İbn Haldun, “Mukaddime” ve Musiki… Salih Zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 4790 | En Son Okunma: 22.11.2024 - 01:35
Kategori: Araştırma Yazıları

Dünya bilim tarihinin seçkin şahsiyetlerinden olan İbn Haldun(1332-1406)bilindiği gibi “Sosyoloji”, ”sosyal antropoloji” ve “Tarih Felsefesi”nin kurucusu olarak kabul edilir. Günümüzden takriben 625 yıllık bir zaman öncesinde yaşayıp,yazdığı “Mukaddime” (Türçesi:Başlangıç)isimli eserinde döneminin sosyal, siyasal, ,kültür,eğitim,şehircilik v.d.konuları için yaptığı tesbit ve yorumlarla Dünya bilim âlemine geniş ufuklar açmıştır. Ele aldığı konulara,yaşadığı dönemin onlarca asırlık ötesinden bir ufukla bakmış,onun bu hasleti de bilim çevrelerince ne yazık ki ancak 19.yüzyılın ortalarında farkedilebilmiştir.Osmanlı Padişahlarının en çok okudukları yazardır…

İBN HALDUN,”MUKADDİME” VE MUSIKÎ

Dünya bilim tarihinin seçkin şahsiyetlerinden olan İbn Haldun(1332-1406)bilindiği gibi “Sosyoloji”,”sosyal antropoloji” ve “Tarih Felsefesi”nin kurucusu olarak kabul edilir.Günümüzden takriben 625 yıllık bir zaman öncesinde yaşayıp,yazdığı “Mukaddime” (Türçesi:Başlangıç)isimli eserinde döneminin sosyal,siyasal, ,kültür,eğitim,şehircilik v.d.konuları için yaptığı tesbit ve yorumlarla Dünya bilim âlemine geniş ufuklar açmıştır.

Ele aldığı konulara,yaşadığı dönemin onlarca asırlık ötesinden bir ufukla bakmış,onun bu hasleti de bilim çevrelerince ne yazık ki ancak 19.yüzyılın ortalarında farkedilebilmiştir.Osmanlı Padişahlarının en çok okudukları yazardır. Nâimâ, Şeyhülislâm Pîrîzâde Mehmed,Kâtip Çelebi,Taşköprülüzâde,Müneccimbaşı,Hayrullah Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa’nın eserlerinde onun tesirleri açıkçagörülür.Ünlü tarihçi Hammer İbn-i Haldun’un önemini farkedenlerin başında gelir ve onu “Arap Montesquie”sü olarak isimlendirir.
Mukaddime’nin ilk matbaa baskısı 1858 yılında Kahire’de yapılır.Sosyoloji ilminin temeli de ancak bu yüzyılda Fransız filozofu Auguste Comte(1798-1857) tarafından atılacaktır.

`Mukaddime` için en çok kafa yoranların başında rahmetli üstâd Cemil Meriç gelir.Onun “Mukaddime”tarifi oldukça vecizdir. Mukaddime’yi”Bulutları dağıtan bir rüzgar”olarak niteler. İbn-i Haldun ise bulutları dağıtmak için göklere yükselmiş bir kartaldır.

Cemil Meriç Hoca onu tanıtırken şunları söyler:
 “…Tarihi yaşamış ve yaratmış bir insan.İbn Haldun’u İbn Haldun yapan Mukaddime
 …Timur’un büyük iltifatlarına mazhar olur,ama bilir ki ‘Kurb-u sultan,ateş-i sûzân’dır(sultanlara fazla yaklaşan,yanar)Ve bir bahane ile Mısır’a kaçar….
 …Mukaddime,bütün bir İslâm Ortaçağı’nın fezlekesi.Felsefî bir sentez…
 …İbn Haldun tarihi teolojiden temizler,kriteri akıldır.İçtimai hadielerde tesadüf yoktur.
 Bilinmeyen kanunlar vardı.Darwin’in hayatını koruma,neslini devam ettirme insiyakı ile Marx’ın,vitalistlerin görüçü çekirdek halinde onlarda mevcut..
 …Hadiselerin kanunlarını bulur,değer yargıları vermez…”(1)
Altı bölüm,altmış fasıl ve 900 sayfaya yaklaşan hacmi ile,bu günkü dile Halil Kendir’in tercümesi ile çevrilmiş ve 2004 yılında basılarak iki cilt halinde okurların hizmetine sunulmuştur.

