İpek: “Fazıl Amca hapse girerse Kumru ne yapacak?”…
Toplam Okunma: 4537 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 21:25
Yukarıdaki sözler Fazıl Say’ın aile dostunun küçük kızının sözleri… İsmi geçen Kumru ise Fazıl Say’ın 13 yaşındaki kızı. Fazıl Say hem icra, hem de uluslararası sanat müziği dağarına kazandırdığı besteleriyle önemlidir. Say üç günde bir, dünyanın bir uluslararası konser mekanında Türk müziğinin temsilciliğini yapar. Üstüne üstlük ney, kanun, ritm gibi geleneksel çalgılarımızı senfonik orkestra içinde tanıtır, ezgilerimizi dünyaya dinletir… Mahkeme’ye itiraz sonucu açıklandı…
İstanbul 19. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yargılanan ve 15 Nisan 2013’te “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçlamasıyla 10 ay hapis cezasına çarptırılan Fazıl Say’ın açtığı itiraz davasında durum değişmedi. Mahkeme Say’ın sabıkasız olmasını göz önünde bulundurarak hapis cezasının ertelenmesine ve iki yıl denetim altında bulundurulmasına hükmetti (21 Eylül 2013)…
Karar Yargıtay’da bozulursa Say yeniden yargılanacak.
Fazıl Say’ın karar hakkında Twetter’dan yazdıkları şöyle:
“Biz aydınlık yarınlar için çalışmaya üretmeye devam edelim, sorun yok, birileri, karanlıklarda kalıyorsa, kendilerinin sorunudur. Ben yarın için yaşamaya üretmeye devam edeceğim. Yarını yaşayarak, yarını düşünerek hür bir insan olarak daha da iyi eserler yaratacağım.”
Fazıl Say sıradan bir vatandaş. Hukuk da öyle dedi…
Ama:
Günümüzde Dünya’da yüreğimizi O’nun kadar gururla kabartan kaç kişi var?
Ve Türkiye’de bunu anlayacak kişilerin oranı?..
Hükümetler dahil, hepsi geçecek, O’nun besteleri ve icraları çocuklarımıza, dünyaya kalacak.
Ve belki de en önemlisi minik İpek’in duyguları hafızalarımızda yankılanacak:
“Fazıl amca hapse girerse Kumru ne yapacak?..”
Fazıl hakkında kimi empati yapıyor, kimi sempati duyuyor, kimi ise Fazıl’ın sanatı hakkında kültürel birikim edinmeye yanaşmıyor.
Asıl sorun son cümlede.
Yani Fazıl’ın sanatı hakkında kültürel birikim edinmeye yanaşmayanlarda.
Belki onlar biraz yanaşsalardı böyle bir hadise hiç yaşanmayacak, Fazıl da o tivitleri retivit yapmayacaktı.
Zaman toplumun hafızasında devinerek işine gelmeyeni unutup, işine geleni unutmamak şeklinde akıyor.
“Zikri-fikri” örneğinde olduğu gibi.
Bize ise kala kala küçük İpek ve küçük Kumru’nun herşeyden arınmış temiz duygularının dışa vurumunun içimizde yarattığı eziklik kalıyor…
Fazıl Say’ın 2013 çalışmalarından bir kesiti Cem Erciyes’in Radikal Gazetesi’nde kendisiyle yaptığı röportaj’dan(*) aktarıyoruz :
. . .
Cem Erciyes: Mezopotamya Senfonisi, Ortadoğu’nun kanlı kaderine adanmış bir eser. Albüm kitapçığında da ‘ölüm kültürü’ diye ifade edilen bölgenin bu kötü kaderi, sence nereden kaynaklanıyor?
Fazıl Say: Şuradan başlayalım anlatmaya:
1-cinayet, 2- töre cinayetleri, 3- terörist katliamlar, 4- mezhep savaşları, 5- din savaşları, 6- devlet savaşları, 7- Dünya savaşları. Cem, biz bir ölümden, yüz milyonlarca ölüme kadar uzanan bir bela ile yüz yüzeyiz. Bunun adı ‘ölüm kültürü’dür.
