Prof.Dr. Gültekin Oransay’ın “Divan Küğü Tarihi” Ders Notlarından(1982)… Dr. Ayhan Sarı
Toplam Okunma: 5044 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 06:37
Divan küğünün kuramını yansıtan yazmaların en eskisi 15.yy’dan, bu küğün dağarını yansıtan en eski nota dergisi 17.yy’dan kaldığına göre daha önceki yüzyıllar için ancak minyatürlere, gezi anılarına, küğ ve küğ adamlarımızla ilgili tek tük belgelere dayanarak yorumlarda bulunmaktan başka bir yol görünmemektedir.
Prof.Dr. Gültekin Oransay’ın “Divan Küğü Tarihi” Ders Notlarından(1982)… Dr. Ayhan Sarı
Divan küğünün tarihini ortaya koyacak araştırmalara henüz yeni başlanmış olduğundan daha karanlık olan pek çok noktası vardır. Bununla birlikte kaynakların azlığından dolayı birçok noktanın belki de hiçbir zaman aydınlığa kavuşturulamıyacağını unutmamak gerekir. Divan küğünün kuramını yansıtan yazmaların en eskisi 15.yy’dan, bu küğün dağarını yansıtan en eski nota dergisi 17.yy’dan kaldığına göre daha önceki yüzyıllar için ancak minyatürlere, gezi anılarına, küğ ve küğ adamlarımızla ilgili tek tük belgelere dayanarak yorumlarda bulunmaktan başka bir yol görünmemektedir.
Geleneksel Türk sanat küğü tarihinin en ilginç konularından biri, bu küğün kökeni sorunudur. 19.yy’dan başlıyarak önce Kiessewetter, Hutherley, Farmer gibi Avrupalılar daha sonra aralarında Ziya Gökalp’in de bulunduğu bazı yorumcular geleneksel Türk küğünün aslında Türk olmadığını Bizans, Arap, Acem’den alınma olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü bilimsel yöntemlerle ilk kez çürüten Hüseyin Saadettin Arel’in “Türklük” dergisinde 1939 Nisan’ı ile 1940 Kasımı arasında yayınlanan 14 uzun makalesi olmuştur.
Geleneksel Türk sanat küğünün aslında Bizans, Arap ya da Acem küğü olduğunu ileri sürenlerin dayandığı iki görüngü vardır:
a- Bu küğde kullanılan hemen bütün terimlerin ya eski Grekçeye, ya Arapça ve Farsça’ya dayanması Avrupa kitaplıklarına girmiş büyük kuram kitaplarımızın Arapça ya da Farsça yazılmış olması.
b- 19.yy’da Bizans kilise küğü, Arap ve Acem küğü olarak bilinen ve Avrupalılarca ayrıntılarıyla incelenen küğlerin GTSM ile büyük benzerlik göstermesi, hatta dağarlarında bile ortak eserler bulunması. Üçüncü bir neden olarak ise Avrupalı görüşü olan “Türklerin barbar oldukları, yüksek sanat eseri meydana getirecek yetenekten yoksun bulundukları” düşüncesinin etken olabileceği de akla gelebilir.
Oysa Avrupalıların da daha 19.yy’a değin bilim dili olarak Latince kullandıklarını, bugün bile bilim ve teknik terimlerinin büyük çoğunluğunu eski Grekçe ve Latince kökenli kelime ve eklerle türettiklerini düşünmek bile Türklere (Arapça-Farsça yazmalarından ve birçok makam ve terim isminden dolayı) yöneltilen saldırının haksızlığını apaçık ortaya koyar. Söz gelimi Türkçe’de taş, kaya anlamına petros kelimesi ile bunun Latincede aldığı petrus biçimine dayanan Almanca ve İngilizce Peter, Fransızca Pierre, İspanyolca Pedro, Rusça Petro erkek adına bakıp bütün bunların Grek ya da Latin olduğunu; “taş yağı” yağı anlamına gelen petroleum kelimesine bakıp bu yakıtı ilk kez Greklerin ya da Latinlerin kullandığını ileri sürmek ne kadar gülünç ise; Arapça “hamd” kökünden türemiş Abdülhamid, Hamid, Hamdi, Hamdullah, Ahmed, Mahmud ve Mehmed gibi adları olan Türklerin de Arap olduğunu söylemek, yanlı ve komik bir yaklaşım tarzıdır.
