Hüseyin Sâdettin Arel’in Musiki Tarihi ders notlarından -1- … Lâika Karabey


Toplam Okunma: 5840 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 22:19
Kategori: Araştırma Yazıları

Elimizde geleneksel Türk müziği tarihini yazan kaynak sayısı az ve yetersizdir. Gültekin Oransay, Onur Akdoğu, Yılmaz Öztuna, Ercümend Berker bunlardan birkaçıdır. Laika karabey’in 1950′lerde yazdığı H.S. Arel’in ders notları derlemesi 20.yy ikinci yarısındaki GTM tarih durumumuzu yansıtması açısından önem arzetmektedir. L. Karabey notlarına şöyle başlıyor: “İstanbul Belediye Konservatuarı İlmi Kurul Başkanı iken muhterem üstadım H. Sadettin Arel tarafından gerek Türk musikisi, gerek batı musikisi öğrencilerine musiki tarihi dersi verilmişti. Senelerce süren bu tedrisat esnasında ben muntazaman not tutuyordum. işte şimdi o notlardan parçalar neşretmeye başlıyorum. İleri Türk Musikisi Konservatuarında da yine o notları esas alarak musiki tarihi okutmaktayım.”

BAŞLANGIÇ
Umumiyetle musiki tarihini üç büyük devire ayıracağız:
Eski çağ, orta çağ, yeni çağ.

İleri ki derslerde eski çağdan başlıyacağız ve bu çağda yalamış milletlerden mühimlerinin musikilerini birer-birer ele alıp tetkik edeceğiz.
Maksad, şüphesizdir ki o musikilerin bütün teferruatını öğretmek değildir ve olamaz da. Çünkü tarih dersi sırf teknik izahatla meşgul bir ilim şubesi olmamakla beraber haddi- zâtinde eski musikilere dair bize kadar intikal edebilen bilgiler o san’atları “A” sından “Z” sine kadar anlatabilmekten pek uzaktır.
Bizim eski musikileri tetkik etmekten gayemiz, muhtelif medeni milletlerde musikinin geçirdiği safhaları büyük çizgilerle belirtecek tarihin akışını, mümkün olduğu kadar, adım- adım takip etmek olacaktır.

Eski çağı bitirdikten sonra orta çağa, onu da bitirince yeni çağa geçeceğiz. Musiki tarihine dair olan kitapların çoğu musikinin nasıl ne zaman ve nereden çıktığı meselesini kurcalamakla işe başlarlar.

Acaba insanlar arasında söz mü evvel zuhur etti, yoksa şarkı mı?
Tabiatta hayvanların, bilhassa kuşların ötüşü gibi pek bol bir musiki faaliyetinin bütün gün hattâ bütün gece göz önünde — daha doğrusu kulak önünde — cereyan edip durduğuna bakarak, insanların sözden önce, tabiatın bu örneğine uymak suretiyle şarkı mı söylediklerine kail olmalı?
Yoksa söz söylenilirken çıkarılan seslerin biraz mübalâğalandırılarak taklit edilmesi yoliyle şarkının dilden neş’et ettirildiğine mi inanmalı?
Üçüncü bir ihtimal olarak insanlar arasında söz ile şarkının birbirinden tamamiyle müstakil şekilde ayrı-ayrı zuhur ve inkişaf ettiklrine mi zahip olmalı?

Bu meseledeki karanlığı aydınlatmak için elimizde bir kibrit ışığı kadar bile ziya yoktur. Musiki tarihini yazanlardan kimisi bu mevzuu ortaya koyduktan sonra halletmeden bırakıyor, kimisi de kendi mantık ve muhakemesiyle hangi şıkkı varid görürse onu ileri sürüyor.