Bir ölümün ne kadar kötü, ne kadar haksız, ne kadar gereksiz olduğunu anlayabilseler, belki gerisi gelecek.
Ortadoğu’daki derdin temel sebebi bin yıllardır budur.
Ölümlerin önüne geçmenin yolu, yaşama ve yaşamın değerlerine inançtan geçer…
Bu süre geldiği sürece, adı ‘ölüm kültürü’ olan, bunu lanetleyen, bundan tiksinen, artık bitmesini isteyen, daha nice besteler olacaktır, nice destanlar, şiirler olacaktır.
Besteciliği, konser temposunu da yavaşlatmadan sürdürüyorsun. Şu sıralar üzerinde çalıştığın mutlaka bir yeni beste vardır, söz eder misin?
5 yaşımdan beri beste yapıyorum, bu benim doğam artık…
Bir başka eser ise Sait Faik üzerine. Bu da İstanbul’da bir proje. Bir İKSV siparişi. Müthiş bir iş. Seneye Sait Faik yılı olduğu için, projenin ilk konseri Burgazada’da, ikincisi İstanbul’da olacak. Sait Faik’in de yaşadığı (artık benim de bir evim olan) Burgazada’ya gemilerle gidilecek. …Benim için ilginç olan şu: Bu bir ilk. Eserin tamamını hicaz makamında Türk sanat musikisi olarak bestelemeyi planlıyorum. Sait Faik benim için hicazdır. Diyeceksin ki, “Fazıl ne anlar makamsal müzikten?” Şöyle cevap vereyim, Jüpiter’i de fırtınayı besteleyen insan, hicaz besteleyemiyorsa, zaten Jüpiteri de unutsun.
Şu sıralarda ayrıca Gezi Parkı üzerine çalıştığım bir eser de var.
C.E. : Gezi Parkı üzerine bir eser, heyecan verici bir haber. Nasıl bir eser olacak bu, belli mi?
F.S. : Evet, Gezi’yi üç ayrı eserde anlatıyorum. İlk eserde 30 ve 31 Mayıs günleri yaşananları, ikincisinde 1 ve 2 Haziran günleri yaşananları. Üçüncü eserdeyse sonrasını, ardında kalanları.
İlk eser, Gezi Parkı 1, iki piyano ve orkestra için. Ferhan ve Ferzan Önder kardeşler ekimde Hannover’de ilk kez seslendirecek.
30 ve 31 Mayıs ‘Parktaki bekleyiş’, ormanların sesi, çınarların rüzgârının topluma güç verişi, bin yılların dirilişi gibi. Ve sabah beşteki polis baskını, gaz bombaları, patlamalar, duman ve kaçışan insanlar… Ara sokaklara kaçıp son sözünü söyleyen iki insan. İki piyano bu iki insanı anlatacak, iki kardeşi ya da sevgilileri temsil edecek.
İkinci Gezi Parkı eseri ise solo piyano için. Yani Fazıl Say kendisi çalacak konserlerde…
Konumuz, 1 ve 2 Haziran direniş günlerinde sokaklardaki mücadele. Toma’lar, gaz bombaları, devinim, ritim, ses bombaları, bağırış çağırış, dramatik anlar, kırmızılı kadın gibi ögeler yer alacak içinde. Son eser ise bir şarkı olacak: The Ballade of Gezi Park
İki yıl önceki söyleşimizde “Şu anki hayatlarımızda siyasi İslam fena şekilde üzerimize geliyor. Zamanla içki yasağı, başörtü filan derken yavaş yavaş nefes alamayacağın kadar su yükselecek gibime geliyor” demiştin. Bir tweet’in için sana hapis cezası verilmesi, endişelendiğin gibi işlerin ‘nefes alınamaz’ seviyeye gelmesi mi, ne dersin?
Evet zor, sorunlu dünya gezegeninin, çok sıkıntılı Ortaoğu bölgesinin, dertli Türkiye memleketinin çocuklarıyız.
Paralel kültürler içerisinde kıvranma dönemindeyiz.