UNESCO, 2006`yı `İbn Haldun` yılı ilan eder.İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından 3 Haziran 2006 günü geniş katılımlı uluslararası bir sempozyum düzenler.Sempozyuma yerli ve yabancı 35 bilim adamı katılır.Sempozyumda İbn Haldun`un medeniyet kuramından günümüz dünyasının meselelerine kadar birçok konu geniş bir şekilde ele alınır.

Kitabın birinci bölümü Toplumsal yaşamla başlar,ikinci bölümünde İlkel toplumlarda toplumsal yaşam,üçüncü bölümünde Devletler ve Yöneticiler,dördüncü bölümünde Ülkeler ve şehirler,beşinci bölümünde Meslekler ele alınır ve kitap İlimleri kapsayan altıncı bölümü ile sona erer.

Biz bu çalışmamızda İbn-i Haldun’un müzik ile ilgili görüş ve düşüncelerini araştırmaya çalıştık. Mukaddime’nin gerek müstakilen “Musıkî” bölümünde doğrudan ve gerekse diğer fasıllarında dolaylı olarak genelde kültür ve sanat,özelde Musıkî’ye ilişkin çarpıcı tesbitlerini görüyoruz.

Daha kitabın ilk sayfalarında bugün “kültür emperyalizmi” denilen fenomenin çok çarpıcı bir formülüne rastlıyoruz.
İbn Haldun Mukaddime’nin Yirmiüçüncü Faslı’nın başlığını:”Mağlupların,Hayat Tarzı,Giyimler,Adetler ve Diğer Hususlarda Her Zaman Galipleri Örnek Almaya Düşkün Oldukları Hakkında”olarak belirler.Bu başlığın zaten açıklanmaya bile ihtiyacı yoktur diye düşünebiliriz.Ancak konu metnine bakıldığında bu davranışın gerekçesi bir tokat gibi hissedilir.Üstâd şunları söyler:

“…Nefis,her zaman,kendisine galip gelmiş ve boyun eğdiği kimsede bir mükemmellik olduğuna inanır.Bu,ya onu büyük görmesinden dolayı müğkemmel olarak değerlendirmesinden,ya da boyun eğmesinin sıradan bir galip gelme dolayısıyla değil,galipeki mükemmellikten dolayı olduğuna kendisini-yanlış bir şekilde- şartlandırdığı içindir…
 …Bütün bu sebeplerden dolayı mağlupların her zaman,giyimlerinde,binitlerinde,silahlarında,âdetlerinde ve diğer hususlarda galiplere benzemeye çalıştıkları görülür…
 ….Endülüslüler’in giyim kuşamında,hayat tarzında,âdet ve geleneklerde,hattâ evlerin ve iş yerlerinin duvarlarına resimler çizecek kadar pek çok hususta Avrupa’lı milletlere benzemeye çalıştıkları görülür.Hikmet gözüyle bakıldığında bütün bunların istilânın alâmetleri olduğu hissedilir…”(2)

İbn Haldun’un bu tesbitlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda askerî mağlubiyetler sonucu “Gerileme dönemi”ile başlayan Batı taklitçiliği doğrular.Bunun en somut göstergesi de 1826 senesinde yaşanır.Osmanlı İmparatorluğu tahtında II.Mahmud oturmaktadır.Yeniçeri teşkilâtını dağıtmış, büyük bir “Batılılaşma”hevesi isterisini başlatmıştır.

15 Haziran 1826 tarihi musıkîmizin kırılma noktasının başlangıcıdır.Yeniçeri teşkilâtının sona erdirilmesi ve yerine kurulan yeni ordu ile birlikte,askerî müzik kurumu olan “Mehterhâne” de kapatılır.Bu bir anlamda batılı kalıplara büründürülen askerin müziğinin de ona uydurulması ise de, aslında Devlet’ in genel müzik politikasının da değiştirildiğine dair önemli bir işaretti. Bunu yapan kişi de III.Selim ayarında olmasa bile hanedan içinde tanburî,neyzen ve bestekâr olan bir Padişahtır.

