Prof. Ruhi Ayangil ile röportaj… Melek Şafak
Toplam Okunma: 5953 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 22:56
Ayangil: “…Rahmetli Hocam “Bu çocuğu ihmal etmeyin!” diye bir pusula göndermişti rahmetli valideme. Bunun üzerine validem yeni bir mandolin hocası arayışına girişti. Tesadüfî olarak kanun satan bir dükkâna girdik. Duvara asılmış kanunların üstünde elimi şöyle bir gezdirdim ve sesi o anda bu alete teshir etti beni. O sesi ve tınıları duyunca tutturdum bu sefer “kanun da kanun” diye…”
Melek Şafak : Ruhi Ayangil Hocam kanun sazı ile ne zaman ve nasıl buluştu? Sanat anlamında yol almaya gayret ederken nelere dikkat etti ve neler yaşadı?
Ruhi Ayangil : On yaşımda başladım kanuna. Bütün Cumhuriyet çocukları gibi, benim de kucağıma mandolin verildi ilkokulda. Deliler gibi mandolin çalışıyordum. Rahmetli Hocam “Bu çocuğu ihmal etmeyin!” diye bir pusula göndermişti rahmetli valideme. Bunun üzerine validem yeni bir mandolin hocası arayışına girişti. Tesadüfî olarak kanun satan bir dükkâna girdik. Duvara asılmış kanunların üstünde elimi şöyle bir gezdirdim ve sesi o anda bu alete teshir etti beni. O sesi ve tınıları duyunca tutturdum bu sefer “kanun da kanun” diye. Rahmetli anneanneciğim -iki cihanda aziz olsun- yüz elli lirasını vererek benim ilk kanunumu almamı temin etti. Bugün bir parça sazım üzerinde gezinebiliyorsam, onların ruhaniyeti de telezzüz ediyordur inşallah. Ben bu yolda her şeyi hoca telâkki ettim. Her hocamın her büyüğümün tavrından, tarzından, sözünden, hareketinden numuneler kaparak kendimi inşa etmeye çalıştım. Becerebildiğim kadar ilim-irfan öğrenmeye gayret ettim, roman ve tarih okudum. Şehir Tiyatroları’nda bir oyun seyreder, eve geldiğim zaman Musahipzade Celal’in halk piyeslerindeki bütün figürleri ayna karşısına geçerek ses, jest ve mimik olarak çalışırdım. Bu çalışmalar bana eski bir dil, edebiyat ve tiyatro zevkini kazandırdı. Yanı sıra rahatlıkla konuşma yapabilme noktasında da kendi kendime yaptığım bir eğitimdi. Bu bakımdan Musahipzade Celal, yüzünü görmememe rağmen, benim hocamdır. İleri Türk Müziği Konservatuarı Derneği’nin arka tarafında, kimsenin girmediği soğuk bir oda vardı. Orada tahta sergenler üzerinde 1945’ten itibaren neşredilmeye başlamış musıkî mecmuasının eski sayıları bulunuyordu. Ben o soğuk odada o eski mecmuaları okuyarak Saadettin Arel’i, Rauf Yekta’yı, Dr. Suphi Ezgi’yi tanıdım. Bugün hâlâ çok net, iyi, doğru, güzel yazılmış bir musıkî tarihimiz yoktur bizim. Metodolojik mânâda söylüyorum bunu. Bestekârlarımızı, bilim adamlarımızı, müzikologlarımızı net olarak tanımayız. Her şey Rabbimin hikmetidir. O’nun izni olmasa, dalda yaprak kımıldamaz. Ali Ufkî’nin “Mecmua-i Sâz ü Söz” adlı eseri ile tanışmam ve onun içindeki ilk on iki antik ilâhîyi seslendirip “Uyan Ey Gözlerim” serlevhasıyla neşretmem 1988’lerdedir. Günümüzde baktığınız zaman “Uyan Ey Gözlerim” melodisi ülke sathına gitarından neyine, senfonik orkestrasından korolarına kadar yayılmış vaziyettedir. Allah (cc) beni memur etti ve dört yüz yıllık bu sesi ülkemizin kültürüne ve insanlığa armağan etmiş olduk. Bunu ben yapmadım, bu Dest-i Haktır. Biz ‘Elif’ değil ‘Vav’ olmaya gayret ediyoruz! “Mütevâzı olanı rahmet-i Rahman büyütür” diye bir söz vardır…
M.Ş. : “Metodolojik anlamda düzgün yazılmış bir musıkî tarihimiz yoktur. Ve geçmişe dönük olarak kendi değerlerimizi tanımıyoruz!” dediniz. Bunun sebepleri nelerdir sizce?