‘Aynı şartlarda yaşayalım’ dersin, karşı taraf, ‘olmaz’ der.
‘Peki bari aynı hukukta yaşayalım’ dersin, karşı taraf ona da ‘olmaz’ der.
‘Peki nasıl yaşayalım?’ dersin, karşı taraf, ‘sen yaşamasan da olur’ der…
Bir tweet demeyelim, birkaç tweet diyelim. Hiçbiri bana ait olmayan. Hepsi, bir tartışmadan alıntılar, başkalarının sözleri. Bu yüzden ben cezalandırılıyorsam belli ki bu sadece bu yüzden değildir. Bu bir şekilde, en sıkı muhaliflerinden birini susturma projesidir.
Ama Cem, bütün dünya bu işe çok kızdı, Türkiye’deki hukuksuzlukların tüm dünyaya yansıdığı dava benimkisi oldu.
Hukuki mücadeleyi sürdürüyorsunuz. Yargıtay’dan da beraat çıkmazsa AİHM’ye taşımayı düşünüyor musun?
Biliyor musun, Mezopotamya senfonisi solisti Çağatay Akyol, çok değerli bir arp sanatçısıdır. Dünyanın en iyi orkestrasında arp solistidir, aynı zamanda müthiş bir bir blokflüt ustadır,
Mezopotamya Senfonisi’nde de blok flüt solistidir. Yani senfonide bahsi gecen ‘iki kardeş’ten biri, hayatta kalanı.
Çağatay, 11 yaşımdan beri arkadaşımdır, konservatuvar yıllarından. Yıllardır en yakın dostum, kardeşim gibidir. Eşi, avukatım Meltem Akyol da dolayısıyla, hem avukatım hem de kız kardeşim gibidir. Ünlü bir avukat olması ayrı konu, biz bir aileyiz. Çocukları İpek, (9 yaşında şu anda) kararı duyunca:
“Şimdi Kumru ne yapacak Fazıl amca hapse girerse”
diye ağlamaya başladı. Onu yatıştırmamız uzun sürdü.
İşin gerçeği aslında bu kadar arkaik gerçeklerde. Ben kendime ait olmayan cümleler yüzünden cezalandırıldım. Hiçbiri bana ait değildi. Bu konuda yandaş medya manipülatif davrandı, suç duyurusunda bulunanlar yalancı davrandı, hâkim, avukatımın itirazlarını bin kere dinlemedi. Elbet, Yargıtay’da şansımızı zorlayacağız ve bu karar Avrupa İnsan Haklarına gittiğinde ne olacak göreceğiz. Bunun yanında, bana edilen hakaretleri de derleyip topluyoruz. Suç duyurusunda bulunan Ali Emre Bukağılı hakkında biz de suç duyurusunda bulunduk, bana dava sürecinde otistik dediği için.
Düşün Cem, tut ki otizm hastasıyım, bu bana bir hakarettir, tüm otizm hastalarına hakarettir. Ayrıca, hayır, otizm hastası değilim. Buyurun mahkemeye, buyurun yandaşlar, buyurun mahkemeye…
_______________________________
(1) Cem Erciyes “Fazıl Say Röportajı - Gezi Parkı için üç beste yapıyorum” 08 Eylül 2013 Radikal Gazetesi
http://www.radikal.com.tr/hayat/gezi_parki_icin_uc_beste_yapiyorum-1149742
EK 1:
4 yıl önceden Soner Yalçın yazısı: “İran İslam Devrimi, kendi Fazıl Say’larına ne yaptı?”…
Fazıl Say’ın ortaya attığı iddiaları magazinleştirip üzerini kapattık. “Milli Eğitim Bakanlığı, müzik derslerine önem vermiyor mu?” sorusunu hiç tartışmadık bile. Ve her zaman yaptığımız gibi asıl konuyla yüzleşmedik; bizim dinimiz musikiye karşı mı? Müzik haram mı? Ya da hangi müzik türü günah? İran’da, İslam Devrimi olduğunda bu soruların yanıtları bulunana kadar sanatçılar çok acı çekti. Yanıtlar bulunduğunda da bu acılar sona ermedi! İşte İranlı “Fazıl Say”ların yaşadıkları…
AKİRA Kurosava adını duydunuz mu? Dünyaca ünlü Japon yönetmen ve senaryo yazarı.