Bazı musiki tarihçileri, meselâ Jüles Combarieu musikinin efsundan (lncantation) doğduğunu iddia etmektedirler. Onların fikrini size ‘kısaca hülâsa edeyim:
Eski zamanlarda insanlar fizik kanunlarına vâkıf olmadıkları için hislerine ve hayallerine çarpan her türlü hâdiseleri birer şahsa isnat ederlerdi. Otların ve ağaçların büyümesini, mevsimlerin birbiri ardınca muntazaman gelmesini, havanın iyi veya fırtınalı olmasını, sevinci ve kederi, hayatı ve ölümü, zelzeleyi, yıldırımı, tufanı, tıpkı kendileri gibi, fakat kendilerinden daha büyük kuvvetlere mâlik göze görünmez kimseler yapıyor zannederlerdi. Bir ormandan geçerken kükürtlü bir pınarın kokusunu duysalar bu kokunun o görünmez kimselerden birinden çıktığına inanırlardı. Sonraları görünmez kimselere mabut payesi verildi. Combarieu’nün ifadesine göre, her tarafta öfkeli, kindar, hilekâr, hâin, kötü bir takım ruhların veya mâbutların mevcudiyetine itikat eden ilk insanlar sesde büyük bir sihir kuvveti buldukları için ruhlar ve mâbutlardan bir iyilik koparmak, yahut fenalıklarından korunmak istedikçe onları teganni ile efsunlamak çaresine başvurmuşlar. Şahıslarını, âilelerini, kabilelerini ilgilendiren törenlerde, dinî âyinlerde hep günün lâhinleri hatırınıza gelmesin. İptidaî insanların efsunlu şarkılarında güzellik aranmazmış. Bir belâyı benzeriyle defetmek maksadı takip edildiğinden hangi belâdan bahsolunuyorsa onu andıracak taklitli sesler çıkarılırmış. Yalnız düzüme, yâni ritme çok ehemmiyet verilirmiş. Bir de seslerin falsosuz olmasına dikkat edilirmiş. Zira falso yapılırsa beklenen tesirin aksi hasıl olurmuş.

işte Combarieu ile diğer bazı tarihçiler musikinin efsun şarkısından doğduğunu şu hülâsa ettiğim delillerle isbata çalışıyorlar.

Musikinin nereden çıktığı meselesi yalnız musiki tarihçilerini alâkadar etmekle kalmamıştır. içtimaî veya felsefi muhtelif ilim şubelerinin mensuplar! da bu meseleye dair mütalealar yürütmüşlerdir.

Bunlardan «Herbert Spencer» diyor ki: “Şarkı fiziyolojik bir kanunun eseridir. Nefes ve ses azalarını hususi surette ayarlıyan şiddetli bir duygudan şarkı hasıl olur.”

«Darwin» diyor ki: «Şarkının menşei aşktır: Canlı mahlûklarda erkek dişiyi şarkı ile çağırır.»
Hermann Smith’in fikri insanlar için pek de hoşa gidecek mahiyette değildir. O diyor ki: «Musikiyi insanların gürültülü gösterişlerden hususi bir zevk alışı doğurmuştur.»

«Otto Bockel, diyor ki: «Şarkı tabiat halindeki bütün kavimlerde fıtri bir ihtiyaç olan sevinç veya elem haykırışından doğmuştur.»

Görülüyor ki musikinin asıl menşe’i hiç bir tarihi vesika ile tesbit edilmemiş olduğu için bu nokta «Kablet tarih» (yani tarihten önce) denilen vakalar arasında kalmıştır. Herkes kendi düşünüş tarzına uygun bir hüküm veriyor.

Söylenmiş şeylerin belki hepsi birden doğrudur. Belki hepsi birden yanlıştır. Hattâ bunların kısma doğru, kısmen yanlış olması bile ihtimal dahlindedir. Şimdilik kerametten başka bir vasıta ile tahkikine imkân bulunmıyan musikinin menşei meselesini bir tarafa bırakalım da demin söylediğim gibi programımıza dönelim. Derslerimizde takip edeceğimiz metoddan bahsederken musiki tarihini eski çağ, orta çağ, yeni çağ diye üç büyük bölüme ayıracağımızı söylemiştim. Bu bölümlerden her birinde ki musiki hareketlerini mümkün olduğu kadar kısa ve mümkün olduğu kadar fâideli bir şekilde tetkik edeceğiz.

Eski çağ sözünden neyi anlarız?

Bilirsiniz ki yazı ile veya ağızdan menkulâtı bulunmıyan en eski zamanlara «kablet tarih» (tarihten önce) adı verilir. O devirde yaşamış olan insanlardan ancak, ok, mızrak, ve saire gibi bazı eşya kalmıştır. Bu eşyanın çoğu çakmak taşından, bir takımı da kemikten veya odundan yapılmış bulunuyor. Fakat çoğu çakmak taşından mamul olduğu için o devre taş devri, taş çağı denilir.

İşte tarihten önceki taş-çağından sonra gelen ve yazı ile, yahut sözle menkulâtı bulunan devirden itibaren orta çağa kadar devam eden asırlar hep eski çağ addolunur. Demek ki taş devri ile orta çağ arasındaki devir eski çağdır. Şu halde orta çağın ne olduğunu da bilmemiz lâzım geliyor. Orta çağ garbi Roma İmparatorluğunun 476 senesinde sükutu ile başlar ve istanbul’un 1453 de Türkler tarafından fethi zamanına kadar devam eder.

İstanbul’un fethinden, yani 1453 senesinden itibaren bugüne kadar olan zaman yeni çağ telâkki edilir.

