1927 yılının 12 şubatında doğan oğluna, amcasının oğlu olan “Kahraman—ı Hürriyet” Resneli Niyazi Bey’in adını vermiştir. Aile Rumelilidir; baba Resneli, anne Necmiye Hanım’sa Manastır’dan. Ancak Doğancılar’da ahşap bir Türk evinde doğan Niyazi Sayın, katıksız bir Üsküdarlı olarak yetişecektir.

Üsküdar henüz güneşin batarken camlarında ihtişamlı saraylar yarattığı, pek uzun sürmeyen bu saltanatın ardından kendi iç aydınlığına dönen fakir “serviler şehri” ve insanlarda hayırhahlık, sabır, tevekkül olarak tezahür eden bir “mağfiret” iklimidir. Çocukluğunu ve ilk gençliğini bu iklimde ve İkinci Dünya Harbi’nin 1940′larda daha da koyulaştırdığı yoksulluk ortamında yaşayan Niyazi Sayın’ın kulakları evdeki gramofonun borusundan yayılan hüzünlü tanbur ve kemençe nağmeleriyle beslenmektedir. Yakından tanıdığı Tanburî Cemil Bey’in iflah olmaz bir hayranı olan Ömer Hulusi Bey, İkinci Meşrutiyet’i bir şenlik düzenleyerek kutlamak isteyen amca oğlunun, yani Kahraman—ı Hürriyet Niyazi Bey’in arzusu üzerine onu alıp Resne’ye götürmüş ve konserler vermesini sağlamıştır.

Niyazi Bey, evlerinin havasına Cemil Bey sevgisi sindiği için musikiye merakının çok erken başladığını, bazı günler borulu gramafonun başında toplandıklarını, kardeşlerinden birinin plağı gramofona yerleştirmekle, diğerinin zemberek kolunu kurmakla görevli olduğunu, kendisine de iğneyi takmak gibi çok zevk aldığı bir işin kaldığını, borudan çıkıp bütün evi saran tanbur ve kemençe nağmelerini dinlerken babasının gözyaşlarını tutamadığını anlatıyor. Bu gözyaşlarının sebebini yıllar sonra anlayabildiğini söyleyen Niyazi Bey, bazı yönlerden çok benzediği bu sanatkârın plaklarının eksiksiz bir koleksiyonuna sahip olmak için yıllarını verecek, daha da önemlisi, ney icrasında, onun tanburda yaptığı yeniliğin bir benzerini gerçekleştirecektir.

Niyazi Bey’in evde Tanburî Cemil Bey’i dinleyerek edindiği müzik zevki, Haydar Paşa Lisesi’nde okuduğu yıllarda hafif müziğe doğru kayar. İyi ağız armonikası çalmaktadır. Esasen başarılı olduğu üç dersten biri müziktir; diğerleri ise edebiyat ve spor. Sporun bazı branşlarında hatırı sayılır başarılar bile kazanmıştır. Koşma, barfiks, yüzme, masa tenisi ve futbol, bilhassa futbol. Lefter’in Fenerbahçe’ye geldiği yıl, devrin en önemli antrenörü Molnar tarafından genç takım için yapılan seçmeler sırasında, attığı üç golle seçilen ilk eleman olmuş ve bir süre Fenerbahçe Gençler Takımı’nda oynamıştır. Ne var ki müzik ve spor tutkusu genç Niyazi’nin diğer dersleri ihmal etmesine sebep olacaktır; bununla beraber başarısızlığının arkasında babasının vefatı, savaş yıllarının sıkıntıları ve ev geçindirme mecburiyeti de vardır. Başarısızlık, naklini yaptırdığı Beyoğlu Lisesi’nde de devam eder. Müzik ve sporla keyfince uğraşamamak ve para kazanma yollarını aramak, genç Niyazi’yi sınıfın pencerelerinden dışarı bakıp bakıp ağlatacak kadar bunaltmıştır. Sonuç: İki dersten belge aldığı için liseyi bitiremez.