R.A. : Bize bir şeyler oldu. Batılılaşmak, garplılaşmak, modernite… Adına ne dersek diyelim. Biz bu kavramları, kendi değerlerimizi yok ederek ve içini boşaltarak el birliği ile kabul ettik. Bugün hâlâ düzeltemiyorsak eğer, hepimiz suçluyuz. Önümüzdeki sene yüzüncü yılını tamamlayacak olan Dârülelhan kuruluyor Türkiye’de. İçinde Batı Müziğini ve Türk Müziğini ihata eden ilk konservatuardır. 1914’te kuruluş hazırlıkları başlıyor, 1916-17’ye kadar çeşitli evreler ile kapanıp açılıyor. Ama Darülbedayi Şehir Tiyatroları ve Dârülelhan İstanbul Konservatuarı 1915 merkezli olarak kuruluyor. 1915 yılını bir düşünelim. İmparatorluk çöküyor. 1. Cihan Savaşı’nın en civcivli günleri… Rusya İmparatorluğu’nun yıkılması, Bolşevik devrimi, Macaristan’ın çöküşü, Sırp Balkanlar ayakta… Çanakkale Savaşı başımızda çok büyük bir gaile… Anadolu içinde doğudan Ruslara ve etnik unsurlara kadar büyük gaileler… Suriye cephesinden Kuzey Afrika’ya kadar imparatorluk can çekişiyor. Bu muhteşem dramatik tablo ve ortam içerisinde Osmanlı münevverleri, devlet adamları İstanbul’da Darülbedayi’i ve Dârülelhan’ı kuruyorlar. Bu ne kadar anlamlı, üzerinde idrak ile izan ile durulması gereken bir hadisedir. Ölüyorsunuz, ama yine de kültür ve sanat kurumu kuruyorsunuz. Ama biz ne yapıyoruz? Yüz sene sonra Darülbedayi’in tarihini hatırlayamayan bir İstanbul halkı haline geliyoruz! İstanbul Şehir Tiyatroları var, ama Darülbedayi dendiği zaman hiçbir şey ifade etmiyor. Dârülelhan ise bugün yok. Nasıl yok? Her şeyden önce Türk musıkîsi; dersleri, enstrümanları, hocaları ile kovuluyor oradan. Cumhuriyet dönemiyle birlikte burası bir Batı Müziği konservatuarı haline dönüşüyor ve bir şekilde ‘burada Türk Müziğine yer yoktur’ deniliyor. Niye Türk Müziğine yer yok? Çünkü Türk Müziği gericiliğin, çağdışılığın, fundamentalizmin, köktendinciliğin sesi kabul ediliyor. Böyle bir yanlış değerler algılaması ve kurgulaması var. Yirmi birinci yüzyıl aydınları olarak, bizim bunu yok etmemiz, ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bu doğru bir düşünce tarzı değildir!
M.Ş. : Bu yanlış değerler algılaması ve kurgulaması etrafından çalışmalarınız esnasında karşılaştığınız zorlukları öğrenebilir miyiz?