“…Batı musıkîsini devlet musıkîsi olarak kabul eden de II.Mahmud’ dur.Vak’a-i Hayriye’ de,bir Yeniçeri müessesesi olduğu için muhteşem millî askerî musıkîyi,Mehterhâne-i Hâkaanî’ yi ilga etmek kapital hatasını işledi…”(3)
Geçmişi 500 yıl öncesine; Selçuklu dönemine dayanan;

“…Mehter kurumu ile Osman Gazi’ nin soyu arasında mehterin doğuşuyla başlayan bir bağ kurulmuştur…Mehter musıkîsi manevî anlamından savaş sırasındaki anlamına kadar simgelediği bütün anlamlarla geniş bir kullanım alanı olan,âdeta dallanıp budaklanmış karmaşık kültürel yapısıyla,askerlik,tören ve eğlence faaliyetlerini dinî renklerle birleştiren bir musıkîydi…
…Kanımca,Osmanlı yaşama biçiminin bir özelliği olan Mehter,Arapça <ümmet>teriminin dile getirdiği,dünya İslâm cemaati birliği içinde yer alan insanların kendilerini tanımladıkları kimliğin musıkîdeki yüzyıllarca süren bir ifadesiydi…
…Mehter musıkîsi başka musiki türlerinden farklı olarak,herkes için icra edilen ve toplumun çok geniş bir kesimince dinlenen bir musıkiydi..Buna karşılık,mehter musıkîsi hükümdardan en sade insanlara kadar toplum hiyerarşisinin bütün basamaklarına sesleniyordu…”(4)

Geleneksel Musıkîmizin,askerî;dolayısıyla Devlet Musıkîsi kurumu olan Mehterhâne kapatılmıştı ama yerine hangi kurum konacaktı?Bu sorunun cevabı aynı zamanda Türk müzik sisteminin de değişip değişmeyeceğinin cevabı olacaktı.Anlaşıldı ki” devletlûlar”ının gönlünde yine Batı tandanslı bir form yatıyordu.Yeni askere pantolon giydirilirken,müziğimizin “polifonik”olmaması büyük bir ayıp (!)olacaktı.

Bu oluşum aynı zamanda ileriki yıllarda,özellikle Tanzimat ile başlayacak bir “alaturka-alafranga”ikileminin de milâdı olacaktı.
“..Işte dilimizde “alaturka” şeklinde söylenen Italyanca alla turca sözü uluslararası bir müzik terimidir ve sadece “Türk (askerî müziği) tarzında” demektir. Ne var ki, Napolyon’un dostu III.Selim’le başlayıp II.Mahmut’la yerleşen Batı hayranlığı, Ingiliz ajanı Mustafa Reşit Paşa’nın 16 yaşındaki çoçuk padişaha imzalattığı Tanzimat komplosuyla gerçek bir kangrene dönüşünce, beyin travmasına uğrayan Osmanlı aydınının gözünde Batı’dan gelen herşey modern—güzel—faydalı,yani alafranga, kendinin olan herşey geri—çirkin—zararlı, yani alaturka oldu…” (5)

Ancak bütün bunlar olurken gözden kaçırılmaması gereken bir gelişmeden sözetmemek olmaz.Biz Mehter’ den kurtulmaya çalışırken;Batı da asırlarca biraz endişe ve gıptayla izlediği askerî müziğimizi kendi bünyelerine uydurmaya çalışıyordu.Mehter müziği’nin ritmik yapısı Batı müziğinin statik yapıdan kurtulup,dinanizm kazanmasında oldukça önemli bir rol oynar.Netice de Batı askerî müziğini Mehterden yola çıkarak geliştirir ve zirveye çıkarır.

“…XVI.,XVII.,XVIII.yüzyıllarda yetişen bestekâr ve icrâcıları eliyle askerî musiki sanatının zirvesine ulaşan Mehter Musıkîsi hem savaşlar,hem Osmanlı elçi ve hey’etlerine eşlik eden şatafatlı takımlar münasebetiyle tanındığı Avrupa’ da önce ordu birliklerini,sonra da bestecileri etkilemekte gecikmedi.Daha 1683’deViyana’ya yürüyen JAN SOBİESKİ’ nin ordusuna Mehter etkisiyle perküsyonları arttırılmış bir askerî bando eşlik etmişti.Batılıların çoğunlukla YENİÇERİ MÜZİĞİ anlamına gelen terimlerle adlandırdıkları Mehter’i ilk uygulayan LEH’ler ldu.(1741)Avusturya,Rusya,Prusya ve İngiltere de arkalarından geldi…”(6)

Aslında temelleri Lâle devri ile atılan,III.Selim ile ilk aksiyonları görülüp,II.Mahmud ile sistemi oluşturulan musıkîdeki“Batı taklitçiliği”,daha sonraki Tanzimat,Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de kesintisiz bir şekilde sürdürülür.Türk musıkisi ancak 1970’li yılların ortasında Devletce yeniden sahiplenilmek istenir.Yılların ihmalini gidermek amacıyla 1976 yılında Türk Musıkisi Devlet Konservatuvarı hizmete konulur.Bu kurumun oluşturulmasından önceki hazırlık safhasında ve kuruluşundan sonra,Batılı müziğin devletten rantını yiyen ve 2 asırdır özgün bir müzik ortaya çıkaramayan “çoksesci”lerin “istemezük!…”çığlıkları arşa yükselir.Tabii bu zaman aralığında Türkiye’de müzik hiç düşünülmeyen bir mecraya akmaya başlamış,devletin dizayn ettiği müzik hiç itibar görmediği halde,istenmeyen bir sürü yoz müzik ortalığı kaplamıştır.Yani iş işten geçmiştir.Geçmiştir de yine de zararın neresinden dönülürse kârdır hesabı iyi bir şey yapılmıştır.