Plastik sanatlara da büyük ilgisi ve kabiliyeti bulunan Niyazi Bey’in çocukluğunda en büyük zevklerinden biri, mahalleden bazı arkadaşlarıyla birlikte resim ve ağaçları oyarak küçük heykeller yapmaktır. Bunun için Güzel Sanatlar Akademisi’ni çok ister, ama bu artık mümkün değildir. Liseyi bitirememiş olmak, Güzel Sanatlar hayalinin de sonu anlamına gelmektedir. Şimdi büyük bir arayış içindedir; 1947 yılında, bir gün mahalle camiinin minaresinde bir ikindi vakti okunan ezanla sarsılır. Her kimse, o kadar güzel okumaktadır ki, büyük bir meraka kapılarak camiin kapısına kadar gider, namaz bittikten sonra dışarı çıkanlar arasında mahallenin büyüklerinden Mustafa Düzgünman’ı görür ve ezanı kimin okuduğunu sorar.

Her insanın hayatında böyle şaşırtıcı tesadüfler vardır: Düzgünman, ezanı kendisinin okuduğunu söyledikten sonra, “Bizim evde dinî eser meşk ediyoruz, eğer istersen sen de gel!” deyiverir. Bu davet, Niyazi Sayın için yepyeni bir âleme, musiki âlemine açılan kapı olacaktır. Geniş bir makam bilgisine ve “kontraltoya yaklaşan lâtif bir tenor sesine sahip” olan Mustafa Düzgünman, nota bilmese de, besteleri usul tutarak mükemmelen icra edebilen müstesna bir şahsiyettir ve en büyük zevklerinden biri, evinde ilâhi meşk ettiği grupla Ramazan aylarında müezzinlik yapmaktır. Çocukluğunda Tanburî Cemil Bey’i dinleyerek geliştirdiği musiki zevki ve terbiye ettiği kulakları sayesinde hiç acemilik çekmeyen Niyazi Sayın, kısa sürede bu grubun en başarılı ve çalışkan üyelerinden biri olur. Daha da önemlisi, dinî ve tasavvufî eserleri geçerken bu eserlerde ifadesini bulan duyuş ve düşünüş tarzı ilgisini çekmeye başlamış, güftelerin anlamını çözmeye çalışırken kendini tasavvufun içinde buluvermiştir.

Niyazi Sayın, bir süre sonra Mustafa Düzgünman’ın Hakimiyet—i Milliye Caddesi’ndeki meşhur attar dükkânında çalışmaya başlar. Böylece üstâdıyla daha fazla birlikte bulunup kendisinden daha fazla istifade etme imkânı kazanır. Sadece Düzgünman’dan değil, dükkânın her biri başlıbaşına bir derya olan ve tatlı sohbetlere dalan müdavimlerinden de başka türlü asla öğrenilemeyecek bilgiler edinmektedir. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı (1996) adlı zarif kitabında uzun uzun anlattığı bu dükkân, Üsküdar için attar dükkânı olmanın ötesinde bir anlam taşır; burası eski zevkin, estetiğin, terbiyenin, yani Osmanlı irfanının sığındığı, nefes alıp verdiği ve Osmanlı kalıntısı “sırlı” şahsiyetlerin devam ettiği bulunmaz bir mekândır.