R.A. : Bu herc ü merc içerisinde, 1988-1990’lı yıllar arasında, işte o bahsettiğimiz Dârülelhan’ın devamı olarak kurulmuş olan İstanbul Üniversitesi’nde Türk Musıkîsinin akademik lisans ve yüksek lisans programlarının üniversite programına alınması için canhıraş bir şekilde uğraş verdim. Yönetmelikler, müfredatlar hazırladım. Gece-gündüz bütün konservatuar müfredatlarını çıkarttım. Nasıl ideal ve modern bir Türk Müziği eğitimi şeması yapılabilir diyerek çalıştım. Tozlu tavan aralarından, merdiven altlarından Dârülelhan arşivini çıkardım, cebimden paralar verip ciltlerini yaptırarak yeniden kurdum ve dolaplarına kilit taktırdım. Konservatuar müstahdemlerinin “Ah hocam biz bunların bu kadar kıymetli olduğunu sizin sayenizde öğrendik. Şu kenarı yaldızlı ciltlerin kaç tanesi ile kalorifer kazanlarını tutuşturduğumuzu biliriz!” dedikleri bir ortamdan bahsediyorum canım kardeşim! Bakın otuz sene önce Almanya’dan Ralf Martin Jaeger, Irene Markoff gelip o arşivde çalıştı. Bugün Cardiff Üniversitesi’nden refikim Prof. Dr. John O’Connor geldi o arşivde çalıştı. Fakat o zamanlar bunu gören konservatuar yönetimindeki Batıcılar-bunun üstüne basa basa söylüyorum Batıcılar diye. Çünkü bunlar diken olarak bize batıyorlar-“Burası Batı Müziği konservatuarıdır, burada Türk Müziğinin yeri yoktur. Bu adam mevki ve makam sahibi olmak, kendine bir gelecek hazırlamak üzere bu arşivi çıkarttı!” diyerek ihtilat ettiler. Sahte raporlar, düzmece ifade ve yalanlarla bütün özlük haklarımı da sıfırlayarak beni kapının önüne koydular. O zamanlar yardımcı doçenttim. Evliydim ve çocuğum vardı. Elhamdülillah hiçbir gün nevmid olmadım. Bunları da yakınarak, dedikodu yaparak söylemiyorum. Gerçekleri “Bu bir meşaledir devredilir elden ele” hükmü fehvasınca, bilmesi yaşaması gereken münevverlere buradan bir mesaj olarak armağan etmek istiyorum. Ki her halükârda kültürlerine, sanatlarına, geçmişlerine ve geleceklerine bilinçli bir şekilde sahip çıksınlar.
M.Ş. : Oldukça zorlu dönemler geçirdiğinizi anlıyoruz. Bu süreç içerisinde yetkili birimlere direk olarak yapmış olduğunuz çağrılar var mıydı? Bu çağrılara dair size sağlıklı bir dönüş yapıldı mı?
R.A. : Tabiî, hiçbir şey yapılmadı. Hâlâ cevabını bekliyoruz. İstanbul Üniversitesi’nin o zamanki her iki rektörüne de yazılmış olan onlarca sayfalık raporum ve dilekçelerim var. Onlar hep geri çevrildi ve reddedildi. Çünkü sistem ‘Türk Musıkîsi’ ile karşılaşmak istemiyordu. Dârülelhan arşivi İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’ne nakledildi. Sonradan ben oraya giremedim. Bugün halen giremiyorum. Girmek için dilekçe veriyorum, ama sokmuyorlar beni. Efendim, tanzim ediliyormuş. Saygıdeğer Başbakan’a arizam vardır. Raporumu düzenledim ve uluslar arası evsafa malik bir Türk Musıkîsi belgeliğinin kurulmasını, himaye etmelerini, buna tavassut etmelerini istirham ettim. Kaç sene geçti üzerinden, ama bir sonuç yok! Bu güne kadar yitirilen, yok olan, kaybolan değerlere sahip çıkma şuurunu ve inisiyatifini halen bekliyorum ben. Özlüyorum… Bunlara kim sahip çıkacaksa? Sevgili kardeşim neden İngiltere, Amerika, Batı dediğimiz zaman gözümüzde büyüyor? Çünkü Batı ilmi ile, irfanı ile, kültürü ile, korumasıyla büyük! New York’a gittiğiniz zaman her şey Brodway Street’ten ibaret değil. National Library’den ibaret, onunla öğünüyorlar. Ama bizim müstagrilerimiz “Brodway’de gezdim şekerim!” diyerek yazı yazıyorlar. Bizim münevverlerimizden kaç kişi gidip National Library’nin havasını teneffüs etmiş ve öyle bir kütüphaneyi bu ülkeye kazandırmak için istek göstermiştir, iştiyak sergilemiştir?
M.Ş. : Bu düşünce tarzını ortadan kaldırmak için neler yapmak gerekiyor?