1954 yılı yapımı “Yedi Samuray” filmi dünya sinema klasikleri arasındadır.
Anımsarsınız belki; yoksul köylüler her yıl hasat zamanı köylerini basan haydutlardan bıkmıştır. Köyün güvenliği için yaşlı bir samuray ile anlaşırlar. Ancak haydutlara karşı bir samuray ne yapabilir ki?
Yaşlı Samuray Kambai, ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış eski samuray arkadaşlarının peşine düşer. Onları tek tek bulup ikna eder. Sonunda yedi samuray, haydutlara büyük bir ders verir.
Ve film mutlu sonla biter.
İran’ın gelmiş geçmiş en büyük Klasik Batı Müzik üstadı; besteci, maestro Ali Aleander Rahbari’yi, ben Samuray Kambai’ye benzetirim.
1948 Tahran doğumlu Rahbari, daha dokuz yaşında beste yapmaya başladı. Viyana’ya gönderildi. Tahran Müzik Konservatuvarı’na yönetici olarak atandı.
Şef olarak kariyerinin başlangıcında, İran’ı terk etmek zorunda kalan ilk sanatçılarından biri oldu. Çalışmalarını ülkesinden uzakta sürdürmek zorunda kaldı.
Herbert von Karajan’ın dikkatini çekti; Berlin Filarmoni Orkestrası’nı yönetti. 1985 yılında, Çek Filarmoni Orkestrası’nın daimi konuk şefi oldu.
1996’da Virtuosi di Praga’nın müzik direktörlüğüne getirildi.
Ve gelelim; İranlı Rahbari’nin “Samuray Kambai” olmasının öyküsüne…
1997’de Amerika, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, İsveç ve İsviçre’de yaşayan 60 İranlı müzisyeni, tek tek bulup Bregenz’de toplayan Rahbari, İran Uluslararası Filarmoni Orkestrası’nı kurdu.
Orkestradaki tüm sanatçılar İran İslam Devrimi’nden kaçanlardı.
Evet, “filmimiz” başlıyor…
Yıl 1979.
Ferhad Fahreddini, İranlı ünlü bir piyanistti.
İran milli/ulusal müziğini Klasik Batı Müziği formatına sokarak çağdaşlaştıran sanatçıların başında geliyordu.
(Tıpkı Fazıl Say’ın; İsmail Dede Efendi’nin “Gülnihal”ı, Aşık Veysel’in “Kara Toprak”ı, Nasreddin Hoca’nın “Danslar”ı ve Názım Hikmet, Metin Altıok oratoryosunu yaptığı gibi…)
Piyanist Ferhad Fahreddini, İran Şahı aleyhine gösterilerin yoğunlaştığı o sıcak günlerde Azerbaycan Cumhuriyeti’ne gitti. Bakü Radyo Televizyonu Senfoni Orkestrası’yla bir dizi konserler verdi.
O günlerde İran’da büyük değişim yaşandı. Şah İran’dan kaçtı, Humeyni Tahran’a döndü.
Piyanist Fahreddini, konserlerini bitirip ülkesine dönerken yaşamının en büyük sürpriziyle karşılaştı.
Pasaport kontrolü yapan İranlı görevli, Fahreddini’ye sordu:
“Musiki helal midir?”
Fahreddini yanıt veremedi. Bilmiyordu.
Güvenlik görevlileri piyanoyu İran’a sokamayacaklarını söyledi!
İslam Devrimi, İran’ı değiştiriyordu.
İlk yasaklanan müzik oldu.
Kuran-ı Kerim’de müziği haram sayan bir ayet var mıydı? Yoktu. Ama yine de Nisa 140, En’am 68, Furkan 72 gibi ayetlere göndermeler yapıldı.
Önyargılar ve bilgisizlik sonucu bu ayetler musikiyi yasaklamak maksadıyla farklı yorumlandı.
