Türkiye’deki müzik türlerinin geleceği hakkında bazı düşünceler(*)… Yalçın Tura
Toplam Okunma: 3439 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 22:28
Yeni sentez arayışları, çok kere, yararlı bilgi ve beceriden mahrum ellerde, daha doğarken başarısızlığa mahkûm olmaktadır… Farklı kültürlerin karşılaşması ve aralarında bir alış veriş oluşması, körü körüne karşı çıkılacak bir olgu değildir, önemli olan, bu alışverişten belli bir kazançla çıkmaktır… Batılı benzerleriyle arasındaki mesafeyi her gün biraz daha kapamaya çalışan “Ciddi müzik” aynı ölçekte olmasa da, dünyanın pek çok ülkesinde görüldüğü gibi, son derece küçük bir kesime hitabedebilmektedir…
Türkiye’deki müzik türlerinin geleceği hakkında bazı düşünceler(*)… Yalçın Tura
“Türkiye’deki Müzik Türlerinin Geleceğini tahmin etmek, ilk bakışta, Antik devir kâhinlerinin, kurban edilen kutsal hayvanlann iç organlarına bakarak geleceği belirlemeye çalışmalarını andıran bir çaba gibi görülebilir. Nitekim, buna benzer başka bir sempozyum da yaptığım konuşmada “21. yüzyılın müziği, 21. yüzyılın müzikçilerinin, bestekârlarının yapacakları müzik olacaktır. Bu konuda, kimsenin kimseye yol göstermesi, sınırlama koyması gerekmez. Geleceği ipotek altına almaya kimsenin hakkı yoktur. Gelecek, o gelecekte yaşayacakların hür iradeleriyle belirlenecektir”, demiştim. Bugün de aynı kanaatteyim. Sanatta yaratıcılığın, ne şekilde olursa olsun, sınırlandırılmasına her zaman karşı çıkacağım ve sanatçının seçme özgürlüğünü daima savunacağım.
Bu durumda, bana: “Sus ve otur!” diyecekler bulunabilir. Şunu belirtmekte yarar görüyorum: gelecek hakkında tahminlerde bulunmak özgürlüğünü de kimse kimsenin elinden alamaz. Üstelik, yarının tohumu bugünden atılır. Yarının gizi, bugünün içinde saklıdır. Hemen her nesil, kendinden sonrakileri, kendinin, belli bir ölçüde idealize edilmiş, daha iyi, daha üstün bir uzantısı gibi görmek ister, özellikle, eğitim, gelecek nesilleri, bugünün edinimlerinden yararlanarak oluşturmaya çalışma çabası gibi düşünülebilir. Ve her ne kadar, sanatçı, yaratıcılığında özgürse de, bu özgürlük, değiştirilmesi bazen çok güç, bazen de imkânsız birtakım belirlenimler içinde var olmaktadır. Kimse, yaşadığı çağı bırakıp, başka bir çağa gidemez. Ülke değiştirilebilir, kültür çerçevesi değiştirilebilir ama, ırk gibi, karakter gibi özellikle yetişme çağlarında edinilen birtakım alışkanlıklar, birtakım eğilimler gibi faktörler ya hiç değiştirilemez ya da çok büyük zorlamalarla arka plana itilebilirler. Demek oluyor ki, sanatçı, istese de, istemese de, birtakım belirleyici faktörlerin, hatta sınırlamaların içinde yaşamakta ve seçimini, bazen farkında bile olmadığı birtakım kısıtlamalar arasında gerçekleştirebilmektedir.
Bu arada, cevaplandırılması gereken bir başka soru da şudur: Günümüzde, yurdumuzda var olan müzik türleri nelerdir? Bunlar ne gibi sebeplerle oluşmuş ve ortaya çıkmışlardır? Bu oluşma, kendiliğinden mi gerçekleşmektedir, yoksa, çeşitli türlerin varlığı, onlan hazırlayıp ortaya çıkaran birtakım sosyal, kültürel, başka oluşumlara mı bağlıdır? Bu sosyo-kültürel oluşumda, bir ferd olarak, yaratıcı sanatçnın rolü nedir? Toplumun rolü nedir, etkisi ne ölçüdedir? Bilindiği gibi, müzik olayı, en az üç ana ve birtakım yan halkalardan oluşan bir zencir gibidir. Bu zencirin üç ana halkasını; yaratıcı, İcran ve dinleyici oluşturmaktadır. Toplumsal olgular, kendiliğinden olup biten, bağımsız olaylar olmadıklarından, onların ortaya çıkış sebeplerini araştırırken, tarihi ve sosyolojik gelişmeleri de hesaba katmakta büyük yarar vardır.
