Başlangıcından Lâle Devrine Kadar Musıkîmizin Oluşum ve Gelişim Tarihçesi’nden Kesitler (1)… S. Zeki Çavdaroğlu
Toplam Okunma: 6283 | En Son Okunma: 19.11.2024 - 19:41
Tarih boyunca Türkler, Göktürkler, Uygurlar, Kırgızlar, Oğuzlar, Hazarlar, Peçenekler gibi değişik isimler altındaki devletleriyle,İslâm öncesi inanç sistemleriyle yaşarlarken, bir sonraki devlet, bir önceki devletten aldığı kültür ve medeniyet birikimlerini kendisinden sonraki devlete aynı şekilde intikal ettiriyordu.
10. yüzyılın başlarında Orta Asya Türk dünyası Uygurlar’ın yönetiminde Doğu Türkistan’da ufak bir alanda varlığını devam ettirmeye çalışıyordu. Askerî ve siyasî nüfuzları asgari hadde inmiş olan Türk boyları merkezî idareye bağlı olmaksızın, kendi beyliklerinin yönetiminde varlıklarını devam ettiriyorlardı. 8. yüzyılın başlarından itibaren Türkler küçük gruplar halinde dönemin hakim kültürü olan İslâmiyeti kabullenmeye başlamışlardı. 10. yüzyılın başlarında İslâmiyet büyük Türk boylarını da etki alanına almaya başlar. Önce 921 senesinde Bulgar Türkleri, sonrasında Karluk’lar, Yağma’lar ve Çiğil’ler İslâm’la tanıştılar.
10. yüzyılın bitimine doğru Karahanlılar’ın 200. 000 çadırlık bir kitle ile Şamanizm’ i terkederek İslâmiyeti kabulüyle Türk tarihinde yeni bir sayfa açılacaktır. Yeni bir Kültür birikimi içinde filizlenen musıkimiz o asrın daha ilk yıllarında şekillenmeye başlar.
Ülke saraylarında çalınıp, söylenmesinin yanında ilmî nazariyatına ilişkin çalışmalara da başlanır.
“…Satuk Buğra Han, Abdülkerim adını alarak müslüman olunca, bu din devletçe de benimsendi. Yalnız islam inancı değil, kültürü, düşüncesi, tasavvufu, edebiyatı da Orta Asya’ya yayıldı. Bu sanat ve kültürün değişiminden ve gelişiminden Türkler ve İranlılar büyük ölçüde yararlandılar.
Uygurlar zamanında da Maniheist ve Budist şiir ve ilahiler var ise de bunlar farklılaşmamış genel ilahi form’unda idiler. İslami şiir ise “Tevhid”, “Münacat”, “Na’at”, “Salat”, “Kaside”, “Medhiye”… formlarıyla çeşitlenince bunların bestelenmesiyle musıki form sayısı da aynı isimlerle artmıştır. Minareden duyulan ezan, camide dinlenen kur’an tilaveti (Makamlı ve tecvidli okuyuş) makam ve prozodi bilgilerinin bilinçli olarak gelişmesine yol açmıştır. Dini şiirlerin yanı sıra edebi değeri olan duygusal aşk şiirlerinin, murabba’ların bestelenmesiyle de sanat musıkisinin ilk örnekleri, islam ve edebiyatını, şiir formlarını kabul eden Karahanlılardan itibaren ortaya çıkmıştır. ..”( 1 )
Arap alfabesi kullanılmaya başlanır. Arap alfabesinin kabulü, ister istemez başka kültür unsurlarının da kabulünü gündeme getirecektir. Her ne kadar tarihsel mirasları olan “Orta Asya Türk Müziği”ni devam ettirseler de, yeni bir dinin mensupları olarak bu dinin ortaya çıktığı coğrafyadan etkilenmemeleri mümkün değildir. Tabiidir ki Arap musıkisi ile Türk musıkisi karşılıklı olarak birbirlerini etkileyecekti. Zaten Arap musıkisi de bakir bir musıki değildir. O da komşu coğrafyalarda yaşayan Bizans ve İran musıkilerinden etkilenmiş ve onları etkilemiştir.