Musiki tarihleri en eski musiki olmak üzere ekseriyetle Mısırlıların, Asurluların, Keldanilerin ilâ… musikilerinden bahsederler. Halbuki son zamanlarda vukubulan bir çok tarihi kaşiflerden ve bilhassa cenubi Mezopotamyadaki Ur şehrinde yapılan kazılardan elde edilen malûmat Mısırlılarla diğerlerinin medeniyetlerinden asırlarca evvel Mezopotamyada pek mühim bir medeniyetin mevcut olduğunu meydana çıkarmıştır. Bu medeniyet Sümer Türklerinin medeniyetidir.

Sümerologların bildirdiklerine göre Sümer medeniyeti milâttan 3500 sene evvel (yâni zamanımızdan elli beş asır kadar evvel) tam inkişaf ve terakki safhasında bulunuyordu. Mısır ise o vakitler henüz vahşet halinde idi. Mısırlıların, Babillilerin, Asurilerin, İbranilerin. Fenikelilerin medeniyetleri esas itibariyle hep Sü mer medeniyetine dayanmaktadır. Yunan medeniyeti de Sümerlilerden pek çok şey almıştır.

Bunların Londra’daki British Museum ile Amerika’nın Pensylvania Üniversitesi tarafından cenubî Mezopotamya’da hafriyat yapmak için müştereken gönderilmiş olan heyetin reisi Sir Leonard Wooller söylüyor. Bu zat diyor ki:

“Sümer medeniyetinin miladdan 3500 sene evvel evvele ait gösterilmesi en aşağı bir hesapladır(1). Zira miladdan 3100 sene evvelki ilk Ur hanedanı Sümer medeniyetinin uzun bir mevcudiyetinden sonra gelmiştir(2). Onların mezarları içinde saklı kalarak zamanımıza kadar intikal etmiş olan eserlere bakılınca bunların öyle acemilik safhalarında bir medeniyete değil, eskimiş ve âdeta inhitata yüz tutmuş bir medeniyete mensup bulundukları görülür(3).

Hülâsası şu ki dünyada Sümer medeniyetinden daha eski medeniyet yoktur. Derslerimizde Sümer musikisini diğer eski musikilerin hepsinden fazla bir ehemmiyetle tetkik etmemizi icap ettiren beş sebep vardır:

1—Sümerlilerin Türk oluşu. Bu sebep bizi milliyet bakımından İlgilendirir;
2—Sümer medeniyetinin bugünkü medeniyete ana oluşu. Bu sebep bizi medeniyet bakımından ilgilendirir;
3— Sümer musikinin en eski musiki oluşu. Bu sebep bizi musiki tarihi bakımından ilgilendirir;
4— Bugün şarkta ve garpta kullanılan sazlardan hemen hepsinin şu veya bu şekilde dedelerini Sümer Musikisinde buluşumuz. Bu sebep bizi umumiyetle sazlar tarihi bakımından ilgilendirir;
5— Sümer mekiğinin bugünkü Türk musikisinin en eski şekli oluşu. Bu da bizi kendi sanatımız bakımından ilgilendirir.
İşte bu sebepten dolayıdır ki eski çağ musikileri arasında en ziyade Sümer musikisine derslerimizde yer vereceğiz.

Evvela Sümerlilerin medeniyetleriyle ırkları hakkında biraz bilgi edinmemiz lâzımdır. Sonra Sümerlilerin musiki sistemleriyle makamlarını, eldeki vesikaların çerçevesi içinde, tetkik edeceğiz.

Daha sonra Sümerlilerin nota yansından bahsedeceğiz.
Bunu müteakip Sümerlilerin kullandıkları sazlara geçeceğiz.
En sonra da Sümerlilerin musikiyi nerelerde ve nasıl kullandıklarına dair edinilebilen malûmatı anlatacağız.

1— Sümerlilerin Medeniyetleri ve Milliyetleri:

