Dünyada ve Türkiye’de Çalgı Yapımcılığına Genel Bir Bakış… Veyis Yeğin


Toplam Okunma: 9195 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 15:36
Kategori: Fikir Yazıları, Çalgılar

Osmanlı döneminde sarayda kabul gören ve himaye edilen sanat müziği sayesinde, bu müziğin icrasında kullanılan çalgılara da önem verilmiştir…Önceleri kırsal kesimlerde “boş zaman uğraşı” olarak görülen çalgı yapımcılığı, büyük kentlere göçlerle birlikte kentlerde geçim sağlayan birer meslek haline geldi…

Dünyada ve Türkiye’de Çalgı Yapımcılığına
Genel Bir Bakış… Veyis Yeğin

Dünyada ilk çalgı yapım ekolünün temelleri 1500’lü yıllarda keman yapımcısı Gasparo Bertolotti tarafından İtalya’da atılmıştır. Dünyanın en ünlü çalgı yapım okulu da yine bu ekolün birikimleri ile İtalya’da kurulmuştur. Bu okul “SCUOLA INTERNAZIONALE DI LIUTERIA CREMONA” adıyla çalışmalarını halen sürdürmektedir. Avrupa yüzyıllar boyu çalgı yapım sanatının beşiği olmuştur. İtalyan, Fransız ve Alman ekolleri, neredeyse ülke sınırlarından da önce oluşmuştur. Bu gruba sonradan Amerika ve Japonya da katılmıştır. Japonlar, kurdukları sistemlerle popüler batı çalgılarını dev miktarlarda üreterek dünya pazarlarında belirleyici güç durumuna gelmişlerdir.

Avrupa’da özellikle barok dönemde, çalgı müziğinin ve virtüözitenin ön plana çıkmasıyla müzik ve çalgıların gelişiminde olağanüstü gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönemde üflemeli, yaylı ve tuşlu çalgı yapımında geliştirilen yöntem ve teknikler günümüze kadar gelmiştir. Her aşamada yeni buluşlarla desteklenen bu sistemler, günümüzde hayranlık uyandıracak bir “çalgı yapım teknolojisini ve sanayisini” de beraberinde yaratmıştır.

Çalgı yapımcılığı, hemen her zaman, popüler el sanatları kapsamında yer almıştır. Ancak, bu sanatı salt ustadan çırağa geçen bir marifet şeklinde görmek, tam anlamı ile bir dar görüşlülüktür. Bu anlayış, organoloji çalışmalarını da salt bir derlemeciliğe hapsetmek demektir ki Türk organoloji çalışmaları henüz bu kısır anlayışlardan kurtulmuş değildir. Çağımızda, yalnızca kendi kaynağından beslenen ve başka hiçbir sanat ya da bilim dalı ile bağlantısı bulunmayan tek bir sanat dalı gösteremeyiz. Her sanat dalı, diğer birçok dal ile öylesine iç içe girmiştir ki sanatçı, ister istemez, çok yönlü ve sürekli yüksek kültür düzeyine sahip olmak zorundadır.

“Sanat, sanat için midir, halk için midir?”, “Sanat nedir, zenaat nedir, sanatçı kimdir?” Son olarak da “Gerçek sanatçı kimdir?” Sorularının yanıtları en hararetli biçimde tartışılır oldu. Ortaöğretimde hâlâ kalkınma “Köyden mi şehirden mi başlamalı” tartışması yaptırılıyor. Öyle görünüyor ki ülkemizin muhafazakar kuşakları, kendi açmazlarını, yeni nesillere “Sahip çıkılması ve vazgeçilmemesi gereken bir miras” olarak benimsetmek istiyor. İşte, biz bunları en ateşli biçimde tartışıp konuların cılkını çıkartırken zenaat ve sanat alanında dünya pazarlarının dışında kalıverdik. Doğu bloğu ülkelerinde ucuz işgücü pazarının kapanmasıyla birlikte buradaki imalat sektörü uzak doğuya kaymıştır. Ancak batılı tüccarlar, ucuz Uzakdoğu işgücünü öylesine hoyratça kullandılar ki sipariş ettikleri malların müşterisi olmaktan vazgeçmeye başladılar. Ve bu malları da Türkiye vb. ülkelere pazarlamaya çalışıyorlar. Diğer taraftan da kendi tüketicilerine daha kaliteli mallar üretmeye çalışıyorlar. Öyleyse, bu pazarlara girmenin ve bu pastadan paylar almanın yollarını bulmak gerekiyor.