Attarlığın yanısıra, Eşref Efendi’den devraldığı Aziz Mahmud Hüdâî türbedarlığını da büyük bir şevk ve heyecanla yürüten Mustafa Düzgünman, yalnızca kudretli bir musikişinas değil, aynı zamanda dayısı Hezarfen Necmeddin Okyay’dan öğrendiği ebru sanatının en büyük temsilcisidir; ayrıca çok iyi fotoğraf çeker, klasik cilt yapar ve zengin bir tesbih koleksiyonu vardır. Bütün bu meraklarını kısa zamanda genç çırağına da aşılayacak, böylece Niyazi Sayın, bitiremediği lisenin yerine, hayatın, birçok sanatın, tarihin ve tasavvufun öğretildiği çok farklı bir mektepte herkese nasip olmayan bir eğitimden geçecektir. Esasen buna rûhen hazırdır. Aynı günlerde ve aynı muhitte devam ettiği ikinci mektepse, ebruda asıl hocası olan Hezarfen Necmeddin Efendi’nin Toygartepesi’ndeki evidir; bu evde özellikle pazar sabahları ömrünce unutamayacağı saatler geçirmiş ve güzel insanlar tanımıştır. Ney’e de o günlerde birdenbire merak sarar. Önüne geçilemez bir meraktır bu; hemen bir ney sahibi olmak ister ve Üsküdar Musiki Cemiyeti neyzenlerinden Emin Akgöze’ye kendisine yardımcı olması için ricada bulunur. Birlikte Beyazıt’a, Çadırcılar’da Osman Dede’ye gider ve on lira vererek süpürde nısfiye cinsinden bir ney satın alırlar.

Niyazi Bey, o günün tarihini, hayatının en önemli günlerinden biri olduğu için hiç unutmamıştır. 4 Mart 1948
Bir ney sahibi olduktan sonra ilk dersini Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Dede’nin oğlu Neyzen Gavsi Baykara’dan 31 Aralık 1948 tarihinde alan ve neyden iki gün hiç ses çıkaramayan Niyazi Sayın, bazı meseleler yüzünden ilk hocasıyla fazla devam edememiştir.

Bir gün oturup çok iyi bir neyzen olarak bildiği Burhanettin Ökte’ye bir mektup yazarak kendisinden ney meşketmek istediğini, ancak maddî imkânlarının son derece kıt olduğunu anlatır. Tam o günlerde Toygartepesi’ndeki evine gidip geldiği Hezarfen Necmeddin Okyay, Niyazi Bey’in ney merakını öğrenir ve Güzel Sanatlar Akademisi’nden tanıdığı, Devlet Resim ve Heykel Müzesi Müdürü Halil Dikmen’e götürür. Tuhaf bir tesadüfle o gün Burhanettin Ökte’den de olumlu cevap alan Niyazi Sayın, “Emin Dede’nin talebesi ve Türkiye’nin en büyük neyzeni” olduğunu öğrendiği Halil Dikmen’i tercih eder. Bu tercihte, hiç şüphesiz, Dikmen’in ressamlığı da etkili olmuştur. Bir zamanlar çok istediği Güzel Sanatlar Akademisi’ne gidememiştir, ama işte şimdi bu akademinin en önemli hocalarından birinin talebesidir.

Niyazi Sayın, söğüt dalı gibi ince uzun boylu, beyaz ve kolalı gömleğinin temizliği hemen dikkati çeken ve içtiği üçüncü sınıf Birinci sigarasına bakılırsa, Dolmabahçe Sarayı Veliahd Dairesi’nin ihtişamıyla ilk bakışta tezat teşkil eden bu derviş tabiatlı, mütevazı ressam—neyzeni görür görmez etkilenir. Tarih 21 Ocak 1949. İlk ders hemen o gün yapılır. Artık her perşembe günü öğleden sonra Veliahd Dairesi’ne gidecektir. Böylece zorlu bir meşk dönemi başlar; genç ney heveslisi, kalkıştığı işin hiç de kolay olmadığını çabuk anlamıştır. Çok çalıştığından emin olarak gittiği derslerde, Müze’nin bahçe girişindeki çeşmede neyini sulamayı da ihmal etmediği halde istediği sesi çıkaramadığı için kahrolmaktadır. Niyazi Sayın, “Hocam neyden öyle bir ses çıkarırdı ki, bunu duyup da cesaretinizin kırılmaması mümkün değildi!” diyor. Daha da kötüsü, Halil Dikmen, muhtemelen talebesinin erken kifayet duygusuna kapılmasını önlemek için bir gün bile “Aferin, iyi üflüyorsun!” iltifatında bulunmamış, ama her seferinde “Devam, demiştir, devam!”