Üstâd kitabının onsekizinci Fasılında,Sanatların kök salmasında,şehir medeniyetlerinin önemine değinir.Özellikle umrânda(medeniyet karşılığı olarak kullanır)büyük bir mesafe almış olan şehirlerin,ne kadar kalabalık bile olsa umranı yeni olan şehirlere göre,bütün sanatların daha çok gelişip kökleştiğini söyledikten sonra şöyle devam eder:

“…Çağımızda Endülüs’ün durumu böyledir.Endülüs şehirlerindeki alışkanlıkların gerektirdiği bütün sanatların,sağlam ve kökleşmiş bir şekilde mevcut olduğunu görüyoruz.Bina yapımı(ustalık),aşçılık,telli çalgılar ve diğer aletlerle yapılan müzik ve eğlence çeşitleri…diğer bütün sanatlar mevcuttur…”(7)

Bu tesbiti de Geleneksel musıkimizin daha çok başta İstanbul olmak üzere,Bursa,Edirne gibi döneminin önemli merkezlerinde yoğunlaştığının açıklamasıdır.Daha küçük yerleşim merkezlerinde ise, haliyle estetik yönden daha düşük seviyeli sanatların icra edildiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

İbn Haldun kitabının otuzikinci faslını “Musıkî Sanatı Hakkında”başlığı ile müziğe ayırmıştır.
Konuya girişte musıkinin tarifini yaptıktan sonra,Tam ses,yarım ses,çeyrek ses v.dlerinden bahseder.Devamında Endülüs’te kullanılan nefesli ve telli sazlardan söz eder.

İnsanın musıkîden aldığı zevki bir psikolog yetkinliğiyle geniş bir şekilde anlatır.Akabinde bir müzikolog gibi, icradaki tavır ve üslup kurallarını şöyle açıklar:

“…Her şeyden önce (uzun bir)sesin,tek (ve yüksek bir)ritimde çıkartılmaması gerekir.Akine kademe kademe yükseltilmelidir.Sesin kesilmesi de aynı şekilde olmalıdır.Hatta aynı nitelikte iki sesin arasına da,farklı nitelikte bir sesin sokulması gerekir.Dil bilginlerinin mahreçleri(çıkış yerleri)itibariyle birbirine çok uzak veya çok yakın harflerden oluşmuş terkipleri çirkin bulmaları buna benzer…”(8)
Bu dört cümlelik ifadenin içinde bir müzik icracısının tavır,üslup ve prozodik bakımdan dikkat etmesi gereken kurallar gayet açık bir şekilde anlatılmıştır.

Bundan sonra Kur’anın musık’ı ile tilâvet edilmesi konusunda görüşlerini açıklar.Kur’anın şarkı gibi okunmasının uygun olmayacağını belirtir.Bunu da Peygamber Efendimiz ve İmam Malik’in görüşü doğrultusunda:
 “Kur’an okumaktaki kasıt,seslerin ahenk ve nağmesinden zevk almak değil,huşû içinde ölüm ve ölümden sonrasını zikredip düşünmektir.Sahabelerin de Kur’an okuması böyleydi…” (9)
Olarak görüşünü belirtir.

Bu bölümün önemli paragraflarından birinde de, bütün sanatlar gibi,her musıkînin ülkelerin birbiriyle olan kültür alışverişleri sonrasında geliştiğini,yani Arap Musıkîsinin Fars-Yunan müziklerinin bileşimiyle ortaya çıktığını anlıyoruz.Bu konuda İbn-i Haldun sonraki kuşakları:
“….Fars ve Rum şarkıcılar kendi diyarlarından ayrılarak Hicaz’a gitmişler,oralarda Arap’ların hizmetlerine girerek ûd,tanbur ve ney gibi çalgı âletleri çalıp,şarkılar söylemişler,onların nağmeli (makamlı)seslerini dinleyen Araplar da şiirlerini aynı şekilde söylemeye başlamışlardır…”(10) olarak bilgilendiriyor.Bu durumda bizim musıkimiz de,Osmanlı’nın kuruluşu ile birlikte,tarihten gelen yapısıyla,Fars,Yunan ve Arap musıkileri ile yaptığı alışverişlerle hem onları etkilediği,hem de onlardan etkilendiklerini oraya çıkarmaktadır.