Tarih, hemen her konuda, ibret alınacak misallerle doludur. Müzik tarihi de bu hükmün dışında değildir.
Yirminci yüzyıl, yurdumuzda, çok büyük ve çok önemli değişimlerin, kültürel oluşumların ortaya çıktığı bir dönem olma özelliğine sahiptir. Bu oluşumların pek çoğunun kökleri ise, çok daha gerilere gitmektedir.
1826’da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldıran II. Sultan Mahmud Han bu ocakla birlikte, onun müziğini ve bu müziğin yapıldığı yuvayı, Mehterhaneyi de ortadan kaldırmış ve iki yıl sonra, Mûsika-yı Hümâyûn adıyla yeni bir kurum oluşturmuştur. Yurdumuzda, Batı tarzı müzik eğitiminin yer aldığı ilk resmi kuruluş olan bu kurumun varlığıyla, ileride Alaturka-Alafranga, diye adlandırılacak ve gelecek yıllara damgasını vuracak farklılaşmanın ilk tohumları da atılmış ve bu farklılaşma, giderek önemli bir kültür çatışmasının belirgin savaş alanlanndan birini oluşturmuştur. Alaturka-Alafranga, yani Türk tarzı- Frenk tarzı çatışması, bir süre sonra Tekseslilik-Çokseslilik mücadelesi şeklinde yeni bir görünüşe bürünerek, 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında Osmanlı kültür hayatını etkilemeye devam etmiştir.
Cumhuriyetle birlikte, çokseslilik, yeni bir ivme kazanmış ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinden son çeyreğine kadar, büyük ölçüde devlet desteğiyle de olsa, kesintisiz, çeşitli alanlarda etkisini sürdürmeye devam etmiştir. 19. yüzyılda, çoksesli müzik alanında dikkate değer, önemli bir verim ortaya konamamasına karşılık, bu dönemde yetişen ve pek çoğu yurt dışında, özellikle Avrupa’da öğrenim gören Türk bestekârlarıyla, yavaş yavaş, uluslararası niteliklere sahip, değerli eserlerle, yeni bir Türk Okulu nun oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Ciddi müzik, yüksek kültür düzeyinde hüküm sürerken, teksesli müzik, Alaturka, çalgılı eğlence yerlerine, gazinolara sığınmış ve orta sınıfın eğlenceliği haline dönüşmüştür.
Bu arada, kültür hayatına yeni katılan bir kitle iletişim aracı; Radyo, Alaturka-Alafranga ikilemine yeni bir tür daha eklemiş, çeşitli yörelerden derlenmiş, halka malolmuş birtakım ezgiler, bölge folkloruna ait örnekler “Yurttan Sesler” başlığı altında halka sunulmaya başlanmış ve böylece, müzik alanını paylaşma kavgası yapan iki türün karşısına, “Türk Halk Müziği” adını alan yeni bir rakip çıkarılmıştır. Bu hareketin arkasında, Alaturka’yı, Arab, Acem ve Bizans artığı sayan ve asıl Türk müziğinin, Anadolu köylülerinin müziği olduğunu iddia eden görüş bulunmaktadır. Bilimsel hiçbir ciddi temele dayanmasa da, bu görüş, uzun yıllar, özellikle resmi çevreler tarafından benimsenerek, kültür hayatımızı etkilemiş ve bu etki hala tamamen giderilememiştir. Gerçek farklı da olsa, köylüyü “milletin efendisi” sayan resmi ideolojinin sloganını, yüksek ve orta sınıfların kültür birikimini bertaraf etmek ve köylü kültürünü egemen kılmak amacıyla benimseyen bazı çevreler bu görüşe dört elle sarılmış ve ellerine geçirebildikleri her vasıtayla onun savunuculuğunu yapmışlardır. 20. yüzyılın son çeyreğinde, yurdumuzdaki genel müzik kültürünün ve beğeni düzeyinin, son derece gerilemesinde, aşağılara düşmesinde, bu akımın payı inkâr edilemiyecek kadar büyüktür.