Artık İran’da müziğin her türü yasaktı; hepsi müptezeldi; haramdı.
Kültür emperyalizminin de aracıydı musiki. Müzik eğitim merkezleri kapatıldı. Sanatla uğraşmak “batıl” sayıldı.
Yabancı müzisyenler ülkelerine geri döndü. Kaçabilen İranlı sanatçı yurtdışına kaçtı. Kaçamayanlar müziği bıraktı.
Bestekár Ali Tecvidi gibi sanatçılar müzik aletlerini sakladılar; toprağa gömdüler.
Evinin bodrum katında, gece yarıları gizli gizli çalmayı sürdürenler oldu. Yakalananlar devrim bekçileri tarafından falakaya yatırıldı.
Müzisyenlere artık hiç iyi gözle bakılmıyordu; “şeytan”dı onlar!
Müzik, İran düğünlerinde bile yasaktı.
Radyo ve televizyon programları müzik olmadan yayın yapmakta zorlanıyorlardı, ama elden ne gelirdi?
Mollalar, Emevi ve Abbasi dönemlerinde, kadın şarkıcıların bulunduğu müzikli, danslı, içkili toplantıları, İslam saltanatının yıkılmasına sebep olarak gösterdi. Koskoca bir ülke müzik dinlemeden yaşayacaktı.
Toplum ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra el altından kaset satışı başladı.
İran’dan kaçıp Los Angeles’a yerleşen ya da Arap ve Türk ses sanatçıların kasetleriydi bunlar. Kaçak yollardan İran’a sokulan bu kasetler arasında en çok rağbet gören İbrahim Tatlıses’ti.
Zamanla bir yumuşama oldu.
Çünkü tartışmalar başlamıştı: Müzik toptan mı yasaklanmalıydı, yoksa müziğin eğlence türü mü yasaklanmalıydı?
Devrim marşlarının, askeri musikinin ve dinlendirici, ruhu güçlendirici müziğin çalınabileceği söylenmeye başlandı. Tartışmaya noktayı 1988’de Humeyni koydu:
Marş okunurken kullanmak gibi genel fayda sağlayacak işler için müzik aletlerinin alımı ve satımı yapılabilirdi.
Önce tanbur, ud ve neye izin çıktı!
Belli ölçüler içinde musiki ile uğraşmak caiz sayıldı.
Ama öyle müziğin her türü de serbest değildi. İslam Devrimi ve askeri marşlar ile dinlendirici müzik olacaktı!
Tahran’daki büyükelçiliklerin resmi davetlerde İran geleneksel müziğini çalmalarına engel olamayan İran yönetimi, zamanla geleneksel müziğe de izin vermek zorunda kaldı. Ancak yine şart vardı; sanatçılar musikiye teknoloji sokmayacaktı! Örneğin, yaptıkları müzikte teknoloji kullandığı ortaya çıkan dönemin sanatçıları Huşenk Zarif, Hüseyin Alizade, Celil Şehnaz, Feramez Payver’in şarkıları yasak kapsamındaydı.
Belli sınırlar dahilinde izin verilen müzik, öyle her ortamda çalınmayacaktı
Bir kere öncelikle, kadın, içki ve dans olmayacaktı.
Erkekler sadece erkek topluluklara çalıp söyleyebilecekti. Ancak sazlar öyle insanı kendinden geçirir gibi hızlı ve fesada sürükleyici olmayacaktı.
Sözler günah içermeyecekti.
Şarkıcının görünüşü/kıyafeti ve davranışları da önemliydi. Harama yöneltmeyecekti. El çırpılmayacaktı.
Zamanla kadınların şarkı söylemelerine de izin verildi. Tabii sadece kadınların bulunduğu ortamda söyleyeceklerdi.
Radyoda Klasik Batı Müziği’nin çalınmasına da bir ara sözlü izin çıktı. Ancak yine şart vardı: Hızlı tempolu olanlar çalınmayacaktı. Erkek ya da kadın sesiyle arya söylemenin mümkünü yoktu tabii.