Öte yandan Suriye’nin 402 yıl (1516-1918), Yemen’in 401yıl (1517-1918), Irak’ın 383 yıl (1534-1917), Cezayir’in 311 yıl (1519-1830), Tunus’un 297 yıl (1574-1871), Mısır’ın 281 yıl (1517-1798), Yunanistan’ın 115 yıl (1715-1830) Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olduğunu, Bizans Kilisesi’nin 1453’den beri Türk topraklarında yaşadığını göz önünde bulundurunca bütün bu yerlerdeki küğlerin neden Divan küğün’e benzediğini anlamak kolaylaşır. Batı yarım küresi’nin en güçlü Devleti’ne başkent olan İstanbul her konu gibi sanat ve müzik konusunda da ölçek olmuş, özellikle Suriye, Irak, Mısır, Tunus ve Cezayir gibi ülkeler Divan küğünü benimseyebilmek için özel çaba göstermiş, sanatçılarını İstanbul’da yetiştirmiş ya da Türk küğü ustalarını öğretmen olarak ülkelerine çekmişlerdir. Bu gerçeği Arap ülkelerinde yayınlanmış birçok küğ kitabında, hatta artık Batı ülkelerindeki yayınlarda okumak mümkündür. Aynı şekilde Bizans kilise küğü üzerine çalışanlar da bu küğün 15.yy’dan başlıyarak Türk müziği etkisinde kaldığını saptamış bulunmaktadırlar.
Bununla birlikte yüksek düzeydeki hiçbir sanatın bir boşluk içinden kendi başına oluşmadığını, çevreden gelen etkileri benimseyip kendi benliğinde sindirdiğini unutmamak gerekir. Söz gelimi 18.-19. yy’larda Haydn, Mozart, Beethoven, Mendelssohn, Schubert, Schuman, Weber, Brahms gibi uluslar arası sanat küğünün en ustalarından birçoğunu yetiştiren Alman küğü 17.yy’da henüz İtalya’dan ve Fransa’dan gelen etkileri sindirme çabası içindeydi.
İşte geleneksel Türk sanat küğünün oluşumunu da bu biçimde düşünmek gerekir: 1. Selim 1514’de Tebriz’den, Sultan 4. Murad 1638’de Bağdat’tan birer çalgı kümesini alıp İstanbul’a getirmiş, bunların kendilerine özgü eserleri yüzyıllarca “Acemlerin” diye nitelenerek fasıllarda seslendirilmişti. 19,yy’da Romanya’dan “hora lunga” ve Yunanistan’dan “sirtos” adlı oyun havaları benimsenerek divan küğüne katılmıştı. 20.yy’da ise Yakındoğu küğünün çeşitli üslup ögeleri “Arap tarzı” terimiyle anıldı.
Bu türlü örnekleri çoğaltmak kolaydır. Önemli olan bu tür etkilerin divan küğünün kendine özgü karakterini bozmadan benimsenip benimsenmediği, Türk damgasıyla damgalanarak sindirilip sindirilmediğidir. Söz gelimi cami bir ibadet yeri olarak Türkler tarafından yaratılmış olmasa da, bu türe “kalem gibi ince minareleriyle” Türk damgası vurabilmiş ve bir Türk camisi yaratabilmiş olan atalarımız böylece sanattaki yaratıcılıklarını yeterince kanıtlamışlardır. İnce minareli bir cami ister Kahire’de ya da Belgrad’da olsun nasıl Türk zevkini, Türk mimarlık anlayışını yansıtırsa, üç dört haneli bir peşrev, bir saz semaisi yada bir Mevlevi ayini de ister konya’da ister Şam’da ya da Üsküp’te seslendirilmiş olsun geleneksel Türk sanat müziğini temsil eder.