Halil Dikmen’e resim dersleri almak için giden Turgut Cansever, nasıl ney meşkine de başlarsa, ney için giden Niyazi Sayın da kendini bir süre sonra resim dünyasının içinde bulur. Önce birlikte Holbein’in resimleri üzerine çalışırlar. Ardından hocasının tavsiye ettiği bazı ünlü tabloları taklit ederek tekniğini ilerleten Niyazi Sayın’ın fırçasından çıkma bir Modingliani hâlâ evinde duvarı süslüyor. Salonun duvarına asılı duran, ilk anda orijinal olduğunu zannettiğim Çallı da (Mevleviler) meğerse Niyazi Bey’in fırçasından çıkmış. Halil Dikmen, bu resimler için de olumlu veya olumsuz fikir beyan etmez, “Devam!” dermiş. Halbuki işi bilenler, mesela Modingliani kopyasının birinci sınıf olduğunu söylemişler.

Doğduğu semtten hiç ayrılmayan Niyazi Bey’in Doğancılar’daki evine adımınızı atar atmaz kendinizi başka bir zamanda ve zeminde hissediyorsunuz. Çoğu sanat eseri niteliği taşıyan eski eşya ile tıkabasa dolu bir eve, yaşadığı zamandan hiç memnun olmayan ve bir tarih kaçağı gibi yaşayan bir sanatkârın evine girdiğinizi hissediyorsunuz. Tablolar, büyük hattatların levhaları ve fotoğraflarla bezenmiş duvarlarda boş yer yok. Sadece salon değil, evin tamamı tek başına yaşayan bir adamdan asla beklenemeyecek kadar düzenli, özel bir müze gibi. Mesela holde duvara asılmış bir pencere kafesi artığını merak edebilirsiniz; kendisine sorarsanız “Tanburî Cemil Bey’in evinden!” cevabını alacaksınız.

1950′lerde Cemil Bey’in evinin önünden tesadüfen geçerken birileri tarafından yıkılmakta olduğunu görünce, tanburu ve kemençesiyle bütün çocukluğunu kuşatan bu büyük sanatkârın yaşadığı mekânın büsbütün yok olmasına gönlü razı olmadığı için kapısını, kapı tokmaklarını, pencere kafesini vb. satın alıp kurtaran Niyazi Bey, kapıyı dostu Tanburî Necdet Yaşar’a hediye etmiş, pencere kafesi ve kapı tokmaklarını da kendisi için alıkoymuş. Bir an, Cemil Bey’in bu tokmaklara dokunduğunu ve mutsuz eşi Saide Hanım’ın bir zamanlar bu kafesin arkasından sokağı seyrettiğini düşünerek ürperiyorsunuz. Salonda sizi hemen karşıdaki duvarda asılı duran büyük tabloda, ney üfleyen sikkeli, şişman bir Mevlevi dervişi karşılıyor; Aziz Dede’nin meşhur fotoğrafından talebesinin talebesi Halil Dikmen tarafından yapılmış yağlıboya bir tablo.

Niyazi Sayın, sık sık yeryüzüne bir daha Halil Dikmen gibi bir hocanın gelebileceğine inanmadığını söyler. Bu büyük hocaya talebeliği on beş yıl sürmüşse de, bir yılda en çetin saz eserlerini bile çalacak seviyeye gelen Niyazi Bey, Kasımpaşa’daki askerliği sırasında geceleri Belediye Konservatuvarı’na devam ederek bir yılda üç sınıf geçmek suretiyle mezun olmuş, 1950′den sonra da Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin icra heyetinde yer almıştır. Cemiyet, zamanla radyoda konser verme imkânı bulur. Ve Niyazi Sayın, ilk neşriyatını Süleyman Erguner, Hurşit Ungay ve Kemal Batanay’la birlikte 12 Mayıs 1953′te gerçekleştirir. Bu konserlerden birinde yaptığı Şevkefza taksime hayran olan Haluk Recai, “Yahu bir çocuk var, çok iyi ney üflüyor!” deyince, İstanbul Radyosu yöneticileri oturup kayıtları dinlerler. Bir gün, o sıralarda müzik yayınlarının başında bulunan Nevzat Atlığ’dan beklemediği bir davet alan ve daktilo kadrosunda göreve başlayıp müzik yayınları şef yardımcılığına getirilen Niyazi Sayın’ın radyodaki ilk işi, raflar ve dolaplar yaptırıp plak arşiviyle nota kütüphanesini düzene koymak olur.