“..İslâm düşünürleri ve müzisyenleri muhtemelen mûsikî ile ilgili bilgi materyallerini de vahy süzgecinden geçirerek değerlendirdiler ve bunun sonucunda ortaya oldukça ihtişamlı bir İslâm mûsikî düşüncesi formu çıktı. İslâm mûsikî düşüncesi formu; el-Kindî, el-Fârâbî ve İbn Sinâ gibi düşünürler ve İhvân-ı Safâ gibi düşünce ekollerinin katkıları sonucu, sözkonusu ihtişamına ulaştı. Bu arada mûsikî ile ilgili olarak Maragalı Abdülkadir ve Safiyüddin el-Urmevî gibi şahsiyetlerce de, günümüze kadar ulaşan ve oldukça anlamlı çalışmalar yapıldı…(2)
Zaten bir takım çevrelerin Geleneksel Musıkimiz’den rahatsızlığı da bu niteliğinden kaynaklanmaktadır.Bu musıkiyi “tek sesli” nitelendirmesi ile aşağıladıklarını zannedenlerin hedefi aslında tek sesliliğin ötesinde taşıdığı İslâmî tasavvufun tınılarıdır.
Daha sonraki yıllarda imparatorluk düzeyinde oluşacak Selçuklu ve Osmanlı devletleri’nin bütün kültür,sanat,edebiyat,dil v.d. fikir hareketlerinin alt yapıları, Karahanlılar döneminde inşaa edilir. Mesela Yusuf Has Hacip’in Kutadgu—Bilig ‘ i, Kaşgarlı Mahmud’ un Divanü Lugati’t-Türk’ ü , - Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’i , İmam-ı Ebü’l-Fütuh Abdülgafur’un Tarih-i Kaşgar’ı,Edip Ahmed’in Atabetül Hakayık’ı İslâm sonrası Türk kültürünün yol haritaları olacaktır. (3)
Karahanlılar’dan sonra Gazneliler ve Selçuklu İmparatorluğu ile iyice oturan Müslüman-Türk Medeniyeti nöbetini 13. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu devralır. Artık altı asır sürecek Osmanlı döneminde musıkimiz de devlet gibi “ulu çınar” halinde gelişecek ve büyüyecektir. Askerlik, devlet idaresi, şehirleşme, mimârî gibi gibi sosyal kurumlar yanında, kültür ve sanatta da, yeryüzü hiçbir dönemde yaşanmamış bir dönem yaşanmaya başlanacaktı.
İşte musıkîmiz de hem geçmişten, Orta Asya’ da başlayan ana çizgisi içinde gelişip, daha sonra hem göç, hem fetih, hem de çeşitli yollardan başka toplumlarla bir araya gelmiş ve bu birliktelik içinde , ”hakim kültür” unsuru olmak hüviyetini asla kaybetmeyerek, devamlı gelişip yenileşecektir.
Fransız müzikoloğu Baron Rodolphe D’Erlanger (1872-1932) ‘un 1920’li yıllarda Fârâbî, İbn Sina, Safiyyüddin Urmevî , Lâdikli Mehmet Çelebi gibi musiki ve sistemcilerinin elyazması kitaplarını inceleyerek , 6 cilt ve 2857 sayfalık bir eser yazar. Eserinin adını La Musique Arabe (Arab Musikisi) koyar. Bu tabii ki eserinin kapsamı ile uyuşmayan bir çelişkidir. O devirlerde İslam coğrafyasında geçerli olan ilim dili Arapça ‘ dır. Milletleri ne olursa olsun bütün İslâm alimleri eserlerini bu dille yazmaktadırlar. Yazarın musıkîyi İslâm musıkisi yerine Arap musıkisi olarak nitelemesindenki yanlışlık da bundan kaynaklanmaktadır. Bu durum da zaten, eseri 1950 yılında ilk defa Türkçe’ ye kazandıran H. Sadetin Arel tarafından geniş bir şekilde açıklanarak aydınlatılır.
Bu eser ve diğer kaynaklardaki bilgilerin ışığında :
Musıkimizde ilk ilmi nazariyat çalışmaları Farabi (870-950) ile başlar. Yazdığı “El-musıkî”, ”El-Kelâm Fi’l Musıkî”, ”Kitâbün Fî İhsasi’l İkâ”,”El-Musıkî’l-Kebîr”isimli kitaplarında makam tasnifleri, makamların psikolojik etkileri gibi konularla musıkinin temel bilgilerini onunla kayda geçirir. Ayrıca Türk musıkisi sazlarının geliştirilmesi ve teknik özelliklerini ilmî metodlarla anlatmış ve makamların teorik açıklamaları yanında, tıp’ taki tedavi edici unsurlarına dair de önemli çalışmalar yapmıştır.
