Bestecilik eğitimimizde iki problem… Sabutay Uğur


Toplam Okunma: 3276 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 13:30
Kategori: Fikir Yazıları

Batıdaki eğitimci, öğrencileri arasında bir ‘Messiaen, Cage’ fark ettiği zaman onu diğerlerinden ayırır ve kayırır. Ayrıcalıklar sağlanır. Örneğin çalışma koşulları görece olarak iyileştirilmeye çalışılır ya da onunla daha çok ders yapılır vs. … Bizde nasıl olur? …Diğerlerinden ne kadar iyi/yetenekli olursa olsun genelde diğerleriyle eşit yetiştirilir. Konu bir ahlaki kisveye büründürülür…

Ahlaki referans problemi:

Eğitim sırasında acaba öğretmenleri Bach’ı, Mozart’ı, Descartes’i, Picasso’yu diğer çağdaşlarıyla aynı kefeye koyarak mı yetiştirmişlerdi?

Yoksa eğitimleri boyunca kendilerine ayrı bir özen gösterildikleri için mi o sanat yükseltilerine ulaşmışlardı?

Batı kültürü gerek sanatta gerek felsefede gerekse bilimde olsun rekabete daha alışıktır. Bunun sebeplerinden bir tanesi sanatı-sanatçıyı, bilimi-bilim insanını vs. iyi tanıması ve bilmesidir.

Gerek aklî, gerek psikolojik taraflarıyla.

Bilinç veya bilinçaltındaki egosal kaygılarıyla yüzleşebildiği içindir ki -ahlak kavramıyla törpülemeye çalışmadan- eğitim anlayışında rekabete ağırlık verebilmiştir.

Peki bu eğitim anlayışı nedir?

Ben buna kabaca ‘kayırıcılık’ diyorum.

Batıdaki eğitimci bir ‘Picasso’ fark ettiği zaman onu diğerlerinden ayırır ve kayırır. Ayrıcalıklar sağlanır. Örneğin çalışma koşulları görece olarak iyileştirilmeye çalışılır ya da onunla daha çok ders yapılır vs. …

Bizde nasıl olur?

Bir kompozisyon öğrencisi ötekilerden ne kadar iyi/yetenekli olursa olsun genelde diğerleriyle eşit yetiştirilir. Eğitimci bunu şöyle bir ahlaki kisveye büründürmektedir:

“Ahmet’e de bir saat, Mehmet’e de bir saat, ona da bir prömiyer, buna da bir prömiyer… Olsun!.. İkisi de benim öğrencim, hak geçmesin…” şeklinde ‘mantık dışı’ ama ‘ahlak içi’ bir yaklaşım benimsenir.

Eğitimci herkese eşit yaklaşma düşüncesiyle; örneğin çok iyi bir solfej ya da teori hocası olabilecek alt seviyedeki x kişisiyle, dahi denilebilecek y kişisini eşitlemeye çalışır.

Piyano dahisini fark etmekle kompozisyon dahisini fark etmek aynı şey değildir.

Çünkü ‘yeni’ bir kompozisyonun yeterliliğine kanaat getirmek, var olan, yapılmış olan ve kabul görmüş olan bir şeyin çalınıp gözlemlenmesine göre daha zor ve daha soyut bir olaydır.

Yalnız eşitlemek için daha alt seviyedeki x kişisine yüklenip onu yukarı çıkarmaya çalışırken y kişini aşağıya çektiğinin ve onu ‘sıradanlaştırdığının’ farkına varmaz.

Schopenhauer’in (1788 - 1860) “Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine” adlı kitabından bir anekdotu aktarmak istiyorum:

’’Lal taşı kıymetli taşlar arasında ne ise deha da diğer insanlar arasında odur. Lal taşı kendi ışığını yayar, halbuki diğer taşlar ancak aldıkları ışığı yansıtırlar. (…) Bundan dolayıdır ki bilginlere kelimenin tam anlamıyla dahi denemez, nasıl ki elektrik ileticilerine elektrik üreten cisimler denilemez ise, çünkü bunlar hayatlarını başkalarına öğreterek geçirirler, bunun dışında başka bir meziyetleri yoktur. (…) Bir bilgin çok şey öğrenmiş kimsedir; bir dahi insanların kendisinden çok şeyler öğrendiği kimsedir ama o bunları hiç kimseden öğrenmemiştir.’’

(Hiç kimseden öğrenmeme konusunda unun için Immanuel Kant’ın (1724-1804) “Bilgi Kuramı”na göz gezdirilmesini salık vermek istiyorum.)

İşte bu davranışın sebeplerinden biri de bu olmalıdır; yani bilginlikle yaratıcılık arasındaki farkın yeterince idrak edilememesi…

Yeterince önemsenmemesi problemi:

Dışardan birisi olarak daha objektif bir şekilde gözlemleyebildiğimi düşündüğüm problemlerden bir tanesi de özellikle lise döneminde aslında piyano, keman vs. çalmak isteyip bir yandan da ufak tefek bir şeyler karalayan ama kompozisyon anlamında yeterince teşvik edilmeyen gençlerin enstrüman seviyesi yeterli olmadığı için lisans eğitimlerine teori-kompozisyon alanlarında devam ettirildiği gerçeğidir.

Bunun sonucunda öğrenci lisans eğitiminde çalışıp istediği enstrumana geçebiliyorsa -geçmek de yoksa- besteci olmaktadır.

Bunun son derece yanlış ve mantık dışı bir uygulama olduğunu düşünüyorum.

Messiaen, Cage, Ligeti, Xenakis gibi çağdaş, sıra dışı, yaratıcı besteciler çıkaramadık, çıkaramıyoruz?

Ve neden ancak seneler sonra onların üzerine doktora yaparak kendimizi avutuyoruz?..
_____________________________________________

(*) Immanuel Kant (1724-1804) Bilgi Kuramı’nın temel sorusu “insan elindeki olanaklarla doğru bilgiye ulaşabilir mi?”dir. Bu soruda yeni bir soruyla karşılaşırız. “Doğru bilgi nedir?” Daha önemlisi, neye “doğru”, neye “yanlış” diyoruz.Kuşkusuz, ister nesnel, isterse düşünsel anlamda olsun, var-olanı bilen her zaman bir özne/süjedir ve bilgi de süjenin başarısıdır.Yani, bizim var-olana ilişkin olarak dile getirdiğimiz her yargı, nesneye, ya da var-olana değil, kendimize ilişkindir. Çünkü var olan, ister nesne, ya da isterse düşünsel bir var olan olsun neyse odur ve onun doğru, ya da yanlış diye nitelendirilmesi söz konusu değildir. Doğru, ya da yanlış gibi yargılar, bilgiye, kurama, sava, düşünce ya da kanıya, kısaca bir dil anlatımı biçiminde dışa vurulan bir yargıya/önermeye ilişkindir. Yargılarımız da “her cismin kendine özgü bir ağırlığı vardır” gibi dış dünyayla, “2+2=4” gibi düşüncede var olan sayılarla, ya da “evrenin ana ilkesi sudur” gibi gözlem ve deneyle kanıtlanamayan metafizik alanla ilgili yargılar olabilir.Bu yargıların doğru olup olamayacağı, yani insanın doğru bigiye ulaşıp ulaşamayacağı konusunda bir karar verme çabası bizi önce birbirinden yapı ve işleyişi açısından çok farklı dünyaların/alanların irdelemesine götürecektir.




Hoşgeldiniz