Radyoda birkaç yıl çalıştıktan sonra Münir Nureddin’in arzusu üzerine istifa ederek Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde göreve başlayan ve 1969 yılına kadar bu görevde kalan Niyazi Sayın, tam on üç yıl sonra radyoya neyzen olarak döner. 1975 yılında öğretime başlayan İTÜ Türk Musiki Konservatuvarı’nda da öğretim üyeliği ve Nefesli Sazlar Ana Bilim Dalı başkanlığı yaparak çok sayıda öğrenci yetiştirme imkânı bulacaktır. Radyodan, 1980′de Washington Seattle Üniversitesi’nin davetlisi olarak gittiği Amerika’daki bir yıllık ikameti sırasında maaşı kesildiği için emekliliğini isteyerek ayrılmış, bu üniversitenin Etnomüzikoloji Bölümü’nde Tanburî Necdet Yaşar’la birlikte dersler ve konserler vermiş, ayrıca Seattle Public’de iki ebru sergisi açmıştır.

Hocalarından Necmeddin Okyay gibi, asıl mânâsında bir “hezarfen” olan Niyazi Sayın, ebruculuktan fotoğrafçılığa, tesbihçilikten sedef kakmacılığa, elektronikten tornacılığa, gülcülükten balıkçılığa, yemek pişirmek de dahil olmak üzere her türlü ev işinden kuşçuluğa, ağaç işlerinden tenis raketi germeye kadar elinden gelmeyen iş yoktur. Hatta bir ara kilim dokumacılığına bile merak sarmıştır. Ney mi? Elbette bütün aksamıyla mükemmel neyler de imal etmektedir. Bu bakımdan evini aynı zamanda birçok sanatın icra edildiği bir atölye olarak kullanır; bir oda ebru odasıdır, bir oda tesbih odası. Başka bir odaya uğraştığı sanatlarla ilgili âlet edevatı ve hammaddeleri son derece düzenli bir şekilde yerleştirmiştir.

Her biri tek başına bir insan ömrünü doldurmaya yetecek olan o kadar sanat ve zanaatte “üstâd” olan Niyazi Sayın, sanatta bir yere gelebilmek için bütün yan sanatlarla ilgilenmeyi şart olarak görenlerdendir. “Ama her şeyden evvel ahlâk!” Çok sevdiği Mesut Cemil’in Tanburî Cemil Bey hakkındaki “Babamın ahlâkı musikisinden üstündür” sözünü hatırlatarak sanatta gayenin cemiyete ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğunu her fırsatta ifade eden Niyazi Bey’e göre, üstün ahlâka sahip olmayanlar, sanatta başarılı olamazlar. İnsanın karakteri sanatında kendini hemen belli eder. Gerçek sanatkârlar kalpleri temiz ve “cümle yaratılmışa” karşı sevgiyle dolu insanlardır. Kısacası, sanatı aşkın ve ahlâkın dışında düşünmek mümkün değildir. Her biri aynı zamanda büyük birer ahlâk adamı olan hocaları gibi, Niyazi Bey de bildiklerini kendine saklamayan ve parayla satmayan bir sanatkârdır; kim ne isterse verir, yeter ki aşkla ve samimiyetle istesin! Ancak zora talip olan artık o kadar azdır ki, Niyazi Bey, zaman zaman bu işin bittiğine kani olarak derin bir ümitsizliğe kapılmaktan kendisini alamaz. Kapısını aşındıranların çoğu “dün mektebe vardı bugün üstâd olayım” havasındadır; hemen bir şeyler öğrenip piyasada icra—yı sanat etmek isterler. Halbuki onu en fazla öfkelendiren, bu işleri piyasaya, yani ayağa düşürmektir.