Sümeroloğların tetkiklerine göre, Sümer medeniyeti, demin söylediğim gibi, diğer ne kadar medeniyet varsa hepsinin anasıdır. Babilliler Sümerlilerin kanunlarını aldılar. Sami ırklar (yâni Araplar, Yahudiler, Fenikeliler, Arâmiler ve saire) Sümerlilerin dinini iktibas ettiler. Bunlar Sümer mâbutlarını aynen alarak yalnız isimlerini kendi dillerine uydurdular. Sümer edebiyatı Sami milletlerin dillerine ter- ceme edildi. Başka milletlerin Sümer medeniyetini bu suretle iktibas etmeleri sayesinde Sümer san’atı o derece mahfuz kaldı ki milâdın sekizinci asrından kalan Asur duvar heykellerinde milâttan dört bin sene evvele ait eserlerin izleri hâlâ görülmektedir.
Büyük lskenderin (323 - 356 M. E.) fütu¬hatına kadar Avrupada kubbe ve kemer yapılması bilinmiyordu. Kubbe ile kemeri ilk Avrupaya getirenler bu inşa tarzını görüp beğenmiş olan Yunanlılardır. Daha sonra da Romalılar kubbe ve kemeri Avrupa’ya yaymışlardır. Halbuki milâttan iki bin sene evvel Sümerliler Ur şehrindeki evlerinin kapılarını kemer şeklinde yapıyorlardı. Sümer Türklerinin Nippur şehrinde milâttan önce 3000 inci seneden kalma bir kanal vardı. Sümer Türklerinin bugünkü Avrupa memleketlerine en açık tesirleri İbrani mil¬leti vasıtasiyie olmuştur. Samîler Sümer dinini benimserken hilkat ve tufan hakkındaki Sümer rivayetlerini de aldılar. Yahudi kanunlarının çoğu Sümer kanunlarından kopye edilmiştir. Meselâ Hamurabi kanununun temeli Sümer kanunlarıdır; Musa peygamberin kanunlarından çoğu Sümer kanunlarıdır. Bu suretle evvelâ lbranilere, sonra onlardan hristiyanlara geçen adalet ve içtimai hayat ülküsü Sümer Türklerinden intikal etmiştir. Eğer insan mesaisine beşerin tarihi üzerindeki tesirleri nisbetinde kıymet verilecek olursa Sümerlilerin mertebesini çok yüksek saymamız lâzım gelir. Sümer medeniyeti, henüz iptidai bir yabanilik içinde gömülü duran dünyayı aydınlatmıştır. Artık bütün san’atların kökünü Yunanistanda aramak devri geçti. Şimdi öğreniyoruz ki Yunan dehâsı kendi hayati kuvvetini Lidyalılardan, Hititlerden, Fenikelilerden, Giritten, Babilden, Mısırdan almıştır. Fakat Mısır Sümerlilerden aldığı için hepsinin başında Sümer geliyor.

Biz bugünkü insanlar kendi benliğimizin bir parçasını Sümerlilere borçluyuz. Sümerliler bizim mânevi ecdadımızdır(4). Bunları da ben söylüyorum sanmayınız. Yine aynı zat kitabında yazıyor.

Bakınız, Sümerlilerin dünya medeniyetine neler hediye ettiklerini hülâsa edeyim: yazı, mektup ve zarf, posta, mahkeme ve noter teşkilâtı, kanun ve hukuk, riyaziyat, dosya ve hazine! evrak, kitap ve kütüphane, hekimlik, hendese, heyet (rasathaneler) kilden yapılmış k¬ğıt, kamış kalem, mektep, mâbet, musiki ve notu, şiir’ve edebiyat, coğrafya ve harita, ıesim ve heykeltraşlık, kemer ve kubbe, çanakçılık, karyola ve koltuk gibi mobilyalar, kuyumculuk, güneş saati, mitoloji, tarih, takvim, felsefe ve ilâhiyat, devlet teşkilâtı, ticaret, ziraat, para, zar ve satranç, araba, kanal, monogami (yâni tek karı kocalı evlenme), kadın hukuku, makiyyaj ve düzgün, hürriyet, demokrasi, lâiklik(5).

İşte bütün bu maddi ve manevi varlıklarımız Sümer Türklerinin bıraktıkları yadigarlardır. Vakıa saydığım medeniyet eserlerinin bir kısmı şu veya bu millete istinat edilmiş ise de mevcut medeniyetlerin en eskisi Sümer Medeniyeti olduğuna göre saydığım şeylere de Sümerlilerde de tesadüf edilince bunların başkalarına isnat olunması imkansızlaşır. Elhasıl bugün Sümer Türkleri tekrar dirilip te dünya¬nın şimdiki haline kızarak verdiklerini geri almak İsterlerse, muharebeye, bombaya, uçağa hacet kalmadan her taraf muharebe görmüş, bomba yağmuruna tutulmuş, uçak hücumuna uğramış gibi çöle dönüverir: ne yazı kalır ne posta, ne kanun kalır, ne mahkeme, ne hekim¬lik ‘kalır, ne kitap,ne mektep kalır ne ibâdethâne. Hattâ evlerimizin mobilyesini bile kaybederiz. İşte Sümer Türkleri böylece medeniyetin esasını kurmuşlardır»

Şimdi biraz da onların milliyetlerini araştıralım (6):

Demindenberi hep «Sümer Türkleri» diyordum. Hakikaten Sümerlilerin gerek antropoloji ve etnoloji bakımlarından, gerek kullandıkları dile ait gramer, etimoloji, fonetik bakımlarından yapılan tetkikler neticesinde Türk oldukları artık katiyetle sâbit olmuştur. Türklerden bugünkü medeniyeti kurmuş olmak meziyetini esirgemek isteyen bazı mutaassıp müellifler Sümerlilerin dilleri Türkçe olduğunu söylemekle iktifa ediyorlar da bir türlü «Türkler» diyemiyorlar. Fakat Alman âlimlerinden Hommel gibi diğer birçokları da var ki Sümerlilerin Türk olduklarını bağıra-bağıra söylüyorlar ve bunu kitaplarına yazarak delillerini de ortaya koyuyorlar. Hommel Sümercenin iki yüz kelimesini ele almış ve bu kelimelerin kâmilen Türkçe olduklarını ve altmış asırlık müthiş bir zamanı geçtikten sonra dahi hâlâ Türk dilinde yaşadıklarını ispat eden bir kitap telif etmiştir. Kitabın adı: “Zwei Hundert Sumero . Turkische Wortvergleichungen” dir. Müellif 1914-15 de kendi el yazısiyle bastırdığı bu kitabı Türklere ithaf etmiş ve kabına eski bir Uygur atalar sözünü şöyle kaydetmiştir: «Erk türkün güzler asılmaky bozlum.» Yâni kudret ve kuvvetiniz artsın.
Bilirsiniz ki dünyanın bütün dilleri asırdan aşıra büyük değişiklikler geçirmişti. Eski fransızcayı bugünkü Fransızlar anlamazlar. Türkçe de tabii bu kaideden müstesna değildir. Nasıl ki Hommel’in Türklere hayranlık duygusu ile kitabına koyduğu Uygur atalar sözünü biz şimdiki Türkler anlayamayız. Fakat çok defa bu fark pek zahiridir. Biraz dikkat olunursa, yahut bir bilen tarafından izah edilirse gözümüzün önünden sanki bir mucize ile perde kalkıverir ve nasıl olup ta kendiliğimizden anlamamış olduğumuza şaşarız. Size Sümerceden bir kaç kelimeyi örnek olarak göstereyim. Dikkat ediniz söyleyeceğim kelimelerin hepsini hepiniz biliyorsunuz. Bakalım tanıyabilecek misiniz?

Girid, Tingır, Sukud, Asag, Gibiz, Tur, Gul, Pateşi.

Bunlar her gün kullandığınız kelimeler olduğu halde pek az kıyafet değiştirmekle tanınmaz hale gelmişlerdir. «Girid» yiğit demektir. «Tingir» tanrı demektir. «Sukud» söğüt demektir. «Asag» eşek demektir. «Gibiz» semiz demektir. «Tur» torun demektir. «Gul» sevinç, gülmek demektir. «Pateşi» hükümdar, padişah demektir.

Birkaç kelime daha:

Er-Er,erkek; Par-parlak; Agarın-Karin; Dirig-derin; Egi-eğitim, terbiye; Ene-ne; Gagi-geyik; Gar-geri; Giş-kişi; Gur-gür, sık; İa-yağ; ib-ip; Kun-gün; Temen-temel; Zag-saç

İşte Sümerlilerin Türklüğü ile Sümercenin Türkçeliğini. gözümüzün önünde canlandıran bu misaller ayni zamanda Sümer Türkçesini bizlerin birdenbire niçin anlayamadığımızı da izaha yaramaktadır.

Sümer medeniyeti ile Sümerlilerin ırkı hakkında bu kadar tafsilât yeter. Şimdi Sümer Türkleriııin musiki sistemleri ile makamlarını gözden geçirelim.

Sümerlilerin Musiki sistemi:

Sümer musiki sistemine dair bilgimiz maalesef azdır. Bu da kaynakların kıtlığından ileri geliyor. Fakat şurası muhakkaktır ki Sümer Türklerinin dizisi yedi sesi muhtevi idi. Bunu nereden bildiğimizi anlatayım: Amerikanın Filâdelfia Üniversitesi müzesinde kamıştan yapılmış Sümer flütü, yâni bildiğimiz ney var ki milâttan önce 2800 seneden kalma bir mezarın içinde keşfedilerek oradan alınıp müzeye konulmuş bulunuyor.

Sümer Türklerinin musikisini en etraflı bir surette tetkik ederek bu mevzun dair büyücek bir kitap yazmış olan ingiliz âlimlerinden Francis Galpin, Filâdelfia Üniversitesi müzesindeki kamışın tam ölçüsüne uygun bir eşini yaptırmış ve bizzat çalmak suretiyle hangi seslerin çıktığını yoklamış, bir de bakmış ki kamıştan çıkan sesler: (do, re, mi, fa diyez, sol, la, si) dizisini vücude getiriyor. (Arada şunu da söyliyeyim ki bu dizi bizim bugünkü Türk musikisinde «Pençgâh» adını verdiğimiz makama tekabül etmektedir.) Sümer Türkleri bu saza Tigi yahut «kâğı»(7) adını veriyorlardı.