Buna karşılık 1940’da özellikle Mısır filmleriyle Türkiye’de tanınmaya başlanan, kısa söylemlerin yinelenmesinden oluşan Arap işi şarkılar, Türkçe sözlerle söylense de bir taklitten öteye gidemedği, bizim herhangi bir katkımızla zenginleşip damgalanmadığı için yoz bir görüngü olarak kalmıştır.
Divan küğü tarihini üç evreye ayırarak inceliyebiliriz:
1- Oluşum evresi (1520 öncesi)
2- Doruk evre (1520-1826)
3- Tanzimat sonrası (1826’dan bu yana)
OLUŞUM EVRESİ (1520 öncesi)
Bu dönem için bilgimiz pek azdır. Selçuklular (1071-1308) zamanından kalma belgeden ancak birkaç küğcünün adını ve çalgılarını öğrenmekteyiz. 13.yy mutasavvıflarından Taptuk Emre’nin altı telli bir çalgı olan şeşta, Mevlana Celaleddin ile oğlu Veled Çelebi’nin rebab çaldıkları rivayet olarak bilinmektedir.
Türkiye’deki sanat küğünü konu aldıkları bilinen ilk kuram kitapları 15.yy’da ortaya çıkar. Ahmedoğlu Şükrullah, Osmanlı şehzadesi İsa Çelebi (ölm1404?-1408) için Arapça ve Farsça’dan çeviriler yaparak makamları ve çalgıları anlatan bir kitap yazmış, Abdullahoğlu Hızır, Sultan 2. Murad’a büyük bir edvar kitabı sunmuştur. Bu iki kitabın Türkçe olmalarına karşın adı bilinmeyen birisi Sultan 2. Mehmed’e, Ladikli Mehmed “Fethiye” ve Zeynü’l Elhan başlığıyla Sultan 2. Bayezid’e sundukları büyük kuram kitaplarını Arapça yazmışlardır. Bu kitaplardan anlaşıldığına göre 15.yy’da GTSM’de büyük bir değişim gerçekleşmekte, yeni yeni makam ve usullar kullanılmaya başlamakta, eskileri gözden düşüp unutulmaktaydı.
Daha önce Sultan Bayezid’in ve 2. Murad’ın saraylarına konuk gelmiş Meragalı Abdülkadir(ölm.1435) Farsça yazdığı Cami’ül Elhan, Şerh’ül Edvar, ve 1421 de Sultan 2. Murad’a sunduğu Makasıd’ül Elhan gibi kitaplarında Anadolu müziğinden çok Yakındoğu ve Orta Asya Türk müzikleri anlatılmaktaydı. Buna karşın 1500 yılıyöresi yazıldığı sanılan Şeyhi’nin Kitab-ı Riyaziyat’ı 15. yy’da Türk küğünde kullanılmış perdeler ve çalgıların akordları hakkında ayrıntılı bilgiler verir: Ses sisteminin bi 17 perdeli, diğeri 23 perdeli olmak üzere iki türlü olduğunu söyler. Fakat ayrıntılarını gizli olduğu gerekçesiyle saklar.
Meragalı Abdülkadir’in oğlu Abdülaziz “Nekavet’ül Edvar” adlı kitabını Sultan 2. Mehmed’e, torunu Mahmud da “Makasıd’ül Edvar”ı’ını Sultan 2. Bayezid’e sundularsa da bu bilginlerin nerede yaşamış olduklarını bilmiyoruz.
Divan küğünün bu oluşum evresinden kaç bağdanın(beste) günümüze gelebildiği bile belli değildir. Bir yandan Farabi’nin, Meragalı Abdülkadir’in olduğu söylenen kârlar ve besteler, Sultan Veled’in olduğu söylenen neva ve rahat’ül ervah makamlarında peşrevler, oğlu Şehzade Korkut’un olduğu söylenen dörder peşrev ile saz semaisi sonradan onlara yakıştırılmış olabileceği gibi, öte yandan kimin eseri olduğu bilinmiyen, hatta hangi yüzyıldan kaldığı bile saptanamıyan üç eski Mevlevi ayini ile nice peşrev ve saz semaileri 1520 öncesinin ürünü olabilir.