Yaşadığı kültür muhitinde hocalarından muhteşem bir geleneği titizlikle korunması şartıyla devralan Niyazi Bey, bu gerçeğin gözden kaçırılmaması için getirdiği yeniliğin abartılmaması gerektiğini, yaptığının Halil Dikmen’den öğrendiği üsluba Tanburî Cemil Bey sevgisini ilâve etmekten ibaret olduğunu söylese de, ney icrasında yeni kalıplar ve pozisyonlarla bir dönüm noktası teşkil ettiği, bu mânâda geleneği kendi içinde yenilediği ortak kanaattir. Yani artık neyde bir “Niyazi Sayın öncesi” ve “Niyazi Sayın sonrası”ndan söz etmek gerekir. Tekke tavrı, Niyazi Bey’den sonra büyük ölçüde terkedilmiş gibi görünüyor. Bazı pozisyonların ve baskı şekillerinin eksikliği dolayısıyla eskiden Kürdilihicazkâr, Şedaraban, Nihavend gibi makamlarla taksim bile yapılamazken, bugün çoğu Niyazi Bey’in talebesi olan genç neyzenler onun açtığı yolda mucizevî başarılar gösteriyorlar.

Perdeleri büyük bir titizlikle kullanması, nefes hakimiyeti ve benzersiz legatosuyla şimdiden musiki tarihinde seçkin bir yer edinen Niyazi Bey’in eskilere nazaran “daha esnek ve nüanslı, daha lirik, yerleşik kalıplara daha az bağımlı üslubu”, bugün bir ekolün üslubudur; Niyazi Sayın Ekolü’nün.

Beşir Ayvazoğlu ( Aksiyon Dergisi, 2001 )
_______________________________________________________

Kalan Müzik Sitesinde yer alan özgeçmiş ise şöyle:

Niyazi Sayın

Hayatı:
12 Şubat 1927’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar Musıki Cemiyeti’ne devam etti. Neyzen Gavsi Baykara’dan birkaç ders aldıysa da, asıl ney hocası, Cumhuriyet döneminin çok değerli neyzenlerinden biri olan neyzen ve ressam Halil Dikmen’dir. Dikmen’den aldığı ney dersleri on beş yıl sürdü. 1952’de İstanbul Belediye Konservatuvarı’nı bitirdi. Bu arada Hamparsum notasının iki şeklini de öğrendi. Ebru sanatının başlıca ustalarından biri olarak tanınan Mustafa Düzgünman ile, saray müezzinlerinden Muzıkalı Muhiddin Efendi’den dinıî; Zekâi Dede’nin öğrencilerinden udıî Hüseyin Fahri Tanık (1872-1953), Dr. Hâmid Hüsnü Bey (1868-1952) ve udıî Vahit Bey’den de pek çok dindışı eser meşk etti. 1950’de, Üsküdar Musıki Cemiyeti’ne devam ederken neyzen Süleyman Erguner’in teklifi ile İstanbul Radyosu’ndaki saz eserleri programına katıldı. Aynı yıl İstanbul Radyosu’na da girdi. 1951 - 1952 yayın döneminde Mesut Cemil yönetimindeki “Klasik Koro”nun radyo konserlerinde ney üflemeye başladı; korodaki görevini Mesut Cemil’in ölümüne, 1963’e kadar sürdürdü. 1960 - 1963 arasında radyoda Mesut Cemil ile birlikte ikili saz eserleri çaldı. Mesut Cemil’in ölümünden sonra İstanbul Radyosu Klasik Türk Musıkisi Korosu şefliğine getirilen Nevzat Atlığ zamanında da koroda ney üflemeye devam etti. 1956’dan 1976’ya kadar Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde ney üfledi. 1976’da, yeni açılan Türk Musıkisi Devlet Konservatuvarı’na ney öğretmeni olarak girdi. Her yıl aralık ayında Konya’da düzenlenen “Mevlana’yı Anma” haftalarında okunan mevlevıî ayinlerinde yıllarca neyzenbaşı olarak görev aldı.