Farabi’nin en önemli çalışması,”ses”olayının ilmi bir açıklamasını yapmasıdır. Ses’ in havanın titreşimlerinden kaynaklandığını, bu titreşimlerin de dalga boyuna göre azalıp çoğaldığını tesbit etmekle,müziğin en önemli elemanları olan enstrümanların yapımında ana kuralı ortaya koyarak dünya müziğinin ufkunu genişletmiştir.
Farabi’nin açtığı yolda daha sonra İbn-i Sina (980-1037) önemli adımlar atar. O da döneminin Tıp literatürüne giren Kitabül Şifa’ sının bir bölümünü musıkiye ayırır. Onları Safiyüddin Urmevi(1237-1294) izler ve ortaya koyduğu ses sistemi bütün İslâm coğrafyasında kabul görür. Son Abbasi Halifesi Mûsta’sım-Billâh’ ın Sarayı’ nda görev yapan bu büyük âlim sistemini Kitâbü’l-Edvâr fî mâ’rifeti’n-nağam ve’l-evtâr isimli eserinde anlatır. Teorisinde bir oktavı 17 aralığa böler, eski Yunan nota sistemini aynen alarak ebced sistemini perdeler üzerinde isimlendirir. İslâm coğrafyasında bu sistem 16. yüzyılın ortalaına kadar kullanılır.
Şu gerçeği kabul etmemiz gerekir ki, gerek Farabî ve gerekse İbn-i Sina ve diğer müzikologlar birer Türk ilim adamı olmaları kadar aynı zamanda da İslam kültür ve medeniyetinin de temsilcileridirler. Dolayısıyla onların Yunan ve İran Medeniyetlerinin müzik teorilerinden iktisab ettikleri bilgileri geliştirerek ortaya çıkardıkları bulgular başta Türk, Arap, İran ve daha sonraki yıllarda Bizans müziğine de büyük katkılar sağlayacaktır. Tabii bu ilerde oluşacak Osmanlı-Türk medeniyetinin musıkisinde önemli bir yer tutacak ve Osmanlı musıkisi, İmparatorluğun hakimiyet alanlarının başat musıkisi haline gelecektir.
Farabi’ den 15. yüzyılın başına kadarki zaman dilimi, Türk musıkisi nazariyesinin oluşturulduğu ve sistemleştirdiği dönem olarak kabul edilir.
Farabi ve İbni Sina’nın yaşadıkları dönemden sonra Türk musıkisi takriben iki asırlık bir bekleme devresine girer. Türk musıkisi bu iki asır içerisinde gelişmeye dair pek bir şey yaşamaz.
Daha sonraki dönemlerde Sultan Veled ve Abdülkadir Meragî gibi üstâdların eserleri ile musıkimiz gerçek kimliğini oluşturur. İşte o dönem içinde musıkimiz aralarında Rast, Mahur, Buselik, Çargah, Hicaz, Uşşak, Beyatî,Hüseynî, Kürdî, Hisar, Isfahan, Eviç, Nikrîz, Saba, Neva, Nihavent’in de bulunduğu önemli makamları kazanır.
1200’ lü yıllardan itibaren Arap ve Bizans müzikleri musıkîmiz tarafından oldukça değişik bir çizgiye çekilmiştir. Bunun en bariz göstergesi özellikle Ortodoks kiliselerinde bugün dahi icra edilen âyin müziklerinde görülebilmektedir.