R.A. : Batıcılık, modernizm, Avrupalılaşmak değildir. Orada modeller vardır. O modelleri alıp kendinize doğru düzgün uygulayacaksınız. Maymunluk, mukallitlik, papağanlık yapmayacaksınız. Kendi ülkenizin değerlerini yok sayıp, bu ülkenin parasını -pulunu sadece senfoni orkestralarına-onlara da karşı olduğumuz zannedilmesin- sarf etmeyeceksiniz. Uluslar arası ölçütte emprezaryoluk müessesesinin kurulması lâzım… Kültürlü, nitelikli sponsorluğun gelişmesi lâzım. Bu ülkenin firmaları bir veya iki sanat kuruluşunun gelişimini deruhte edecek, ciddî ve nitelikli bir sponsorluğu ortaya koymalılar. Bizde, bir de niteliksiz bir burjuva sınıfı var. Yani kültürü özümsememiş, kültürü sadece çalma söyleme, yemek iftar salonunda semazen döndürmek olarak algılayan bir kültürsüz burjuvazi var. Batının burjuvazisi de kültürlü. Bizim burjuvazimiz geniş geniş iftarlar verip orada iki semazen döndürmek ile veya yalılarına dâvet ettikleri üç beş hanende ve çalgıcı ile musıkî zevklerini giderdiklerini zannediyorlarsa, büyük bir yanılgı içindedirler. Bu sanatı sanatkârı kollamak değildir. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve bir nebze Atilla İlhan’dan sonra bizim aydınlarımız ciddî, nitelikli bir biçimde müzik ile ne ilgilendi, ne düşündü, ne de uğraştılar. Sadece zevk mesabesinde yalan yanlış televizyon programlarında malûmatfuruşluk yapmaya kalkıp, onu da yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. Oysa bir Schopenhauer’in, Nietzsche’nin, Batılı bir filozofun temel inançlar ve düşünce kavramları düzeyinde müziğe yaklaşımı son derece farklıdır. Metodolojiktir ve toplumu yüceltmeye, terbiye etmeye yönelik remizlerle, değerlendirmelerle doludur. Ve onlar aynı zamanda da birebir müzik insanlarıdır.
M.Ş. : Aslında dilediğiniz ve beklediğiniz bu değişim çok da zor gerçekleşecek bir şey değil, öyle değil mi?
R.A. : Hiç zor değil! Tabiî sistem ile bütünleşmiş olarak bunu yapmaları lâzım. Devletin öyle bir politikası olacak ki, firmayı çağırıp, “Sen şu sanat kuruluşunun şu dalını sponsor edeceksin. Personel politikaları sana bağlanacak. Ben de sana bunun karşılığında vergi indirimi getireceğim. Bir takım özel teşvik uygulayacağım” diyebilecek. İftar sofrasında, kırmızı ışıkta semazen döndürmek -haşa- hem edepsizliktir, hem de sanat uygulayıcılığı veya hamiliği değildir. Ben talebelerime sürekli “Yüksek sanat, objektif ilim, irfan, umran, aydınlanmak, aydınlatmak…” tavsiyesini veriyorum. Ve bütün bunları yaparken de Batı müzik tarihinden Doğu müzik tarihine, antik felsefeden İslâm felsefesine kadar geniş tutuyorum anekdotlarımızı… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, bizim ‘iç âlem medeniyetimizi’ hissetmemiz lâzım. Nasıl bir ruh saltanatına sahip olduğumuzun farkına varmamız lâzım. Bu ülkede insanlar çölde yaşıyorlar. Çölde vaha bulur muyuz diye sağa sola meylediyorlar. Yahu ruhuna bak! Ama ruhuna nasıl baksın ki? Şiirini, dilini, müziğini, estetiğini, her şeyini kaybetmiş! Nusretiye Camii’nin içine oturup sağ taraftan başlayarak Hattat Rakım’ın “Nebe Sûresi”ni o duvara nasıl nakşettiğini seyretsin. Bu bir riyazet zamanıdır! Sülemaniye’ye baktığınız zaman orada donmuş müziği görürsünüz. Rüstempaşa’nın çinilerine, Hatayîlerine, Rumîlerine baktığınız zaman daha başka… Yani taife-i küffarın, kadınlı-erkekli ecnebi