Sayın, İstanbul Radyosu’nda otuz yıl ney üfledi. İcracılığı dışında, 1954-1955 yıllarında Cevdet Çağla Müzik Yayınları şefiyken, şef yardımcısı olarak çalıştı, arşiv çalışmalarını da yürüttü. 1980’de İstanbul Radyosu’ndan emekliye ayrıldı. 1980-1981 öğretim yılında ABD’de Seattle’daki Washington Üniversitesi’nde bir öğretim yılı boyunca Türk musıkisi ve ney dersleri verdi. İstanbul’daki Türk Musıkisi Devlet Konservatuvarı’ndaki ney öğretmenliğini bügün de sürdürüyor.

SANATI
Niyazi Sayın son elli yılın en ön sırada yer alan büyük bir neyzenidir. Onun ney üfleyişinde derhal dikkati çeken şey, neyden çıkan, benzerine az rastlanabilecek dolgun, zengin, pürüzsüz sestir. Ney üfleyişi bu bakımdan hemen ayırt edilir.

Niyazi Sayın neyde, her şeyden önce tek tek perdelerin değerini en uygun biçimde verme kaygısını gütmüştür. Ney öğretmeni Halil Dikmen Galata Mevlevıîhanesi’nin son neyzenbaşısı Emin Yazıcı’nın, o da Aziz Dede, Hüseyin Fahreddin Dede, Hakkı Dede gibi ünlü neyzenlerin öğrencisi olduklarından, Sayın’ın ney tavrının gerisinde zengin bir gelenek vardır. Ama onu bu gelenekle açıklamaya çalışmak yanıltıcı olur. Niyazi Sayın gelenekten aldığını olduğu gibi sürdürmemiştir; geçmişten aldığıyla yetinmemiş, ney üzerinde yeni pozisyonlar geliştirmiştir. Halil Dikmen’in kullandığı ve uyguladığı dudak titretme (dudak vibratosu), baş ve gövde duruşu ile parmak açılışlarını yeniden düzenleyerek, neyde yeni bir teknik uygulamıştır. Parmakların bu şekilde kullanılması, hem perdelerin göçürme (transpozisyon) yoluyla daha çok perdeye aktarılmasını sağlamış, hem de saza kıvraklık getirmiştir. Niyazi Sayın’ın icrasındaki çekicilik, sadece “neyi güzel üfleme”nin değil, öncelikle yepyeni bir tekniğin ürünüdür. Sayın’a göre, geliştirilen yeni pozisyonlar, her şeyden önce, basılan perdelerin tek tek hakkını tam olarak verebilme kaygısının bir sonucu olarak uygulanmalıdır.

Niyazi Sayın sazının imkânlarını zorlamıştır. Örneğin, neyde ritmik, kesik sesleri vermek zordur. Neyzenlerin çoğu da “uzun sesler”le üflerler sazlarını. Ama Sayın’ın gerektiğinde, ritmik sesleri de rahatça verebildiği görülür. Öte yandan, “uzun sesler”i de çok güzel biçimde biçimde kullanır. Tek bir perde üzerindeki çok uzun sesleri başka seslerle zenginleştirerek çok etkileyici nağmecikler üretir.

Neyde hem pest sahada, hem tizlerde aynı başarıyla gezinmek kolay değildir. Niyazi Sayın pestlerde olduğu kadar tizlerde de hiç bocalamadan tertemiz, çok parlak sesler verir, büyüleyici nağmeler ve çeşniler yaratır. Onu özellikle daha zor olan tizlerde seyrederken dinlemek başlıbaşına bir musıki ziyafetidir.