Klasik Batı Müziği’ne göreceli izin çıkmasının nedeni, marşların ancak bu müziğin enstrümanlarıyla çalınıyor olmasındandı.
Bu arada müzik aletlerinin televizyonda gösterilmesine izin yoktu.
Radyo ve TV’de belli müziklere izin vardı ama bunların kaset yapılmasına izin yoktu! Sonra bu yasak da kalktı. İran sanat musikisinin önde gelen bazı şarkıcılarına, (örneğinM. Rıza Seceryan, Hüsemaddin Saraç, Sıddık Tarif, M. Rıza Lütfi’ye) kaset yapma izni çıktı. Fakat kasetlerini satma ya da dağıtma özgürlükleri yoktu!
Zamanla bu yasak da aşıldı. Ama yine de zorluklar vardı; sansür kurulundan geçmeniz gerekiyordu. Her engele rağmen kaset satışlarında patlama yaşandı.
Uzatmayayım:
Bugün İran’da rap gibi bazı müzikler hálá yasak. Klasik Batı Müziği ise bazen yasaklanıyor bazen serbest bırakılıyor.
“Samuray Kambai” Ali Rahbari ve diğer “samuraylar” kısılmış İran sesini dünyaya duyurmak için mücadeleye devam ediyor.
Laik Türkİye, kendİ Osman Yağmurdereli’sİne ne yaptı?
İran İslam Devrimi müziği yasakladı; “Fazıl Say”larına izin vermedi. Peki, son 30 yılda müzik konusunda laik Türkiye ne yaptı? Osman Yağmurdereli gibi isimleri hangi koşullar ortaya çıkardı? Neden onlar hep el üstünde tutuldu? Bu kültürel yozlaşma, Türkiye’nin “İranlaşma sürecini” hızlandırmıyor mu?
TARİH: 6 Şubat 1953.
Yer: Trabzon.
Osman Gazi Yağmurdereli dünyaya geldi. Selma-Zeki çiftinin üçüncü çocuğuydu. Faik Levent, Nesime Yasemen’den sonra doğmuştu. Yağmurdereliler soyadlarını Gümüşhane’nin Yağmurdere İlçesi’nden almışlardı.
Kökleri oralıydı çünkü. Sonra Erzurum Tortul ve Trabzon’a dağılmıştı aile. Baba Zeki Bey, sorgu yargıcı Ahmet Kaşif’in oğluydu.
Kayınpederi Salih Bey kaymakamdı. Teyzesi, Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanıNevber Yağmurdereli idi.
Ailede Eşber Yağmurdereli gibi solcular; Nazmi Bilgin gibi gazeteciler; Lemi Bilgin gibi tiyatrocular vardı.
Osman Yağmurdereli’nin babası Zeki Bey memurdu. Trabzon’un zengin armatör ailelerinden Deteoğlu’ların kızı Selma ile evlendi. Aileye içgüveysi oldu.
Zeki Bey zamanla memurluğu bıraktı; Trabzon’da yerel gazetesi ve matbaası olan bir işadamı oldu. Siyasete atıldı. Demokrat Parti Trabzon İl Başkanı oldu.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi gelince Zeki Bey gözaltına alındı. Yine de siyasetten kopmadı; Adalet Partisi Trabzon İl Başkanı oldu.
TBMM’ye 12. dönem milletvekili olarak girdi. Aynı dönemde, halasının eşi Turan Bilgin de YTP’den milletvekili oldu.
Osman Yağmurdereli’nin çocukluğu ve gençliği siyasetin merkezi Ankara’da geçti. O, müziği seçti. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’ne girdi. Siyasetten kopmadı. MHP’ye yakındı. Ülkücüydü. Olaylara karıştı.
Osman Yağmurdereli, 1973 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi ve müzik öğretmenliği yapmaya başladı. Aynı zamanda gece kulüplerinde sahneye çıktı. Yeraltı dünyasıyla o dönemde tanıştı. Dündar Kılıç, Hüseyin Cevahir, İnci Baba gibi isimler artık onun”ağabeyi” idi. Ankara gazinolarında uzun süre kalmadı.