DORUK EVRE (1520-1826)
Sultan 1. Süleyman’ın Tahta geçişiyle başlar. Divan küğünün gerek bağdarlık(bestecilik), gerekse seslendirim alanında en yüksek düzeye ulaştığı üçyüz yılı kapsar. Kâr, beste, peşrev, mevlevi ayini gibi sanatlı türlerin büyük canlılık gösterdiği ve gözde tutulduğu bu evrede bir tekkede zikrleri yönetecek zakirbaşı olabilmek için 1000’in üzerinde ilahi bilmenin şart koşulması, küğcülerin sanat ve becerinin yanı sıra ne kadar bilgiye sahip olduklarını gösterir.
Padişahlar da dahil olmak üzere, Şeyhülislamına varıncaya dek din adamlarının, paşaların, devletin öteki ileri gelenlerinin seslendirmelere katılıp bağdarlığa özendikleri, küğcüleri korudukları bir ortamda Trabzon’lu Ta’bi Mehmed(ölm.1552), Abdülâli(ölm.1590?), Koğacıoğlu Mehmed(ölm.1617), Zakiri Hasan(ölm.1622), Çengi Yusuf Dede(ölm.1669), Küçük İmam Mehmed(ölm.1674), İmamoğlu Hafız Post(ölm.1693), Buhurcuoğlu Mustafa Itri(ölm.1712), Derviş Ali Şirugani(ölm.1714), Burnaz Hasan (ölm.1715) gibi usta küğ adamlarımız ard arda yetişmiye başlamıştır.
Müslüman olduktan sonra Ali Ufki Beğ olarak anılmaya başlanan bir Lehli’nin 1640 yöresi nota yazısıyla derlediği 400’ü aşkın parça ile Prens Dimitri Kantemir’in kendi buluşu olan bir harfli yazısıyla saptadığı 300’ü aşkın peşrev saz semaisi 17. yy.da Osmanlı Sarayında çalınıp söylenen dağar konusunda sağlam bir fikir vermekte, yüzlerce bağdarın adını ve yaratılarını bize ulaştırmaktadır. Kantemir ayrıca değişik görüşler ve sınıflandırmalar getiren bir kuram kitabı yazmış, Kenz-i Hasan, Nay-i Osman ve öteki kuramcılarla birlikte o günlerde gözde tutulan makam ve usulları tanımlamıştır.
17.yy’ın ortalarında tüm Osmanlı İmparatorluğu’nu dolaşarak on ciltlik Seyahatnamesini yazan Evliya Çelebi kendisi de küğ ile ilgilendiği için gezdiği yerlerin müzik hayatı konusunda bilgi vermiş, özellikle İstanbul’da bulunan bütün küğcüleri gruplara ayırarak sayıları ve başlıca ustalarının adlarıyla saptamıştır.
Buna karşılık 18.yy’ın ilk çeyreğinde Şeyhülislam Esad Efendi 1.Ahmed çağından beri gelip geçmiş 99 ünlü küğ adamımızı kısa kısa tanıtan ve yaratılarının sözlerine örnekler veren bir Tezkire yazmış, böylece Türk küğü alanında ilk biyografik dergisini ortaya koymuştur.
Bildiğimiz tek Miraciye’yi, ayrıca 4 mevlevi ayini ile daha birçok kısa yaratıyı bağdamış(bestelemiş) olan Nayi Osman Dede(ölm.1729), ilahileriyle ün salan Drağman zakiri Şeyh Ahmed(ölm.1748), ölümsüz şarkılarını bugün de söylediğimiz, buna karşın hakkında hiçbirşey bilmediğimiz Tanburi Mustafa Çavuş, pek çok ilahisi yüzyıllar boyu söylenegelmiş Çaylakzade Şeyh Mustafa (ölm.1757) gibi sanatçıların etkin olduğu Lale Devri’nden(1718-1730) sonra Osmanlı tahtına çıkan Sultan 1. Mahmud(1730-1754) yedi peşreviyle iki saz semaisi günümüze gelebilmiş önemli bir bağdardı.
Ama asıl büyük ve pek verimli canlılık Sultan 3. Selim zamanında (1789-1807) görüldü. Kendisi ney çalan, 14 yeni makam bulan, Suzidilara Ayini, çok sayıda na’t, peşrev, saz semaisi, kar, beste, semai ve şarkılarıyla üstün nitelikte eserler veren bu 3. Selim, çevresine Abdülhalim Ağa (ölm.1802), Şeyda Abdürrahim Dede(ölm.1800), Vardakosta Ahmed Ağa(ölm.1794), Tanburi İsak(ölm.1814), Hızırağa oğlu Küçük Mehmed Ağa(ölm.1800?), Hacı Sadullah Ağa(ölm.1825), Denizzade Emin Ağa(ölm.1814), Hamamizde İsmail Dede(1778-1846) gibi usta sanatçıları toplıyarak yoğun bir küğ yaşamı sürdürdü.
1804’de Yenikapı Mevlevi Tekkesi’ne şeyh atanacak olan Nasır Abdülbaki Dede, Sultan Selim’in özendirmesiyle 1794/95’te bir harf notası(ebced notası) düzenliyerek Padişah’ın üç ve Vardakosta Ahmed’in bir bağdasını örnek olarak yazıp “Tahririye” başlığını verdiği bu kitabının, 136 makam ve 21 usul tanımladığı “Tedkik ü Tahkik” başlıklı kuram kitabıyla birlikte sundu.
3. Selim’den tanbur ve ney öğrenmiş olan yeğeni Sultan 2.Mahmud 1808’de tahta geçti. 30 kadar şarkı besteleyecek derecede küğ ile ilgiliydi.. 2.Mahmud Sarayında Dellazade İsmail Efendi(1797-1869), Haşim Bey(1815-1868), Şakir Ağa(1779-1841), Keçi Arif Ağa((ölm.1843), Zeki Mehmed Ağa(1776-1845) ile oğlu büyük Osman Bey(1816-1885) gibi bağdarlarımız değer buldular.
TANZİMAT’TAN(1826) GÜNÜMÜZE
Batılılaşma uygulamalarının da etkisiyle geleneksel Türk sanat küğünün kabuk değiştirmeye başladığı yılların başlangıcıdır. Türk küğ hayatının çeşitlenmesi, Tanzimat’ın ilanı ve Batılı anlamda bir konservatuar olan Muzıka-yı Humayun’un kurulmasıyla kendini gösterir olmuştur. 2.Mahmud 15 Haziran 1826 günü Yeniçeri ocağını ve dolayısıyla Mehter Takımını da kaldırmayı başardıktan sonra yeni orduyla birlikte Avrupa örneğine uygun boru takımı ve bando kurdurmuş, daha sonra yaylı çalgıların katılmasıyla orkestra düzeni alan bu takımla Batı müziği de Saray müzikleri arasına katılmış, GTSM bestecileri ve uğraşanları ikinci plana düşmüşlerdir. Dede Efendi Huzura yine çıkıyorsa da artık hiçbirşeyin eskisi gibi olmadığın farkındaydı. Avrupa’dan gelen etkileri Rast makamındaki “kar-ı nev” ve “yine bir gül nihal” şarkısında dile getiriyordu.
Divan küğü uğraşanları açısından inzivaya çekilme evresi başlamıştı. Diğer bir deyişle “dağdan gelen bağdakini kovmaya” başlamıştı.
1839’da tahta geçen 1.Abdülmecid Fransız mürebbiyeler tarafından eğitilmiş, piyano çalıyor ve daha çok batı müziğine ilgi duyan bir padişah’tı. Dede Efendi, Dellalzade ve Hacı Arif Bey gibi bestecilerimize karşı saygıda kusur etmese de asıl desteğini Batı müziği yönünde uyguladı.