Öte yandan, kitle iletişim araçlannın hızlı gelişmesi sayesinde, günden güne küçülen, toparlanan dünyamızda, üstünlük çabası, her yönde, her alanda sürüp giderken, ekonomik ve teknolojik alanda ileri gitmiş uluslar, özellikle kültür ve sanat alanında da egemenlik kurma ve bunu sürdürme çabalarını, çok geniş imkânlarla desteklemekte, bu işi, pazarları ele geçirmek ve pastadan arslan payını kapmak için en iyi yöntemlerden biri, bağımlı yaratmak, adeta, beyin yıkamak için en elverişli yol saymaktadırlar. Bu büyük saldın karşısında, kendi kültürel değerlerine yeterince sahip çıkamayan, günü geçmiş yöntemleri bir tarafa bırakarak, geleneksel birikimlerini çağdaş bir kültür değeri oluşturmada yeterince kullanamayan uluslar, ister istemez, birer açık pazar haline gelmekte, mezbahaya kendi ayaklarıyla giden koyun sürüleri misâli, yabana kültürlerin gönüllü alıcıları olup çıkmaktadırlar. Yurdumuz da, özellikle hafif muzık alanında son yirmi yıldır ağırlık kazanan çeşitli akımlan da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Bir kesim, tamamen Batı taklitçiliğine yönelirken, başka bir kesim ‘Arabesk” diye nitelenen akıma saplanmakta, halka yeni bir sunmakta, acze düşen “Halk Müziği”, “Çağdaş Folk”, Özgün Müzik” “Beste Türkü” gibi etiketlere sığınmakta, yeni bir sentez arayışları, çok kere, yararlı bilgi ve beceriden mahrum ellerde, daha doğarken başarısızlığa mahkûm olmakta, birkaç başarılı örnekse, çeşitli engelleri aşıp büyük kitlelere ulaşamamakta, etkisiz kalmaktadır. Bu arada, batılı benzerleriyle arasındaki mesafeyi her gün biraz daha kapamaya çalışan “Ciddi müzik” ise, aynı ölçekte olmasa da, dünyanın pek çok ülkesinde görüldüğü gibi, son derece küçük bir kesime hitabedebilmektedir.
Bu arada, bir hususun altını çizmekte yarar görüyorum. Farklı kültürlerin karşılaşması ve aralarında bir alış veriş oluşması, körü körüne karşı çıkılacak bir olgu değildir, önemli olan, bu alışverişten belli bir kazançla çıkmaktır. Hatta, yabancı bir kültürden ödünç alınan konularda, başlangıçta, etki altında kalma, taklid etme dahi pek yadırganmayabilir. Ancak, ödünç alınan unsurlar sindirilebildiği, özümsenebildiği ve ulusal kişiliğin damgası altında yeni bir sentezde sunulabildiği takdirde olumlu bir alışverişten söz etmek mümkündür. Aksi takdirde, milli sanat, uzun yıllar sürecek bir boyunduruk altına girebilir. Nitekim. Osmanlı müziği, uzun yıllar, dogu Türklerinin ve İran sanatının etkisi altında kalmış ve en az iki yüzyıl sonunda bu yabana etkileri aşarak orijinal bir sanat haline gelebilmiştir. 19. yüzyıldan bu yana, çoksesli Batı müziğinin etkisi altına giren Türk müziğinin, bu etkileri özümseyerek yeni bir senteze varması, kanaatimizce pek uzakta olmasa gerektir.
Konuşmamın başlarında, müzik tarihin, ibret alınacak, yararlı örneklerle dolu olduğunu söylemiştim. Şimdi, bana çok istiyorum.
Orta Çağ Avrupası’nda, önce Kilise çevrelerinde ilgi gören ve gelişen teksesli müzik, daha sonra, dindışı karaktere bürünerek Kilise dışına yayılmış, asilzâdelerin şatolarında baş köşeye yerleşmiş ve onların en büyük uğraşlarından biri haline gelmiş, daha sonra da, orta sınıfın ve halkın hizmetine girmişti. Fakat, dindışı teksesli müziğin gelişmesi, 11. yüzyılın sonlarına doğru, doruk noktasına vardıktan kısa bir süre sonra, kesintiye uğramış ve bu tarz, daha sonraki iki yüzyılda, hemen sadece amatörlerin uğraşı haline gelmiştir. Zira, özellikle, Kilise’nin hizmetindeki profesyonel müzikçiler, o dönemlerde, çalışmalarını çoksesli müziğe hasretmişler ve bu tarzın gelişmesine büyük katkıda bulunmaya başlamışlardı. Bir zamanlar, Ozanlar, Bulucular tarafından asillerin hizmetine 6unulan teksesli, dindışı müzik. Şarkı Ustaları tarafından orta ve alt sınıflara sunulduğunda, zaten, bu sınıflarca, kendi kültürlerinin doğal bir ürünü, parçası olarak değil de, asillerin yaşayışına özenti, o hayatın bir taklidi olarak kabul görmüştü.