XIII.yüzyıl Türk musıkîsi açısından oldukça bereketli yılları bünyesinde taşır. Moğol istilâları sonucunda Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmıştır ; “…Ancak denge bozulduğu dönemde İslâmî Türk edebiyatı gelişir. Dönemin ikinci yarısında Yunus Emre ortaya çıkar. Gene bu dönemde Mevlevî’liği ve Mevlâna’ yı görmekteyiz. Mevlâna Türk Mevlevîliği’ nin temellerini atarken, Türk kültür yaşamına ve müziğine zamanımıza kadar gelecek müzik çalışmalarına başlamıştır…Mevlevîliğin müziği ilk plânda tutması, Mevlâna’ nın oğulları Sultan Veled’ in bestekâr olması Türk müziğine yarar sağlamıştır. Türk müziği Safiyüddîn ile gelişme göstermiştir. Bu dönemde geniş boyut Türk ve İslâm müziklerinde bütünleşip gelişmeler başlar…. Bu devrin en büyük bestecisi Abdül Kâdir Meragi (1360-1445)dır. Meraga, Bursa, Tebriz, Bağdat, Semerkant’ ta yaşamış olan Meragî, Marmara ile Çin arasındaki topraklarda yaşayıp, tanınmıştır. Türk müziğinin en eski kaynaklarının ve belgelerinin bu dönemde yazıldığı tahmin edilmektedir.”(4)
Safiyüddin Abdülmümin Urmevî(ö.1294) Türk Musıkisi nazariyatının inşası ve sistemleştirilmesinde ilmi anlamda ilk çalışmaları yapan ve teorileri asırlar boyunca kaynak teşkil eden bir müzikolog ve bestecidir. Daha sonraki asırlarda sistemini geliştirecek olan Abdülkadir Meragi’nin de bağlı olduğu ekolün kurucusu kabul edilir.
“…Safiyüddîn’in eserleri, Doğu ve Batı müzkologlarınca derinlemesine incelenmiş, açıklamalar yapılmış ,Türk Musıkisi’nin başlıca kaynağı olmuştur….” (5)
Urmevî’yi Türk musıkisinde farklı kılan özellik, kendisine kadar gelen müzikologlar, sistemlerini Yunanlı müzikçlerin teorileri üzerine kurarken, o bir sekizlide 17 aralık ve 18 ses üzerine inşa ettiği teorisi ile özgün bir sistem geliştirmesidir.Bu da ondan sonraki bütün müzikologlar için vazgeçilmez bir kaynak olur. Öyleki 20.yüzyıla kadar Türk musıkisi ses sistemi üzerinde çalışan bütün müzikçilerin çalışmalarını bu omurga üzerinden yürütmekten başka bir seçenekleri yoktur.
“…Safiyuddîn mısıkîde ‘muntazamiyye’ekolünün yaratıcısı ve derleyeni olarak tanınır. Bu müzik ekolünün özelliği oktavların onyedi fasılaya bölünmüş olmasıdır ve uzmanlar bu sınıflandırmanın oktavları oniki fasılaya bölmüş olan BACH gamına kıyasla daha mükemmel olduğu görüşündedir. Safiyuddın’in metodunu çoğu musıkîşinaslar övmüş ve bazı müsteşrikler onu ‘Doğu’nun ZARLİNOS’u olarak nitelemişlerdir…” (6)
20.yüzyılda müzikte de batılılaşma hevesine kapılan Türkiye’de, batı notasının adapte edilerek alınırken ister istemez temel sistemiyle de oynanacaktı. Buna rağmen Safiyüddin:
“….tâ 5 asır öncesinden getirdiği birikimiyle,7 asır sonra bu gün dahi sahasında aşılamamıştır. O halde Safiyüddin’e sadece 13.y.y.bilgini dersek, biraz haksızlık etmiş olmazmıyız?…”(7)
Sistemini Risâletü’ş-Şerefiyye fi’n-Nisabi’t-Telifiyye ve Kitab’ül-Edvar isimli kitaplarında anlatmıştır.
“…Safiyüddin, Kitâbü’l -Edvâr’ında, makale ve fasıllar halinde musikimizin konularını ele almış ve incelemiştir. Abdülkadir Merâgî de onun Kitâbü’l-Edvar’ının Şerhü’l-Kitâbü’l-Edvâr adı altında şerhini yapmış, musiki alemine sunmuştur. Bu arada Abdülkadir’ den evvel Mevlana Mübarek Şah da Safiyüddin’in Kitâbü’l-Edvâr’ını şerh ederek, aynı isim altında musiki alemine intikal ettirmiştir. Sistemci okulun kuruluşundan sonra Safiyüddin’in çağdaşı olan Kutbüddin Şirazî de Dürretü’t-Tâc adlı büyük hacimli ansiklopedisinde yeni okulun tanıtılmasına çalışmış, aynı zamanda bazı konuları eleştirmiştir…”(8)
“…Safiyuddin’in ünlü ‘Şerefiyye’sinin dibacesinde ,’Eski Yunan yazarlarının değinmedikleri konuları incelediğini’belirtir.(Risâlet-ül Musika’ş-Şerefiyye,Ankara Üniversitesi DTCF Kütüphanesi,İsmail Saib Efendi yazmaları No:İ.S.İ.481o vrk.1b)..” (9)
Urmevî’nin günümüze ulaşan tek bestesi Nevruz’un notası, Türk Musıkîsi’nin bulunan en eski eseri olması özelliğini taşır. Ancak o günkü nota sisteminin kodları çözülemediğinden eser bu güne kadar seslendirilememiştir.
Isfahan’da nüzhe ve mugni ismini verdiği iki çalgı geliştirdiği yazılıysa da, bunların örnekleri günümüze gelmez. Müzisyenliğinin dışında hat ve edebiyatla da meşgul olmuştur. Eserlerini Arapça yazsa da Azerbeycan’lı bir Türk ailesinin çocuğudur. İlmî kariyeri itibariyle son Abbasi Halifesi Müstasım’ın Bağdat’taki sarayında müzisyen ve kütüphane sorumlusu olarak bulunur.
1258’ de Bağdat’a saldıran Moğollar, Halife’yi öldürüp, şehiri harabeye çevirip, Bağdat’ın o muhteşem kütüphanesini yakıp yıktıktan, kitaplarını Dicle’nin sularına döktükten sonra Irak’ta kurdukları hakimiyetile Urmevî bu kere Hülâgu’nun hizmetine benzeri görevlerle alınır.
Çok ilginçtir, Safiyüddin musıkî teorisini gelilştirirken; “…çağdaşı Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207—1273) mesnevisinde sırasını getirip, Türk musıkisinde 24 ses olduğunu, bir beyitle bildirmiştir…”(10)
23-26 Ocak 2005 tarihleri arasında İran’ın başkenti Tahran’da “Birinci Uluslar arası Safiyüddîn Urmevî Kongresi” düzenlenir.
Bu çağın diğer bir musiki bilgini de, ünlü Dürret’ül Tac adlı eseri ile tanınan Kutbeddin Şirazi (1236-1310) dir.
Baron Rodolphe D’Erlanger (1872-1932) isimli Fransız müzikoloğu, 1920’li yıllarda Fârâbî, İbn Sina, Safiyyüddin Urmevî, Lâdikli Mehmet Çelebi’ nin eserleri üzerinde yaptığı kapsamlı bir inceleme sonucunda, yaklaşık 2900 sayfa tutan bir eser oluşturur. Ne yazık ki eserine de La Musique Arabe (Arab Musikisi ) adını koyar.Burada tabii ki farkedemediği, o dönemlerde Türk devletlerinde Arapça’nın bilim dili olduğudur. Bu yanlışlığın dile getirilebilmesi için ise, Hüseyin Sadeddin Arel’in yazacağı “Türk Musıkisi Kimindir ?” için 1950 senesi beklenecektir.
“…Gene Safiyüddin’in ekolünden olan Şirazlı Kutbuddîn (ö.1311) ’Durret-ut tâc’ adını taşıyan kitabında Safiyüddîn’in verdiği bilgileri ‘daha anlaşılır’bir biçimde ifade ederken, kendisine ‘ters ‘gelen bazı konuları değişik bakışla ele alır. (Kutbüddîn’in sistemi için bak:’Durretut tâc li gurret-ut dibâc’Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya O.2405i Damat İbrahim Paşa 815 ve 816,Hamidiye 790,Lala İsmail Paşa 288/1 ve 83,ayrıca Köprülü Kütüphanesi K.867)..”(11)
XIII.yüzyıl bitip, XIV. yüzyıl başlarken devlet olmaya ilk adımı atan Osmanlı aşireti, Osman ve Orhan Gazi’nin hükümranlık günleri bilindiği gibi daha ziyade devletin inşa yıllarıydı. Bu çizgi Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar yani XV. yüzyılın ortalarına kadar devam edecekti.
Daha Osmanlı bir beylik iken, Anadolu Selçukluları sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gâzi’ye; Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havâlisini sancak olarak verirken, ayrıca emirlik simgesi olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderir. Bu hediyeler Anadolu toprakları ile beraber, Türk-İslâm müziğinin de bütün birikimi ile müstakbel İmparatorluğun emanetine sunulması anlamını taşıyordu.