Artistik el sanatları, bir ulusun kültür mozaiğinin en çok ilgi çeken parçalarını oluşturur. El sanatlarını temsil eden ürünler, doğdukları kültür bölgesinin kimlik sembolleridir. Ve, mutlaka bir ihtiyaçtan doğmuştur. Yeryüzünde müzik, bir insan ihtiyacı olarak var olduğu sürece, çalgı yapımcılığı da var olacaktır. Çalgılarımız, insanlık kültürü içerisinde çok zengin ve önemli bir tarihe sahiptir. Ülkemizde bu el sanatı, usta çırak ilişkisi içinde tamamen geleneksel yöntemlerle kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülmüştür. Türk insanı, yüzyıllardır çaldığı sazı kendi imkânları dahilinde yine kendi yaparak bunları günümüze kadar getirmiştir. Bu tarihçe 1950’lere kadar biraz da tesadüflere bağlı olarak sürmüştür demek, yerinde olacaktır. Yakın tarihlere kadar toplumumuzun belli çevrelerinde müziğe ve çalgılara soğuk bakılması yüzünden, bu sanat dalı daha çok Rum ve Ermeni asıllı vatandaşlarımız tarafından sürdürülüyordu. Batıda da kemanın atası olarak gösterilen klasik kemençemizi biz, 19. yy’dan daha önce de kullandığımıza ilişkin belge bulmakta güçlük çekiyoruz. Türk Kültür Tarihi’nde kökleri milada kadar uzanan bağlamanın 1950’lerde en iyi yapımcısı Agop ustadır. Bugün, Ali Osman Türkmen gibi ustalar hep Agop Ustanın yetiştirdiği veya etkilediği ustalardır. Ut çalan hemen herkes, Manol ve Onnik Ustaları bilir, onlardan övgü ve saygıyla söz eder. Klasik kemençenin tarihine geçen en önemli yapımcılar, Baron ve İzmitli adları ile bilinen azınlık asıllı ustalarımızdır.

Osmanlı döneminde sarayda kabul gören ve himaye edilen sanat müziği sayesinde, bu müziğin icrasında kullanılan çalgılara da önem verilmiştir. Bu dönemde zaman zaman, sanat değeri yüksek çalgıların yapıldığını görmekteyiz. Mehterhane ve saray dışında kalan çalgıların gelişimleri ise tamamen halk arasında sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet döneminde, büyük kentlere göçlerle birlikte kırsal kesimlerde “boş zaman uğraşı” olarak görülen çalgı yapımcılığı, kentlerde geçim sağlayan birer meslek haline geldi. Halk arasında özellikle bağlama, ut, kanun gibi çalgıların hızla yayılarak popüler çalgılar durumuna geldiğini görüyoruz. Özellikle TRT kurumu ve popüler virtüözler, bu çalgılara yönelik talep artışına ön ayak olmuşlardır. Batıya öykünen genç kuşaklar arasında ise gitar en gözde çalgı durumuna gelmiştir.