Teksesli müzik, böylece, giderek, daha az bilgili, daha az becerikli sanatçıların eline kalmış ve sonunda, amatörlerin, heveskârlann elinde ömrünü tamamlamıştı. Bu donemde ortaya konan çalışmalarda, müzikten çok, şarkı sözlerine önem verildiğini, gelenekleşmiş birtakım ezgi formüllerinin, yeni sözlerle sık sık ortaya sürüldüğünü de unutmamalıyız.
Orta Çag’da Avrupa’da görülen bu gelişmelerin, neredeyse tıpkısının, 19. ve 20. yüzyıllarda, yurdumuzda yaşanması, gerek buğun vardığımız noktanın değerlendirilmesi, gerekse önümüzdeki yüzyıl için birtakım tahminlerde bulunulması açısından, bize, son derece önemli ipuçlan sağlamaktadır.
Bir buçuk yüzyıldan fazla zamandan beri, devlet eliyle desteklenen, yönetici ve aydın kesimlerin büyük çoğunluğu tarafından, bazen gönüllü, bazen gönülsüz de olsa, kabul gören, çoksesli, Batı tarzı müzik, operadan nundan, radyo ve televizyona, ilkokullardan üniversitelere kadar, çok geniş bir alanda hüküm sürmekte ve etkisini her geçen gün, daha da arttırmaktadır. Bu alanda çalışanlar, sadece yurdumuzda beğeni görmekle kalmamakta, yurt dışında da değerlerini kabul ettirecek seviyeye erişmiş bulunmaktadırlar. Bir yandan, çoksesli müzik eğitimi veren kurumların sayıları artar ve nitelik düzeyleri yükselirken, bir yandan da, bu kurumlardan yetişen elemanların istihdam edildiği ortamlar genişlemekte, kurumlar çoğalmaktadır. Çok değerli icracıların yanı sıra, sayıları az da olsa, çok değerli bestekarlar da yetişmekte ve bunların eserleri, ulaşabildiği her uygar ülkede büyük ilgi görmektedir. Toplumumuzun çeşitli kesimlerinde, kültür seviyesi yükseldikçe, hafiften ağıra doğru, çoksesli müziğe gösterilen ilgi de artmaktadır.
Buna karşılık, teksesli müzik cephesinde, alışılmış deyimle, Alaturka alanında durum, günden güne, daha karanlık bir görünüme bürünmektedir. Uzun yıllar, resmi, ciddi eğitim kurumlarından mahrum kalan bu tarz, tıpkı, sekiz yüzyıl önce. Avrupa’da olduğu gibi, amatörlerin, heveskârlann elinde kalmış; bir süre, geçmiş dönemlerin taklidiyle sürdürüldükten sonra, birtakım, sözde yeniliklerle, günden güne daha yozlaşarak, bugün içinde bulunduğu zavallı duruma getirilmiştir. Bu tarza yeni bir soluk, taze kan vermek, yepyeni bir ivme kazandırmak amacıyla kurulan ve bugünlerde on altı, on yedi yaşını gende bırakan, bu süre içinde, birkaç benzerini de doğuran Türk Müzikçi Devlet Konservatuvarı, ne yazık ki, kendinden beklenen misyonu gerçekleştirmede yetersiz, hatta başarısız kalmıştır. Bu başarısızlığın arkasında pek çok faktör bulunmaktadır ve bunların incelenmesi, ayrı bir araştırma konusu olabilir, fakat, bizce, bu faktörler arasında bir tanesi çok büyük önem taşımaktadır; o da, bu alanda, pek çok genç icracı, araştırmacı yetişmesine mukabil, nitelikli, etkili bestekâr yetişmemiş, yetiştirilememiş olmasıdır. Kanaatimizce, bu şartlar altında, bunun gerçekleşmesi de pek mümkün değildir, zira, çoksesli müziğin etkisi, çekim gücü öylesine büyümüş, öylesine geenişlemiştir ki, geleneğin en katı biçimde sürdüğü, sürdürüldüğü folklor alanında, halk müziği kesiminde bile çokseslilik bir gereklik ve gerçeklik halinde kendini kabul ettirmeyi başarmıştır. Teksesli müziğin, bu haliyle, bu şartlar altında, çoksesli müzikle başedecek gücü kalmamıştır. Zaten, bugün, “Türk Sanat Müziği” adı altında ortaya konan müziğin büyük çoğunluğunun, ne Türk” ne de “Sanat” müziğiyle pek ilgisi bulunmamaktadır.