Bu asırda Mevlevî ve Bayrami tarikatları Anadolu’ da özellikle tasavvuf musıkîsinin gelişmesini ve oturmasını sağlar. Özellikle Hacı Bayram-ı Veli (1352-1429) Anadolu’ da tekke musıkisinin tohumlarını atar. Kendisi ve Yunus Emre şiirleriyle dini musıkinin il örneklerini verir. Hacı Bayram-ı Velî ‘nin bestelediği, Neva, Acem ve Uşşak ilâhileri, Rast ve Sabâ Savt ‘ları günümüze kadar gelmiştir.
Konya ve Bursa Anadolu kültür ve sanatının merkezleri olmuştur. Trakya’ da ise bu misyon Edirne’ de yürütülür.
Sultan Veled (1226-1312)in Acem Peşrevi, Irak Saz semaisi ve Segah İlahi ‘sinin notaları musıkimizin en eski örnekleri olarak elimizdedir. Başlangıcından, takriben 300 yıllık bir zaman sonrasına kadar bunun dışında bir belgearşivlerimizde maalesef yoktur.
“….Onbeşinci yüzyıl Osmanlı tarihinde çok şâyân-ı dikkat bir dönemdir. Bu yüzyıl bir felâketle başlar, Ankara mağlubiyeti ve hemen peşinden fetret devri gelir. Uzun yıllar süren iktidar mücadeleleri Çelebi Sultan Mehmed’in tahta cülûs ederek ortalığa huzur ve sükûn dağıtması ile son bulur…”(12)
O yüzyılda “tarih felsefesi” ve “sosyoloji” biliminin temellerini atan “…İbni Haldun (1332—1406) değerli Mukaddime’sinin 113 sayfasını musıkiye ayırmış…” olması hiç te şaşırtıcı değildir. (13)
Bir çığ gibi büyüyen Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin bütün sanat dallarına yorum getiren üstâd; musıkîye de kayıtsız kalmayacak ve bugün; “…Batılıların Türk musıkîsini ısrarla Arab ve İranlılara maletme çabalarına karşı, Arablarda İslâm’dan önce önemli bir musıkînin olmadığını, günlük yaşantı içinde yerine göre kullanılan bazı monoton ezgilerin bulunduğunu, bunlara ‘Hüdâ’ dendiğini İbni Haldun ünlü ‘Mukaddime’ sinin ‘Şarkıcılık ve Musıkî’ bölümünde …” (14) anlatacaktır.
1400 yılında Kırşehirli Yusuf bin Nizameddin’in yazdığı “Kitâb’ul Edvâr”Osmanlı döneminin ilk musıkî nazariyat kitabı olur.
Osmanlı Sultanı II.Murad’ (1404-1451) ın saltanat yıllarında Abdülkadir Meragî’ nin öncülüğünde “geleneksel musıkîmiz”in çatısı çatılmış ve sistemi belirlenmişti.
Kendisi de bir bestekâr ve şair olan II.Murad, kuruluş aşamasında olan devlette kültür ve sanat faaliyetlerini entelektüel düzeyde başlatır; bilim adamları ve sanatçıları himayesine alır.II.Murad:
“…XV.asır Batı Türk Rönesansı’ nın kurucusudur. Türk Musıkîsi ilminin temellerini meydana getiren bir çok eseri o te’lif ettirmiştir. (Hızır b.Abdullah,EDVÂR;Mercimek Ahmed, KAABÛS-NÂME; MURÂD-NÂME; Abdülkadir Meraği, MAKAASIDU’L-ELHÂN v.s.) Abdülkaadir Merağî’ yi Herât’ tan Bursa’ ya davet edip ağırlamıştır. Merâği’ nin ebced notası ile kaleme aldığı nota koleksiyonu (Kenzu’l-Elhân) bu gün kaybolduğu için, II.Murad devri Türk Musıkîsi’ ne ait eserler elimizde değildir. Meraği, merkezi Bursa olan Batı Türk Rönesansı arasında bağ kuranlardan biridir.”(15)
Abdülkadir Meragi (1360-1435), devrinin önemli alim ve musıkişinaslarından Gıyaseddin Gaybî’nin oğlu olarak, ilk müzik derlserini babasından alır. Babasının ölümü üzerine Tebrîz’ e gider. Burada düzenlenen bir beste yarışmasını kazanınca, Celayir Hükümdarı Hüseyin onu saraya alır. Daha sonraki yıllarda Sultan Ahmed ülkenin başkentini Bağdat’a taşıyınca Meragi de oraya gider. Timur’un 1393’de Bağdat’ı almasıyla bu kere Timur’un himayesin geçer. 1421’de Bursa’ya gelip, II.Murad’a Makasıd’ül Elhân’ını takdim eder.
Meragî Batı müzik camiasında İbni GaybÎ olarak bilinir.
Meragî kendi teorisini kurarken, öncelikle Safiyüddîn ve Kutbüddîn’ in fikirlerini irdeler ve bazı görüşlerine katılmaz. Eserlerini yazarken birinci derecede referans olarak Farabî’yi esas alır. ”Câmiü’l El Hân” (Nağmeler Topluluğu) isimli kitabını 1405 senesinde kaleme alır. Daha sonraki yıllarda bir takım düzenlemeler yapar. Bu kitabında sesin tarifinden başlayarak, sesin fiziksel özelliklerini, makamlar, usuller, çalgılar, şarkı söyleme tekniği vb. konuları o devrin bilgi birikimi ile anlatır. 1418 yılında kaleme aldığı ”Makasidü’l Elhân” (Nağmelerin Gayesi) isimli eserinde özellikle kendisinin oluşturduğu sazlar hakkında bilgiler verir; Türk musıkisi tarihindeki önemli olaylardan bahseder. ”Kitâb’ül Edvar” (Nazariyat Kitabı) bazı eserlerin notasının bulunduğu bir kitaptır. ”Şerhü’l Kitabü’l Edvâr” (Makamlar Kitabı Şerhi) da, Kitâbü’l Edvar’ daki eserlerin açıklaması bulunur. ”Fevâid-i aşere” (On Fayda) isimli kitabı da Farsça yazılmış bir nazariyat kitabıdır. ”Zikr-ün-Negâm ve Usülha”inde ise Yegah, Dügâh, Segâh, Çargâh ana dizileri ile sekiz tâli dizi, en çok kullanılan 25 dizi, dizilerle vezinler arasındaki bağıntı gibi nazari bilgileri anlatır.
Özetlersek :
“…Hoca Abdülkâdir, iyi bir nazariyatçı olduğu kadar iyi bir bestekârdır. Çok güzel ud çaldığı çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Onun için Devlet Şah ‘İyi ud çalan birinci sınıf bestekârdır’ diyor. Bütün bu anlatılanlara bakılırsa verimli bir sanatkârdır. Güzel bir sese sahip ve usta bir hânende (gûyende) olduğu biliniyor. Denebilirki Hoca Abdülkâdir, Türk musıkisinin şekillenmesine, uslûblaşmasına, nazariyatının bir düzene sokulmasına birinci derecede yardımcı olmuş en büyük musıkişinaslarımızdan biridir. Musıkimizi daha kolay kullanılabilir, klâsik ve halk musıkisi geleneğini daha yakın bir duruma getirmek istemiştir….”(16)
Şu da ayrı bir gerçektir ki:
“…İslâm musıkîsi teorisi, Maragalı’dan başlayarak, tümüyle Türk teoricilerinnin elinde yaşatılmış ve günümüze kadar getirilmişse de, Abdülkadir’den sonra yapılan çalışmaların ‘sistemci okul’düzeyinde başarılı olduğu söylenemez…
… Lâdikli Mehmed(Abdülhamid?), Çemişgezekli Şükrullah, Mubârek Şah ve Molla Câmî gibi tanınmış teoricilerin eski kitapları ‘şerhetmelerin’ dışında, daha sonraki yazarların yapıtlarında sistemci okulun en büyük özelliğini oluşturan ses sistemi-akustik birliğine ve bilimsel inceleme yöntemlerine rastlanmaz…”(17)
1430 yılında Hızır bin Abdullah “Edvâr”, Bedr-i Dilşâd ise “Muradnâme”isimli musıkî kitapların kaleme alırlar.
1440 yılındaAhmed oğlu Şükrullah ,Osmanlı musıkî aletlerini konu ettiği kitabını yazar.
Timur İmparatorluğu döneminde içlerinde Hüseyin Baykara, Ali Şîr Nevâi, Molla Câmî ve Gulam Şadi gibi isimlerin de bulunduğu “Herat Musıkî Okulu” 1381-1510 tarihleri arasında Herat ve Semerkant’ta Osmanlı Musıkisi’nin oluşmasında büyük payı olacak hizmetlerde bulunur.