Mukaddime’nin “Musıkî”bölümü şu ifadelerle sona erer:
“…Musıkî sanatlar içinde umranda en son ortaya çıkanıdır.Çünkü diğer sanatlar (kemalî de olsa)belli ihtiyaçlara cevap vermesine rağmen,musıkî sadce boş zamanlarda eğlenip neşelenmeye yarar.Aynı şekilde umrânın gerileyip,zayıflamaya başlamasıyla,ortadan ilk kaybolacak sanat da yine musıkîdir..” (11)

Bu tesbitler ışığında bizim geleneksel musıkîmize baktığımızda da aynı şeyleri görürüz.Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine kadar bilim ve sanatta olduğu gibi musıkîde de önemli isimler ortaya çıkmıştır.Gazi Giray Han,Hafız post,Buhurizade Mustafa Itrî,Tanburî Mustafa Çavuş’lardan sonraHammamîzade İsmail Dede Efendi,Dellâlzâde ve Zekâi Dede artık geleneksel musıkînin son temslicileri olur.Yıkılışın arifesinde ise o geleneğin yetiştirdiği Hacı Arif Bey,akabinde Şevki Bey’ler bayrağı ele alırlar.Ancak Batı rüzgârı geleneksel müziğimizi gerek şekil ve gerekse içerik olarak apayrı bir niteliğe dönüştürecektir.

Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber”Mukaddime”:”…Türkiye’ de öğretmen mekteplerinin kurucusu Satı Bey ve Ziya Gökalp tarafından kovulur…”(12)
Başka şansı yoktur ;çünkü dönemin sosyologu Ziya Gökalp’in tezleri,sosyolojinin kurucusunun önermeleri ile çelişkilidir.Zaten “Türkçülüğün Esasları”nda dile getirilen “muasırlaşmak” bir ölçüde redd-i miras zihniyetidir.
Cumhuriyet ile birlikte Devlet’ce Batı Müziği daha fazla sahiplenir. Bu politikaya rağmen Hacı Arif Bey ile devam eden Osmanlı musıkî anlayışını Suphi Ziya Özbekkan,Lemi Atlı gibi isimlerle bir süre daha devam ettirilebilirler.

1940’lı yıllara doğru ise bu kez Sadettin Kaynak ile başlatılan yeni akım bir Türk musıkî anlayışı,aynı zamanda günümüze kadar ulaşsa da,Batılılaşma ekseninde 1970’li yılların ortalarına kadar devlet desteğinden yoksun kalan musıkimizdeki erozyon kronikleşecektir.

Çözüm elbette ki İbn-i Haldun’un tesbitleri doğrultusunda, Batı özentisini terkedip,yeni Millî Kültür politikası oluşturmaktadır….

KAYNAKLAR:
1 Cemil MERİÇ,Sosyoloji Notları ve Konferansları,İletişim Yayınları,İstanbul/1997,4.baskı ,s.68,69,70
2 İbn-i HALDUN,”Mukaddime”,Yeni Şafak Dağıtım,İstanbul/2004,s.200
3 Yılmaz ÖZTUNA,”Dede Efendi”,Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,İstanbul/1987,s.38
4Eugenıa POPESCU-JUDETZ,”Türk Musiki Kültürünün Anlamları”,Pan Yayıncılık,İstanbul/1996,s.56-57
5 Cinuçen TANRIKORUR,”Alaturkanın Aslı”,Aksiyon Dergisi,31.12.1994,sayı:4
6 Çînuçen TANRIKORUR,”Osmanlı Musıkîsi”,Osmanlı Medeniyeti Tarihi,Zaman Gazetesi Yay.,İsanbul/1999,c.2,s.499
7 İbn-i HALDUN,”a.g.e”,s.557
8 İbn-i HALDUN,”a.g.e”,s.592
9 İbn-i HALDUN,”a.g.e”,s.593
10 İbn-i HALDUN,”a.g.e”,s.594
11 İbn-i HALDUN,”a.g.e”,s.595
12 Cemil MERİÇ,”Sosyoloji Notları ve Konferanları”,İletişim Yayınları,İstanbul/1997,4.baskı,s.68




Hoşgeldiniz