Pek kat’i olan bu delil Sümer Türklerinin yedi sesli, yâni ilk sesın sekizincide tekerrür et¬tiğine göre, sekiz sesli dizi kullandıklarını inkâra mecal bırakmıyacak bir kuvvetle, ispat ediyor.

Aynı hakikati teyid eden bir diğer delil de Sümer Türklerinden kalma Zagsal isimli büyük harpte yedişer-yedişer düzenlenmiş üç takım, yâni yirmi bir tane telin mevcudiyetidir(8).

Üçüncü bir delil daha var: gelecek derslerde bahsedeceğim Sümer notası ile yanlı olarak bize intikal etmiş, ilâhinin notasında da sekizer seslik dizilerin kullanıldığını görüyoruz. Bütün bunlar bize Sümerlilerin diziyi sekizli halinde kullandıklarını açıkça göstermektedir: Sümer Türklerinin kaç sesli dizi kullanmış olduklarının musiki tarihi bakımından büyük bir. ehemmiyeti bulunduğuna dikkatinizi çekerim. Çünkü şimdiye kadar bazı musiki tarihçileri (meselâ Engel ile Chappel ve daha başkaları), insanların ilk önce (do, re, mi, sol, la) gibi ancak beş sesden ibaret bir dizi kullandıklarına mı neş’et etmiştir? Fakat son zamandaki tetkikler ve keşifler bu faraziyenin tamamiyle yanlış olduğunu meydana çıkardı. Vakıa bazı iptidaî ırklarda, ezcümle şarkî Afrikada Asyanın cenup taraflarında, Endonezya’da sesli dizi üzerine kurulmuş musikilere tesadüf ediliyorsa da bu hali bütün eski çağ milletlerine şâmil zannetmek hatâdır.

Pentatonik denilen ve (fa - do - sol - re - la) beşlilerinden çıkarılan beş sesli dizi üzerine müesses musiki sistemine en ziyade Skoçya şarkıları ile Çin havalarında rastlıyoruz. Skoçya musikisini tetkik eden âlimler Pentatonik sistemin Skoçyada pek eski zamanlardan beri devam ettiğini söylemektedirler. Hattâ bazıları Pentatonik olmıyan havaların Skoçyalılara ait olmadığım bile iddia ederler. Acaba bu musiki sistemi eksik telli bir sazın kullanılmasından mı, yoksa okuyan ve çalanların kendi zevklerine göre beş sesli diziyi tercih etmelerinden mi neşet etmiştir. Bu meseleyi halledebilecek hiç bir bilgi yoktur. Lakin beş sesin kullanılışındaki kolaylıktan dolayı pentatonik dizinin kabul edilmiş olması hatıra geliyor. Çünkü bilfarz (do re mi fa sol la si) sesleri ile düzenlenmiş bir sazda hiç bir sesin değiştirilmesine hacet kalmadan pentatonik dizi üç muhtelif vaziyet ile falsosuz çalınabilir.

Birinci vaziyet
do re mi sol la / si //
1 2 3 5 6 8
Birinci vaziyet
fa sol la do re / fa //
1 2 3 5 6 8
ikinci vaziyet
sol la si re mi / fa // 123568
(Rakamlar her bir sesin baştaki nota ile aralığını göstermektedir)

Eğer yukarıki notaların sırasını değiştirip altılıdan bağlıyarak aşağı doğru iner vc pest sekizliği de ilâve edersek minör makamı duygusunu veren bir tertip vücude gelir.

ikinci vaziyet
la sol mi re do / la //
Üçüncü vaziyet
re do la sol fa / re //
Üçüncü vaziyet
re si la sol / mi //

Böylece hiç bir ses değiştirmeksizin altı makam elde edilmiş oluyor. Yukarıki pentatonik dizilerle yazılmış parçaların bir tuhaflığı vardır ki o da ikinci ve üçüncü vaziyetlerin yakınlığından dolayı lâhnin cümleleri o vaziyetlerin birinden diğerine geçiyor gibi görülür ve sanki birbirinden bir tam ses uzak arasında (meselâ fa makamı ile sol arasında) geçki yapılıyormuş hissini verir(8).