takımının, Yeni Camii ve Rüstempaşa Camii’ne girişlerine, oradaki huşuu ve huzura saygılı ve imrenen gözlerle nasıl baktığına, oraları dolaşarak, oturarak, o sükûnu, o huzuru içlerine sindirdiklerine ben çok defa şahit oluyorum. Ecdat bunları yaptı! O zarafeti, o ruh inceliğini nasıl koydu ortaya? Çünkü insanın ruhu da o oylumlar gibidir. Bugün öyle bir bataklık hali yayılıyor ki ve affedersiniz, ama o pis kokulara alışır duruma geliyorsunuz. Bu gerçekten çok iç acıtıcı bir durumdur. Bir ruh arınması ile başlamamız lâzım önce. Birer sanat şaheseri olan Süleymaniye Camii, Sultanahmet Camii, Yeni Cami, Yavuz Sultan Selim Camii, çeşme, han, medrese, kubbe, minare, iç mekân, dış mekân… Eskiler nasıl güzel çözümler geliştirmişler bunlara baksınlar. Mutlaka müzeleri ziyaret etsinler. Müzelerde sanatlarla, sanatkârlarla, moderninden klâsiğine hemhal olsunlar. Edebiyat, sanat, kültür, mimarî bunlar insanın ruhunu incelten şeylerdir. Ve bunun için emek gerekmektedir. Müze kartlar var bugün. Artık şartlar daha kolaylaştı. Para bir engel değil bence. Marka pabuç, marka gömlek giymeyecek, mütevâzı giyinecek ve oradan arttırdığını nitelikli kitaba, nitelikli edebiyat ürünlerine, nitelikli cd’lere, nitelikli konserlere ve mutlaka müzelere, tören yerlerine vereceksin. Tabiatla baş başa kalacaksın.
M.Ş. : Röportajımıza başlamadan önce “Fahri Kâinat Efendimiz (asm) ne sıkıntılar ile mücadele etti! Biz ise şikâyet etmemeye gayret ediyoruz!” dediniz. Buna biraz değinelim istiyorum?
R.A. : Cenâb-ı Rabb-ül Âlemin “ulü’l-elbâb” için âyet-i kerimelerini nazil eyledi. Ve Rabbimin sözünü ilan eden âlemlerin rahmeti olan zâta, Fahri Kâinat Efendimize (asm) ne eziyetler yapıldı. Fakat sabırla netice hâsıl oldu. Bize de emredilen bu değil mi? Hakkı ve sabrı tavsiye etmek! Bu bakımdan hakkı tavsiye ederken haksızlığa uğruyoruz. Eyvallah… Bu haksızlığı elimiz ile, dilimiz ile düzeltmeye çalışıyoruz. Yapamadığımız zaman da Allah’a havale ediyoruz. Ama illa ki o niyeti de içimizde mahfuz tutarak sabreyliyoruz. “Men sabere zafere / Sabretmek büyük bir zaferdir.” Bu hadis-i şerif benim hayat felsefemdir. Vazgeçmek, küfran-ı nimet olur. Hak adına yapılacak her şeyde sabit ve ısrarlı olmak lâzım. Lisan-ı münâsip ile elbette ki… Rabbim Firavun’a gönderirken bile Hz. Musa’ya “Güzel, yumuşak, düzgün söyle. Edebi elden bırakma!” diyor. “El emr-i fevkal edep.” Edep, her şeyde baş tacı bir kere. Davranış, söz, itiyadımızda, her şeyimizde edep bizim şiarımız olacak. Bu hali giyinmezseniz eğer, iğreti durur ve üzerinizden akar gider. İçselleştirilmiş bir edebin, Muhammedî, insanî bir ahlâkın gerekleri ve icabı ile hallenmemiz, hareket etmemiz gerekmektedir. Yapamıyorsan eğer, bari sus. Çünkü susmak da bence davranışların ve ibadetlerin en güzelidir. Malûmunuz Evliyaullah Abdülkadir Geylani Hz. (ks) “Dil Belâsı” diye bir risalesi var. Yani o dil belâsından uzak durmakta fayda var. Zaman zaman susma orucuna girmek lâzım. O sükûnet, o dinginlik insanın yeniden ve yeniden inşa olması için etkili. “Dokuz yutkun bir söyle” değil mi? “Dinleyen söyleyenden arif gerek!” Hatta bütün tarikat ehli ahrete göç etmişler için -hâşâ- ölü demezler. “Hâmûşân/ Susmuşlar!” diye tabir ederler. “Mutû kable ente mutu/Ölmeden evvel ölünüz!” Beceremiyorsak bari susalım…
meleksafak@yeniasya.com.tr