Arkadaşı şarkıcı Faruk Tınaz’ın ısrarlarıyla İstanbul’un yolunu tuttu.
Şişli’de tek odalı bir evde türkücü Kamil Sönmez ve Faruk Tınaz’la yaşamaya başladı. Bir süre sonra onlara Asım Ekren de katıldı. Hepsi de eğlence dünyasında çalışıyordu. Apolitik idiler.
Osman Yağmurdereli, eski kabadayı ağabeylerine İstanbul’da yeni bir isim ekledi:
Alaattin Çakıcı.
Yeraltı dünyasının pek çok ünlü ismi, Osman Yağmurdereli’yi destekledi, kolladı, onun sahne aldığı gazinolardaki masaları doldurdu. Bu ilişkileri sayesinde, gazinolarda iş yapabilen az sayıdaki insandan biri oldu.
Sesinin çok güzel olmadığı, diksiyon sorunları bulunduğu, hatta sık sık detone olduğu biliniyordu. Buna rağmen sık sık televizyonda boy gösteriyordu! Yeraltı dünyası onu bir yere taşıdı ama siyasal ilişkileri yıldızını parlattı.
Arkadaşı Asım Erken’in, Turgut Özal’ın kızı Zeynep Özal’la evlenmesinin ardından o da dönemin bakanlarından Veysel Atasoy’un kız kardeşi Esin Atasoy ile evlendi. Bu evliliğin çöpçatanı, Özal çiftiydi.
“Baba-oğul gibi olduk” dediği Turgut Özal’ın iktidarı döneminde, yaşamının en parlak günlerini yaşadı. “110 kiloluk bir adam olarak tek başıma sahneye çıkıyorum ve alkışlanıyorum. Üstelik erkek şarkıcılardan hiçbirinin almadığı yevmiyeyi alıyorum”diyordu.
Arkasına ANAP’ın siyasal gücünü alan Yağmurdereli, oyunculuğa adım attı. “İz Peşinde”adlı televizyon dizisinde “Komiser Esat” oldu. Oyunculuktan yapımcılığa atladı. Yağmur Ajans’ı kurdu. Kerime Nadir’in “Samanyolu” adlı eserini bir dizi haline getirip TRT’ye sattı.
ANAP gitti DYP geldi, Yağmurdereli “baba ocağına” döndü. DYP gitti MHP geldi,Yağmurdereli “gençlik ülküsüne” döndü. Sonra AKP’den milletvekili oldu.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi olarak 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde işkence yapılmadığını savundu:
“İşkence ’var’ diyen de vardı, ’yok’ diyen de var. ’Var’ diyene inanmak istiyorsun da, ’yok’ diyene neden inanmak istemiyorsun? Birisi görmüş mü? ’Ben oradaydım, Mehmet’i aldılar, yere yatırdılar, falakadan geçirdiler, hayalarını sıktılar’ diyen var mı?”
Osman Yağmurdereli çevresinde hep sevildi.
Zeki değildi; kurnazdı.
Son yıllarda yakalandığı kanser hastalığını yendi.
Magazinin popülerleştirdiği Osman Yağmurdereli, gün geldi magazini eleştirmeye başladı.
Ve en acıklısı: İçkisini içen, káğıt oyunları ve at yarışı gibi hobileri olan Osman Yağmurdereli, bir gün tutup, “Eşimin türbanlı olmasını isterdim” deyiverdi.
Bu “kültürel yozlaşma” sizce Türkiye’yi nereye götürüyor?
Siz solcu avukat Eşber Yağmurdereli’yi yıllarca dövüp cezaevlerinde çürütür ve şarkıcıOsman Yağmurdereli’yi el üstünde tutarsanız, bu son, işte böyle kaçınılmaz olur.
Arayın bakalım bulabilecek misiniz bir “Samuray Kambai”? (1)
____________________________________
(1) Soner Yalçın “İran İslam Devrimi, kendi Fazıl Say’larına ne yaptı?” 13.01.2008, Hürriyet Gazetesi
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8017069.asp