Niyazi Sayın taksim formunun çok üstün, yaratıcı bir yorumcusudur. Taksim, onun için, hiçbir zaman bir “seyir gösterme” işi değil, “beste” gibi, başlıbaşına bir musıki şeklidir. Taksimlerinde teknik ustalığını, kusursuz üfleme tekniğini, falsosuz sesleri, geniş makam bilgisi, geçki zenginliği ile birleştirir, Türk musıki sanatının inceliklerini yansıtan makamdan makama sürprizli geçişlerle taksimi doğaçlama bir “beste”ye dönüştürür. Çok uzun bir süre taksim ederken bile yeknesaklığa düşmez. Yarım saat, hatta daha da uzun süren taksimleri vardır. Söz gelimi otuz dakika kadar süren “pençgâh solo”sunun hiçbir yerinde yeknesaklık görülmez (bkz. Niyazi Sayın, Sadâ, Mega Müzik, 34.Ü. 963, 2001, no. 1). Onsekizinci yüzyılın ortalarında İstanbul’da bulunan Fransız gözlemci Charles Fonton Türk musıkisi hakkında yazdığı çok ilginç kitapçıkta “İstanbul’da saatlerce taksim edebilen” sazendeler olduğunu görmüştü (bkz. 18. Yüzyılda Türk Müziği, çeviren Cem Behar, Pan Yayıncılık, İstanbul, 1987, s. 72). Bu gözlemi anlayabilmek, yani bir taksimin bu kadar uzun sürmesini anlamak pek kolay değildir. Ama bir taksimin saatlerce sürebilmesini bizler bugün ancak Niyazi Sayın’ı dinledikten sonra anlayabiliyoruz.

Eski Türk musıkisinde “taksim-i küll-i külliyat” denilen bir icra şekli vardı. Bir sazende kendi gününde kullanılan bütün makamları, örneğin elli, altmış makamı uzun bir taksimle art arda gösterirdi. Niyazi Sayın bütün makamları göstermek gibi görevle kendini bağlamaz, ama “külliyat”ı veren sazende kadar uzun solukludur; söyleyecek sözü tükenmez.

Niyazi Sayın’ın taksimlerinin bir başka özelliği “atmosfer” yaratmaktaki başarısıdır. Giriş taksimlerinde olsun, ara taksimlerinde olsun, daha ilk notalarda dinleyiciyi okunacak eserin dünyasına çeker. Bayatıî mevlevıî ayininin başındaki taksimini (bkz. Bayatıî Mevlevıî Ayini, yöneten Ulvi Erguner, Aras LP 21005) burada bir örnek olarak anabiliriz. Bu taksim daha ilk saniyelerinde yarattığı müzikal gerilimle dinleyiciyi bu nefis ayinin mistik, esrarlı dünyasına çeker. Ama okunacak eser, dindışı bir eserse, o mistik saz, ney, bu defa dünyevıî terennümlerle konuşmaya başlar. Bu durum, belki bütün iyi sazendelerden beklediğimiz, olması gereken bir şeydir. Ama Niyazi Sayın bu noktada da yerleşik ölçüleri aşar, beklentilerimizin çok üstüne çıkar.

Bir musıkişinasın sanat gücü sadece solo icrada ortaya çıkmaz. Sazendenin toplu icraya katkısı da çok önemlidir. İkili, üçlü beraber saz taksimlerinde “söz”ü alıp götürüşü, ortaklaşa üretilen ezginin akışına müdahalesi, sonra sözü en uygun yerde saz arkadaşına bırakması, kimi zaman saz arkadaşının kurduğu ezgiye arka planda kalarak destek verişi, onu besleyişi, zaman zaman sazının değişik ses renklerini ve tınılarını ortaya sermesi ile Niyazi Sayın doğaçlama sanatını toplu icrada da en üst seviyeye çıkarmıştır. Besteli ezgilerin çalındığı toplu icrada da, sazının sesini her zaman duyurabilmesi, asıl ezgiye alternatif ezgicikler üretmesi, boşlukları şaşılacak bir ustalıkla doldurması ile varlığını her zaman etkili bir biçimde hissettirmiştir.
_________________________________________

http://www.kalan.com/scripts/Dergi/Dergi.asp?t=3&yid=3440




Hoşgeldiniz