Tanzimatla birlikte zevki ve eğilimi değişmeye başlıyan entelektüel Türk toplumu artık kar, beste gibi ağır ve sanatlı türlere eskisi kadar ilgi göstermediğinden Müezzinbaşı Rifat Bey(öl.1895?), Hacı Arif Bey(1831-1885) ve Şevki Bey(1834-1910) başta olmak üzere bütün çalışmalarını şarkı formuna yönelttiler. Zekai Dede(1825-1897), Bolahenk Nuri Bey(1834-1910), Raşidoğlu Muallim İsmail Hakkı Bey(1866-1927) gibi son büyük ustalar Mevlevi ayinlerinin, karların, bestelerin, ağı ve yürük semailerin son sanatlı örneklerini verdiler.
19.yy’ın sonunda yer alan Zekâi Dede’den(1825-1897) 20.yy’ın ilk yarısında yaşamış Râkım Elkutlu’ya(1872-1948) değin bir çok besteci, geleneksel sanat küğünün uygulayıcısı ve üreticisi olmuşlardır.
1876’da nota basımına başlanarak o güne dek Hamparsum ve Batı notasıyla yazma defterlere saptanmış olan eserler diziler halinde yayınlanmaya başlandı. Notacı Hacı Emin Efendi(1845-1907) 300 kadar yaprak nota yayınladıktan sonra Şamlı Selim 1905 yöresi ilk büyük nota yayın evini kurdu. Bunu 1910 yöresi Şamlı İskender Kudmani’nin sayıları 1950’ya kadar ikibini aşacak olan yayınları izledi.
1908 Meşrutiyeti ile geleneksel Türk sanat küğünü öğretmeyi amaçlıyan düzinelerce dernek ve cemiyet açılmaya başladı. 1912 yöresi Resmi konservatuar kimliğindeki “Dar’ül Elhan” kuruldu. Savaşın ardından 1923’de yeniden açılan bu okulun ismi İstanbul Belediye Konservatuarı şeklinde değiştirilerek GTSM eğitimi 1943’e değin kaldırıldı.
1900 yöresi fonograf kovanı ve az sonra gramafon plağı yapımı başlayınca günün Tanburi Cemil Bey(1871-1916), Musullu Hafız Osman(1840-1918), Kemani Bülbüli Salih vb seslendiricilerinin yorumlarını yansıtan plaklar bütün yakındoğu’da beğeniyle karşılandı. Popüler küğün ilk adımları atılıyordu.
1830’larda tarihe karışmış olan mehtar küğü 1912’de İstanbulda yeniden canlandırılmaya çalışıldıysa da gelenek artık unutulmuş olduğundan başarıya ulaşılamadı. Üstelik 1925’de Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla tekke küğü de işlevini yitirip kayboldu.
1926’da İstanbul Belediye Konserveatuarında geleneksel Türk sanat küğü eğitimi kaldırılmasının ardından Rauf Yekta, Ali Rifat Çağatay ve Ahmed Irsoy’dan oluşan “Tasnif ve Tesbit Heyeti” GTSM’nin artık unutulmakta olan eserlerini notaya almaya başladı.
Yıllardır Devlet ileri gelenlerinden destek göremiyen, toplumun beğenisini de yitirmiş bulunan fasıl müziği giderek unutulurken geleneksel Türk sanat küğünün altı dalından sadece piyasa küğü canlılığını koruyabildi. Günün zevkine kolaylıkla uyabilen kimi Batı küğü, kimi Yakındoğu eğlence küğlerinden birçok ögeler alarak kendini yenilemeye çalışan, böylece eski niteliğinden git gide uzaklaşan bu küğ, daha sonra Türk sanat müziği olarak anılmaya başlandı.
_____________
Prof.Dr. Gültekin Oransay; Ege Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Musiki Bölümü Ders notlarından…1982, İzmir.
______________________________
Derleyen: Dr. Ayhan Sarı