Çindeki pentatonizme gelince, Çin imparatorluk hanedanına mensup tanınmış bir arkeoloji âlimi olan ve on altıncı asırda yaşamış bulunan prcııs Tsai-yü Çin musikisinin pentatonik olduğu iddiacını şiddetle reddediyor. Bu zat eski Çin müelliflerinden istişhatlar yaparak en kadim çağlarda dahi Çin dizisinin beş değil, yedi sesli olduğunu ispat ediyor ve şimdi Çinde görülen pentatonik dizinin ancak resmi bir dizi sayılması lâzım geldiğini, yoksa halk sazlarında dâimâ yedi sesli dizinin kullanıldığını söylüyor.

Milâdin onbeşinci asrında Çinin Ming hânedânı o vakitki Çin musikicilerinin yarım aralıkları icrada zorluk çektiklerini görerek bu yarım aralıkların atılmasını emretmiş, ondan dolayı resmi dizi beş sesten ibaret kalmış imiş. Prens, milâttan 1122 sene evvel hüküm süren Shou hânedânından daha eski zamanlardan kalma Ti veya Yu isimli bir nay üzerinde tetkikler yapmış ve bu flütün: (do re mi fa diyez sol la tii) şeklinde yedi sesli bir dizi çıkardığını görmüştür (9).
Çinli prensin sözleri ister doğru olsun, ister yanhş olsun, bize bu cihet lâzım değildir. Yalnız iki nokta dikkate değer:

Birincisi Çinlilerin Ti adını verdikleri flüte Sümer Türklerinin Tigi demeleri ve Çin flütünden* çıkan seslerin de tıpkı Sümer flütünde- ki gibi (do re mi fa diyez sol la si) olmasıdır. Çin prensinin sözüne bakılırsa Ti flütü milâttan 1122 sene önce hüküm süren Çin hânedanın daha eski zamanlardan kalma imiş. Halbuki Tigi adlı Sümer flütü, demin söylediğim gibi milâttan önce 2800 senelik bir mezarda bulunmuştur. Bu vaziyete göre Çin flütünün de, flüte Çince verilen ismin de Sümer Türklerinden geçtiğini kabul etmemiz zarurî oluyor.

Dikkat edeceğimiz ikinci nokta, pentatonik musikinin şampiyonlarından sayılan Çinlilerin bile beş sesli diziyi benimsemek istemeyip şiddetle reddetmeleridir. Bence Çinlilerin böyle yapmağa hakları var.

Çünkü pentatonik musiki iptidailiğinden dolayı medeni bir millete şeref getirecek mahiyette bir san’at değildir.

Sümer Türklerinin musikisinde pentatonizmin hiç bir izi görülmüyor; bilâkis bütün deliller onların yedi sesli diziyi kullandıklarını ispat etmekte birleşiyor. Şurası da dikkate lâyıktır ki Çinliler kendilerini pentatonik musikinin şaibesinden kurtarmak için bula-bula Sümer Türklerinden aldıkları flütü şahit diye göstermektedirler.
Sümer Türklerinin musiki sistemine dair maalesef çok tafsilât bilmiyoruz. Şimdilik bildiğimiz sadece Tigi yahut Kagi nayından çıkan yedi sesin teşkil ettiği diziye, bir de ileride göreceğimiz Sümer ilâhisinin lâhnine münhasır kalıyor. İlâhinin bestesinde şu seslere tesadüf edilmektedir:

do, re, mi, fa-diyez, sol, la, si, do, re, mi
İlâhinin bütün lahni işte bu sesler üzeriüne kurulmuştur.

Zamanlarına göre harikulâde bir medeniyet tesis etmiş olan Sümer Türklerinin çeşit-çeşit musiki âletlerinden mürekkep zengin bir saz hazinesine mâlik bulunmalarına rağmen yalnız bir tek makamla ve bir tek dizi ile iktifa ettiklerine ihtimal verilemez. Bu halde onlar başka makamlar ve başka diziler de kullanmış olacaklardır. Fakat bunların mahiyeti hakkında fikir verecek vesikalara henüz tesadüf edilmemiştir. Umulur ki yeni-yeni keşifler ve kazılar vukubuldukça karanlık noktalardan bazıları aydınlansın. Sümer Türklerinden kalma binlerce tablet, dünyanın muhtelif müzelerinde hâlâ tetkik ve terceme edilmemiş bir halde duruyor (10). Bu tabletler okunup halledildiği zaman birçok yeni san’atlarını meydana çıkacağı şüphesizdir.

Sümer Türklerinin musikisinde, bizim bugün «ölçü» dediğimiz şey var mı idi? Yok mu idi? Bu cihet de şimdiye kadar anlaşılamamıştır.
Vakıa «plen şan» (Plaint - chant) denilen orta çağ musikisinde ölçü bulunmadığı gibi Sümer Türklerinin musikisinde de ölçünün kullanılmamış olması hatıra gelebilir. O takdirde bestelerin notaları güftelerin kelimelerindeki gibi hecelere göre uzun veya kısa vurgulu veya vurgusuz okuyordu demektir.