Ülkemizde çalgı yapımcılığı ciddi olarak, ilk kez 1940’lı yıllarda ele alınmıştır. Kendi imkânlarıyla Avrupa’da araştırma ve çalışmalar yapan Mithat Arman, Ankara’da, II. Erkek Sanat Enstitüsü’nde ilk çalgı yapım bölümünü kurdu. Sonradan Ankara Devlet Konservatuarı’na nakledilen bölüm, çeşitli nedenlerle kapatılmış, yirmi yıl aradan sonra, bu defa 1978’de İstanbul Türk Musıkîsi Devlet Konservatuarı’nda, Cafer Açın tarafından kurulmuştur. Bunu 1989 yılında E.Ü. Devlet Konservatuarı’nda açılan çalgı yapım bölümü izlemiştir. Ülkemizdeki çalgı yapım sanatının üniversal boyutu, Avrupa ile kıyaslandığında, bu sanatın oldukça genç bir tarihçeye sahip olduğu görülür. Ancak bu kısa süreçte yapılan birçok araştırma ve geliştirme çalışmaları, şimdiden Türk Çalgı Tarihi’ne geçmiştir. Buna rağmen, ülkemizde iyi yetişmiş çalgı yapım sanatçısı sayısı azdır. Bu sanatçıların bir kısmı da imkânsızlık yüzünden ülkeyi terk ederek Avrupa ve Amerika’da çalışabilmenin yollarını aramaktadırlar.

Türkiye dahil tüm dünyada muazzam bir pazara sahip olan çalgı yapımcılığının ülkemizde henüz sanayisi ve teknolojisi oluşmamıştır. Bu sanat dalımızın en önemli eksikliklerinden biri de akustik bilimi, odun bilimi(odun anatomisi) ve teknolojisinden yeterince yararlanılmamasıdır.

Türk çalgı yapımcılığı piyasada iki biçimde şekillenmiştir. Birincisi yıllarını bu sanata adamış ve bu yolla isim yapmış ustalarımız ki bunlar özel sipariş üzerine çalışırlar ve ayda 2-3 adet çalgı üretirler. Bu ustalarımız, toplumumuzda orta düzeyde sosyoekonomik yapıya sahiptirler. Bu ustalarımız geleneksel çalgı yapım sanatımızın en önemli temsilcileridirler ve bu sanatın kuşaklar arasındaki sağlam köprülerini oluştururlar. İkincisi, seri imalat yapan atölyeler. Bunlara seri imalat yapan atölyelerden ziyade, “çok çalgı yapan” imalathaneler demek daha doğru olur. Bunların, birkaç patron imalathanesi hariç, yüzlercesi hatta binlercesi, son derece sağlıksız koşullarda çalışan tam anlamı ile izbe atölyeler durumundadır. Bu atölyelerin pek çoğu rutubetli, yangına karşı korunmasız, insan sağlığı için son derece kötü ve pek çoğu da ruhsatsızdır. Buralarda çalışan ustalar için, başka bir iş bulamadıkları için bu meslekte çalışıyorlar, demek pek de yanlış olmaz. Bu atölyelerde çalışan elemanlar, toplumun alt tabaka insanlarından oluşmaktadır. Ülkemizde çalgı yapım sanatına özgü bir teknoloji ve sanayiinin oluşmamasının en önemli sebebi de bu olsa gerek. Yani, meslek mensuplarının çok büyük bölümünün girişimci ve sermaye gücünün olmaması, sektördeki gelişmeyi olması gereken düzeye ulaştıramamıştır.