Bunlardan Abdülkadir Meragî’nin öğrencisi olan Gulam Şadi ‘nin hakkında günümüze ulaşan Pençgâh ve Rahâvî makamlarında iki Kâr’ ın notasından başka bir belge kalmamışsa da; döneminde Türk Musıkisine hocasından edindiği bilgilerin aktarımıyla Türk Musıkisi’nin gelişip, yerleşmesine çok önemli katkılarda bulunduğu anlaşılmaktadır.
“…Fatih Sultan Mehmed döneminden evve , II. Sultan Murad Han devrinde yaşayan Şükrullah, Safiyüddin’in Kitâbü’l -Edvâr’ını, Terceme-i Kitâb-ı Edvar ismiyle Türkçeye çevirerek musikimize önemli bir kaynak kazandırmıştır. II. Sultan Murad Han’a hediye edilen bu kitap, merhum Rauf Yekta Beyin özel kitaplığında bulunmaktadır. Yayınlanmamıştır, bu sebeple musikicilerin istifadesine sunulmamıştır. Yine bu dönemde “el Seydi” takma adı ile Haza el-Matlağ fî Beyânü’l-Edvâr ve’l-Makâmât adı altında musikimizin nazariyatına ilişkin bir kitap yazan musikicinin asıl adını bilemiyoruz..” (18)
Tarih arşivimizde geleneksel musıkîmizin en eski belgeleri bu yüzyılın tarihini taşımaktadır.
Meselâ Süleyman Çelebi’nin 1409’da yazdığı “Vesiletü’n Necât” İlk tasavvufî beste olarak musıkî tarihimize kaydedilir. Bu eser günümüzde daha çok “Mevlid”adıyla bilinir ve Türk insanının başta ölüm olmak üzere kandil gibi özel gün ve gecelerinde büyük bir coşku ile okunacak ve dinlenecektir.
( Devam edecek )
K A Y N A K L A R :
1 ) “Türk Sanat Musıkisi Tarihi”,www.musıkidostları.com
2) Yalçın ÇETİNKAYA,”Osmanlı Musıkisi,İslâm Musıkî Sanatının Bir Devamıdır”,Yeni Şafak Gazetesi,25 Kasım 2000
3) “a.g.e”
4) Hasan Sami YAYGINGÖL,”Müziğin Gelişimi ve Ölçümleri”,Anadolu Üniv.Açık Öğr.Fak.Yay.Eskişehir/1988,s.43,44
5) M.Nazmi ÖZALP,”Türk Musıkîsi Tarihi”,TRT Müzik Dairesi Başkanlığı Yayınları,Ankara/1986,c.1,s.124
6) Fikret KARAKAYA,”Tahran 1.Safiyuddîn Urmevî Kongresi Günlükleri”,http://www.musıkidersi.net
7) Cinuçen TANRIKORUR,”Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler”,Ötüken Neşriyat,İstanbul/1998,s.293
8) “Urmevî-Meragî Sistemi”,www.turkmusıkisi.com.
9) Murat BARDAKÇI,”Türk Müziğinde Teori Araştırması Rauf Yekta Bey İle Başladı”,Milliyet Gazetesi,14 Haziran 1983
10) “Türk Sanat Musıkisi Tarihi”,www.musıkidostları.com
11) Murat BARDAKÇI,”a.g.e”
12) Sadettin ÖKTEN, ”Ahmed Paşa’dan Münir Bey’e”, Türk Edebiyatı Dergisi,Nisan/1994,sayı:246
13) “Türk Sanat Musıkisi Tarihi”,www.musıkidostları.com
14) Nazmi ÖZALP,”Türk Musıkîsi Tarihi”,TRT Müzik Dairesi Yayınları,Ankara/1986,c.1,s.111
15 )Yılmaz ÖZTUNA,”Türk Musıkîsi Ansiklopedisi”,Millî Eğitim Basımevi,İstanbul/1974,s.39
16) Nazmi ÖZALP,”Türk Musıkisi Tarihi”,TRT Müzik Dairesi Yayınları,Ankara/1986,c.1,s.131
17) Murat BARDAKÇI,”Türk Müziğinde Teori Araştırması Rauf Yekta Bey İle Başladı”,Milliyet Gazetesi,14 Haziran 1983
18) “Urmevî-Meragî Sistemi”,www.turkmusıkisi.com