Bilirsiniz ki, yahut ileride bileceksiniz katolik kiliselerine mahsus olan ve «plen şan yahut -şan gregorien» (Chant - gregorien, denilen tek . sesli I musikide lâhinler ölçüsüzdür. Sesler hep birbirine müsavi uzunluktadır. Zaten bundan dolayı ona «eşit ezgi» mânasında olarak Lâtince «Cantus planus» adı verilmiştir. Cantus şan, ezgi, lâhin demektir; planus da düz, müsavi, eşit mânasınadır. Diğer dillerdeki Plain - chant, plain song gibi tabirler Lâtincenin tercemesidir. Lâkin Sumer Türklerinin musikisini bu mahiyette telâkki etmeğe hakkımız yoktur. Çünkü, demin söylediği gibi, kat’i bir hüküm vermeğe yetecek bilgilere sâhip değiliz.

Gelecek derslerde Sümer Türklerinin sazlarına ve musikiyi nerelerde ve nasıl kullandıklarına dair izahat verdiğim zaman onların musiki sahasında ne kadar ilerlemiş olduklarını göreceksiniz. Bu derece ileri bir milletin musiki sistemi her halde kendilerine lâyık bir seviyede olacaktır.

Elhasıl sırası kuvvetle tahmin edilebilir ki Sümer Türkleri Orta Asya’dan cenubî Mezopotamya’ya göçtükleri zaman bugünkü millî musikimizin temelini teşkil eden ve hâlâ Orta Asya’da canlı tezahürlerle yaşamakta olan san’atı birlikte götürmüşler ve onu diğer her sahada gösterdikleri kabiliyet ve muvaffakiyetle inkişaf ettirmişlerdir.

Bittabi Sümer medeniyetine ve san’atına dair malumatımız genişledikçe vaziyeti daha etraflı bir surette kavramamız kabil olacaktır.

8— Sumerlilerin nota yazısı:

Sümer notası onların her türlü yazıda kullandıkları çivi seklinde İşaretlerle yazılmıştır. Bu yazıya guneiforme denilir. Lâtincede «Cuneus» köse demektir. Fransızca köse mânasında olan coin kelimesi bundan gelir. Lâtince «Cuneus» tâbiri bir de odun veya taş yarığına sokulan onu avırmaya yaravan demir veya tahta parçasının ismidir. Buna Türkçede kama adı verilir. Sümer Türklerinin bütün yazıları tabletler üzerine keskin bir âletle açılan ye kamaya benziyen kısa çizgilerden müteşekkildir. Çizgilerin görünüşü çiviyi andırdığı için o nevi yazılara «çivi yazısı» denilmiştir. îşte Sümer Türklerinin notası bu yazı ile yazılmıştır.
___________________________________________________
(1)Sir L. Woolley, Les Sumerians, S. 186.
(2)Aynı eser, sahife 188.
(3)Aynı eser sahife 189.
(4)L. Wolley, Les Sumerians 102 - 103.
(5)Bursa Halkevinin dergisi olan Uludağ Mecmuasının Ocak 1940 tarihli nüshasında İsmail Hami Danişmend imzalı makaleden.
(6) Musiki Mecmuasının 32 inci sayısinda 5 inci sayfaya bakınız.
(7)Sümercede «kağı» ağız kamışı demektir. Anadolu’nun bir çok yerlerinde kamışa kargı derler. Bu iki kelime arasındaki yakınlık dikkate defter. Hülasa «kaval» »özünün ve sazının bile «kağı» sözü ile bir akrabalığı olsa gerektir.
(8) İleride anlatacağım veçhile Zagsal şeklindeki sümerce kelime türlü değişiklikler geçirerek çeng kılığına girmiştir. Bir nevi harpten ibaret olan çenk sazı son asırlara kadar Türkler arasında çok kullanılırdı. Bestekârlarımızdan Çenkî Cafer, Çenk i Yusuf. Çenki Said ila»… vardır. Son zamanlarda bu saz ortadan kalkmıştır. Nasıl kı rebap, girift, lâvta gibi sazlar dahi ya kaybolmuş yahut kaybolmağa yüz tutmuştur.
(9) Grove’s Dictionary of Musİc and. Muslcians, IV, p. 397.
(10) F. Galpin, P. 38 - 39.
(11) F. Galpin, p. 37.

DEVAM EDECEK….

Bu yazı Musiki Mecmuası’nın 1953 yılı 63, 64, 65. Sayılarında yayınlanmıştır.
Yayına hazırlayan: Ayhan Sarı

Yazım konusunda metne sadık kalınmıştır.




Hoşgeldiniz