Geleneksel el sanatlarının temeli el işçiliği ve göz nurudur. Sektörde güçlü kuruluşların bulunmaması, bu alanda son derece kaypak ve sağlıksız ilişkilerin oluşmasına da yol açmıştır. Bir atölyede 6 ay ya da bir yıl çalışan bir eleman, artık ustalaştığına ve kendi işini kurması gerektiğine inanarak, derme çatma birkaç alet ile kendi adına yeni bir atölye kurmaktadır. Son bir yıl içerisinde, İzmir’de bu tarz 50’nin üzerinde bağlama atölyesi kurulmuştur. Bu durum, yapım geleneğini ve meslek ahlakını hızla dejenere etmektedir. Diğer taraftan vergi verme güç ve ciddiyetinden uzak olan bu atölyeler, kaçak çalışmayı tercih etmektedir. Avrupa’da, doğdukları ülkelere mal olmuş geleneksel el sanatı atölyeleri, örneğin Fransa da, “ulusal kültürü gelecek kuşaklara ulaştırdıkları” için vergiden muaf tutulmaktadırlar. Türkiye’de böylesi bir teşvik unsuru şöyle dursun, çalgı yapımcılarımızı temsil edecek bir meslek kuruluşu dahi bulunmamaktadır. Örneğin, Almanya’da bir keman atölyesi kurabilmek için devletin belirli periyotlarda açtığı el sanatları sınavını almak gerekmektedir. Bu sınava girmek için ise devletin belirlediği üç yıllık bir staj müfredatını usta öğretici ruhsatlı bir ustanın yanında çalışarak tamamlamak gerekmektedir. Tamamlanması gereken müfredat ise ağaç teknolojisi, meslek bilgileri ve teknolojisi, atölye sistem ve düzenleri, estetik, muhasebe gibi konulardan oluşur. Aksi taktirde bu alanda bir atölye kurmanın imkânı yoktur. Mutlaka ehliyet sahibi olma zorunluluğu vardır.

Ülkemizde kurulan çalgı yapım okullarında, yüksek sanat seviyesinde işler çıkmasına rağmen bu kurumların, piyasanın üzerinde birer öncü rolleri bulunmamaktadır. Hatta yerinde sayarak piyasanın da gerisinde kaldıklarını üzülerek izlemekteyiz. Bu okullara çok öğrenci almanın, çok mezun vermenin fazlaca bir önemi yoktur. İmkansızlıklar içerisinde yüzerken, nitelikli bir eğitimin yapılabileceğine de inanmıyoruz. Çalgı yapım bölümlerimiz hâlâ derme çatma tezgâhlar ve ilkel aletlerle çalışmaktadırlar. Bu bölümlerimiz henüz teknolojik aletlere, laboratuarlara ve bilimsel araştırma yapabilecek donanımlara sahip değildirler. Diğer taraftan, ülkemizde iyi yetişmiş, üstün yetenekli lutiyerlerin sayısı giderek artmaktadır. Çok nitelikli kadrolarımız vardır ve dışarıdan yapımcılar getirmeye de hiç gerek yoktur. Yapılması gereken tek şey vardır, o da bu sanat dalına bütçe ve ödenek ayırmaktır.Alanda güçlü bir yapılanmaya ,mesleki denetimi yapabilecek meslek örgütlerinin oluşturulması başlı başına alana bir dinamizm getirecektir.

Yaşayan geleneksel Türk el sanatları içerisinde çalgı yapım sanatı, çok özel ve önemli bir yere sahiptir. Örneğin, artık fazlaca yapılamayan markiteri, oyma, kakma, sedefkârlık gibi bazı geleneksel el sanatları da çalgı yapımcılığının içinde kalmıştır. Bu sanatın estetik temelini kişisel yetenekler, bilgi ve deneyim oluşturur. Ancak, bunun bir de bilim temeli vardır. Deneme yanılma yöntemi ile çalışmak artık tarihe karışmalıdır. Bu sanatın bilim temeli ise öylesine bakirdir ki doğru yapılacak her çalışma, her araştırma ayrı bir keşfi, ayrı bir icadı ortaya koyacaktır. Örneğin tasarım, süslemecilik, ses-tını ilişkileri vb. konular. Ancak, bunların çoğu, ekip çalışmasından geçer. Bu alana yönelmiş iyi fizikçilere, iyi müzikçilere, iyi anatomi mühendislerine ve iyi yapımcılara ihtiyaç vardır. Bilim çalışması ise ancak bilim ortamında, bilimsel donanımla yapılabilir.




Hoşgeldiniz