Elbette, geçmişin önemli, değerli eserleri, insanlar yaşadıkça, varolmaya, yaşamaya devam edeceklerdir. Onlar, belli dönemlerde, belli bir kültür çevresinde üretilmiş ve çağlarınn aynası olmuş eserlerdir. Bu nitelikleriyle, sadece bizlerin değil, bütün insanlığın ortak malı olmaya hak kazanmışlardır. Ama, bugünün o tarzdaki üretimi için aynı şeyi söylememiz mümkün değildir; zira o tarz, artık, bugünün değildir. Bugunün insanına pek fazla bir şey veremediği gibi, yarının insanı için de pek önem taşıdığı, taşıyabileceği söylenemez. Aynı durum folklor ürünleri, halk müziği örnekleri için de söz konusudur. Bunlar arasında yer alan, belli niteliklere sahip olan ve belli dönemlerin özelliklerini yansıtan parçalar, bu değerleriyle, her zaman yaşamaya devam edeceklerdir. Fakat, bugün “Halk Müziği” diye sunulan örneklerin büyük çoğunluğu halk müziği olmaktan çıkmış, özel aranjmanlar ya da halk müziği kalıplarının pek kötü bir biçimde tekrarlandığı acemice bestelerden ibarettir ve bu nitelikleriyle pek büyük bir geleceğe sahip bulunmamaktadırlar. “Arabesk” ya da benzeri akımlar, daha şimdiden, tarihin çöplüğüne doğru sürülüp gitmektedirler. Batı tarzı eğlence müziğini taklidden öteye gidemeyen çeşitli hafif müzik türleri, zaten eğlencelikten ibaret olduklan ve durmadan, piyasaya sürülen yenilikler yüzünden kısa sürede gözden düşüp bir kenara atıldıklan için. kalıcı hemen hiçbir özelliğe sahip bulunmadıklarını söylemek, elbette, kehanet sayılmaz.
Üzerinde dikkatle durulması gereken bir başka olgu ise, teknolojik gelişmelerin sağladığı yeni imkânların, müzik alanına getirdiği yeniliklerdir. Elektronik ve bilgisayar, bugün, bestekârların, müzikçilerin önüne, son derece ilginç, yepyeni boyutlar açmıştır ve bu boyutlar, her geçen gün, katlanarak artmakta, genişlemektedirler. Yakın zamanlara kadar, kâğıt üzerine, birtakım semboller çizen ve bunların, bir gün, birileri tarafından sese dönüştürülmesini beklemek zorunda kalan bestekârlar, artık, seslerle bizzat oynamakta, onlan evirip çevirerek, diledikleri şekle ve renge sokabilmekte, insan kulağının işitebilme sınırlan içindeki her sesi, her türlü bileşimi, üstelik başkalarının aracılığına muhtaç kalmadan üretebilmekte ve kullanabilmektedirler. Bestekârla dinleyici arasındaki icracı halkası ortadan kalkabilmekte ve bestekâr, icracının yorumuna hacet kalmadan, dinleyicisine, doğrudan doğruya ulaşabilmektedir. Bütün bu imkânlann, yarının müziğine ne gibi olumlu ya da olumsuz katkılar sağlayabileceğini bugünden, bütünüyle kestirebilmek pek mümkün görünmese de, fotoğrafın icadından sonra, resim sanatında görülen büyük değişimi andıran bir büyük değişimin, müzik alanında yaşanabileceği, gözden uzak tutulmamalıdır.
Şurada, kısaca gözden geçirmeye çalıştığımız bütün bu olgular, yapmaya gayret ettiğimiz bütün tahliller, çözümlemeler, bizi, dönüp dolaşıp, konuşmamızın başında ileri sürdüğümüz yargıya ulaştırmaktadır: Evet, 21. yüzyılın müziği, o yüzyılda yaşayacak insanlara, o yüzyılın sanatçılarının yapacakları, sunacakları müzik olacaktır. Bu olguyu değiştirmek kimsenin elinde değildir. Ama, 21. yüzyılın müzikçileri de, herhalde, daha önceki yüzyılların müziklerini hesaba katmaktan, onların, kendilerine yarayabileceğini sandıkları yönlerinden, özelliklerinden yararlanmaktan geri kalmayacaklardır. Çünkü insanlığın uygarlık yolundaki uzun yürüyüşü, geçmişi bugüne, bugünü geleceğe bağlayarak gerçekleşmektedir. Bugün, dünün çocuğudur; yarın da bugünden doğacaktır.
_________________________________________
(*) Bu yazı 11–13 Mayıs 1992 tarihinde Adana’da düzenlenen Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü ve Kültür Merkezi Müzik Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuştur.