Bir öğretmen İrfan Bey; ‘biraz rast, biraz hüzzam’… Süleyman Felamur
Toplam Okunma: 4151 | En Son Okunma: 19.11.2024 - 10:41
“Yaşım icabı kemanı çenemde tutamazdım. Ben de kolayını buldum, kemençe gibi çalmaya başladım… Zor da olsa çeneye koymasını öğrendim… Zil çalıp da öğrenciler toplanınca, kemanımla önce çocukların kulağına hoş gelecek kaydırmalar yapar, sonra notaya girerdim. Çocukları esprili, hoş ezgilerle önce rahatlatır sonra İstiklal Marşı’na başlardım. Derslerde de çocukların ilgisini çekmeyi amaçlardım. Çünkü çocukların kulağına hitap edeceksin.”… İrfan Bey, çocukların müziği sevmesi için böyle bir yöntemi seçmiş…
Bir öğretmen İrfan Bey; ‘biraz rast, biraz hüzzam’…Süleyman Felamur
1940’ların başları, dünya ikinci bir savaşla karşı karşıya… Birincisinden büyük zorluklar ve yıkıntı içinde çıkan Anadolu, ikincisini endişe içinde seyrediyor. Milli Şef savaşa girilmeyeceğini söylerken, yeni kurulan Cumhuriyet, yenilenmenin ve rejimin yerleşmesi için eğitim alanında bir karara varıyor: Köy Enstitüleri kurulacak.
Üreterek öğrenme ilkesiyle kurulan Köy Enstitüleri ülkenin her yerinde sırayla açılıyor. Kasabalardan, köylerden okumak isteyen gençler, bu okullarda hem ‘muassır medeniyet’i hem de ‘aklı’ köylere taşımak için eğitiliyor.
Böyle bir zamanda, 1944 gibi Alaçam ve Yakakent’ten dört genç Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’ne doğru yola çıkar: İrfan Cirit, Burhanettin Çakırefe, Mehmet (Yaman) Felamur ve Mehmet Kaya…
1943 Ladik Depremi sonrasında okul binaları yıkılmış, bu nedenle okuldaki ilk yıllarında İrfan Bey kendini oniki yaşında inşaatta bulur. “Okulun önünde ‘Şeref Kapısı’ vardı. Onun altından geçtikten sonra, kendimizi başka türlü hissettik. Üstümüzde çok sorumluluk vardı.” İrfan Bey, Akpınar’daki ilk gününü anlatırken bu sorumluluğu ömrü boyunca hissettiğini de ekliyor. “Çünkü okula bin kişi girdi, ikinci günden itibaren sayı azalmaya başladı. Beşinci sınıfa geldiğimizde 150 kişiydik. Böyle olunca mecbur çalışacaksın, okulu şerefle bitereceksin.”
Bu sorumluluk altında artık eğitim başlamış, iyi bir öğretmen olmak için ne öğrenmesi gerekiyorsa öğrenmiş İrfan Bey. Okulda ziraat, ayakkabı tamirciliği (dönem itibariyle çarığın hala giyildiğini düşünürsek), marangozluk, inşaat benzeri zanaat sınıfına giren el becerisini öğretmenlik ile birlikte öğrenir.
Bu arada Yakakent Halk Başkanı olan babası Ahmet Cirit, halk odasında bulunan dört kemandan birini bir kutuya koyup Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’ne gönderir. Halk Odası başkanı Ahmet Cirit, “Bunu İrfan’a gönderelim, okulda çalmasını öğrenir” der. Kutu Ladik’e gelince İrfan Bey, müdüriyete çağrılır, çünkü kutunun içinde ne olduğunu kimse bilmez ve kutu açılır: Keman. İrfan Bey, okulun mandolin korosundayken müzik yeteneğini geliştirir. Okul gecelerinde yemekhanede verilen konserler, konuk gelen müzisyenlerin ülkenin her yerinden taşıdıkları müzik ziyafetleri, gençlerin müzik bilgilerini arttırır.
Kemanı aldığında müzik dersleri bir dönem geçmiştir ve müzik öğretmeni Hidayet Sayın, derse kabul edemeyeceğini, ancak kendisi bu dönemi telafi ederse gelecek yıl derslere alabileceğini söyler. Bunun üzerine merdiven altlarında, ağaç gölgesinde üst sınıfta okuyanlardan kemanı öğrenmeye çalışır. Fakat yaşı küçük olduğu için kemanı çenesinde tutamaz. “Yaşım icabı kemanı çenemde tutamazdım. Ben de kolayını buldum, kemençe gibi çalmaya başladım. Baktım olmayacak kitap dolabının bir yerine kemanın sap kısmını dayayıp, öyle çaldım. Çünkü keman çalmak isteği içimde vardı. Zor da olsa çeneye koymasını öğrendim, buna zorladım kendimi…” Sonra katıldığı müzik derslerinde hep iyiye doğru gider, bazen muzipliği de bırakmaz. Bir gün müzik dersinde çalışmasını yaptıkları eseri, aynı notaların en tizine çıkarak icra eder. Ertesi gün müzik öğretmeni Hidayet Sayın, isim vermeden sınıfa “İçinizde biri var ki bu müzik işini çok arttıracak, ileriye gidecek”der. Der ama sınıfta herkes bu övgüyü üstüne alır. “Ben hiç sahiplenmedim, fakat bana söylemişti, hiç kimsenin yapamadığını yaptığımı görünce, bu övgüyü bana yapmıştı.”
1948 geldiğinde artık mezun olan İrfan Bey, ilk olarak Samsun Alaçam İlçesi’nin Gökçeboğaz Köyü İlkokulu’nda öğretmen olur, sonra Yukarıelma, Atatürk ilkokulu derken en son Fatih İlkokulu’na gelir. Bu süreç hiç kolay olmaz. Öğrendiklerini öğretmek ve uygulamak zorundadır.
İrfan Cirit
Müzik, önemli bir yer tutar İrfan Bey’in hayatında. Artık her müzik etkinliğinde adı vardır. Kasabaya hizmet için gelmiş devlet memurlarının veda gecelerinde, okulların önemli günlerinde ve kurdukları derneğin her yıl yaptığı gecelerinde müziğiyle elinden geleni yapar.
Veda gecelerinde cümbüşte Mehmet Kaya, solist Cemal Felamur ve kemanda İrfan Cirit. Birara Alaçam’da askerliğini öğretmen olarak yapan İstanbullu Lütfi İncesulu kanunuyla bu gruba eşlik eder. Bu gecelerin birinde Hakim Şükrü açılış konuşmasını yaptıktan sonra dönemin en güzel, en sevilen Türk Sanat Müziği şarkılarını ardarda çalmaya ve söylemeye başlarlar. izleyenlerin hepsi katılır ve ortaya güzel bir koro çıkar.
İrfan Bey, şehrin cemiyet toplantılarının dışında okulda ve evinde de hep müziği yaşar. Çocukların hepsi enstrüman çalar ve şarkı söyler. Tuncay bazen yaramazlık yapsa da en iyiyi öğrenmek zorundadır. Çünkü Cirit ailesi, yeri geldiğinde birlikte bir orkestra olmalıdır. Evdeki müzik sevgisi, büyük kız Ayfer’in konservatuvar macerasıyla sürer ve Ayfer başarılı olur. Tuncay ise İrfan Bey’in udlarını hem çalar hem kırar. Yalnızca Tuncay mı! Yakakent Halkevi’nde kurduğu Türk Sanat Müziği Korosu çalışmaları sırasında bir ud anısı anlatır İrfan Bey; “Bizim Sülüman İlban bana ud öğret dedi. Ona bir ud aldık. Evde küçük çocuklarda duvarda asılı udu görüp ne işe yarar demişler, merdivenin başında uda oturup sapını da direksiyon yapıp kaymaya başlamışlar. Tabii parçalamışlar udu…” bunu söyler söylemez, yan odada konuşulanları dinleyen Ahmet Sarıoğlu atlar: “Hocam o ben idim, o ben idim”der. Ahmet Sarıoğlu’nun muzipliğini hala hatırasında tutar İrfan Bey…
Senenin birinde zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Samsun-Sinop yolundan geçmektedir. Soluklanmak için Çam Gölü’nde mola verir. Çevre ilçelerden haliyle karşılama heyetleri oluşturulur. Alaçam Kaymakamı Bedri Nazlıoğlu İrfan Bey’e sözlü bir emir verir “Bu işi sen yaparsın.” Bunun üzerine İrfan Bey halk oyunları ve müzik programı tertipler. Fakat okul müdürü Burhan Cebi izin vermez, resmi yazı ister. Kaymakam hemen resmi hazırlatır. İrfan Bey bir devlet büyüğünü karşılamak nezaketiyle önce bir konuşma hazırlar, ardından çocukların gösterilerini. Ve çıkar Cevdet Sunay’ın karşısına. Cumhurbaşkanı memnun kalır gösterilerden. Orada bulunan maarif müdürü, vali ve müdürler de memnun. Hemen emir verilir “Çocukların karnını doyurun, sağ salim evlerine dönsünler” diye… Bu karşılamadan bir süre sonra okul müdürü olur İrfan Bey. “Belki de okul müdürlüğünü bu olay sağladı” diye düşünür.
Kendi adıma söylemeliyim, Türkiye’nin hiç bir okulunda sabahları öğrenciler keman sesiyle okullarına başlamamışlardır. Ya da 70’li yıllar için söyleyeyim. “Zil çalıp da öğrenciler toplanınca, kemanımla önce çocukların kulağına hoş gelecek kaydırmalar yapardım. Sonra notaya girerdim. Çocukları esprili, hoş ezgilerlerle önce rahatlatır sonra İstiklal Marşı’na girerdim. Derslerde de aynısını yapardım, çocukların ilgisini çekip amacıma ulaşırdım. Çünkü çocukların kulağına hitap edeceksin.” İrfan Bey, çocukların müziği sevmesi için böyle bir yöntemi seçmiş.
Okul çağımız geldiğinde ilkokula kaydımızı yaptırmak için Ahmet Tolun ile birlikte Fatih İlkokulu’na gittik. Doğruca İrfan Bey’in karşısına çıktık. Önce bizi sevgiyle karşıladı ve oturtu. Hayatımızın ilk vesikalık fotoğraflarını istedi. Annemizi, babamızı sordu ve bize okula kayıt olduğumuzu ve numaralarımızı söyledi. Fakat önce söylediği numaraları karıştırdı. Küçük aklımızla itiraz etmeye başladık. Ahmet “benim numaram şu”, ben ise “benim numaram bu” diye çırpınıyorduk. İrfan bey ise ince bir gülümsemeyle bizi izliyordu. Yıllar sonra anladık ki bizimle oynayıp, numaralarımızı unutmamamızı sağlamıştı.
İrfan Bey, her gittiği okulda yapılması gerekenleri zamanında yapmayınca acı duyarmış. Formaliteler hep zaman kaybettirdiğinden bazen okulun işlerini kendi yaparmış -ki biz de buna şahit olmuşuzdur-. Okulun tamir gerektiren işlerinde bizzat bulunmuş. “Önce öğretmen arkadaşların odasının boyasını yapalım dedim. Baktım orayı boyayınca koridoru boyamak gerek. Koridoru boyayınca müdür odasını da boyamak gerek, derken, iki ay boyunca bütün Fatih İlkokulu’nun duvarlarını ve kapılarını boyamışız, inanabiliyor musun! Biz de şaşmadık desek yalan olur” Bu olayı anlatırken bile şaşkınlığını üzerinden atamayan İrfan Bey, yaptıkları işin hala hazzını duyuyor gibi. Fatih İlkokulu iki ayda boyanmış ve eğitime hazır hale getirilmiş.
Bu olayı duyan Samsun Valisi Ertuğrul Ünler, İrfan Bey’e takdirname vermek ister. Alaçam ziyaretlerinden birinde okullarını da teftiş etmek ister. Tabii ki İrfan Bey, valinin ziyaretini duyunca okulda hazırlık yapar. Bu arada okulun en haylazlarından birini hükümetin önüne gönderir ve tembihler “Vali gelince, hemen bana haber ver” diye. Vali gelir önce hükümet konağını ziyaret eder, denetimlerini yapar. “Bizim haylaz da valinin arabasını içine girmiş, valiyi bekliyormuş. Vali arabasına dönüp de bizimkini görünce “Sen kimsin demiş?” bizimki de “Hanginiz vali?” diye sormuş, bunun üzerine vali “Niye soruyorsun?” deyince bizimki “Seni Fatih İlkokulu Müdürü İrfan acele okula bekliyor”demiş, vali bakmış ki muzip bir durum var “Git müdürüne söyle on dakika sonra oradayım” demiş. Bu olayı duyduğumda kendimi en zor duruma hazırladım. “Peki vali bey, kızdı mı? diye sordum bizim haylaza, o da ‘yok öğretmenim hiç kızmazdı’ diyince bir rahatladım doğrusu… Onbeş dakika sonra Valiyi okulun demir kapısında karşıladım. Arabadan inen valiyi gülerken görünce, tüm sıkıntım ve kızgınlığım geçti. Vali biraz önce yaşadıklarının neşesiyle elim sıktı ve beni kutladı. Tabi bunları ben takdirname için yapmadım, o günlerin şartları öyleydi mecbur okulun eksikliklerini tamamlayacaksın başka türlü olmuyor ki!”
“Güzel günlerdi” diyen İrfan Bey, öğrencilerinin başarılarını duydukça daha mutlu olurmuş. Birgün kızını ziyarete gittiği İstabul’da, Çamlıca’daki öğretmenler korosunun programını izlemeye gider. Bir de bakar ki eski öğrencisi ve çalışma arkadaşı Adil Çelebi sahnede. Birlikte düğünlerde program, müzik yaptıkları Zurnacı Adil. “Adil, müzikte ilk zamanları çok zayıptı, nota bilmezdi. Fakat çocuktaki azim öyle güçlümüş kü şimdi karşımdaydı. Tarif edilmez bir duygu.” Adil, İrfan Bey’i görünce sahneden inip, ona yaklaşır ve halini hatırını sorar. Ve program başlar: “Adil bir çalıyor, hem flüt hem de zurna, anasını ağlatıyor ikisin de. Kardeşim nasıl bir hakimiyet. Zaten seyredenler hayranlık içinde. Adil’in bana ve hanıma gösterdiği ilgiyi çevredekiler görünce siz nereden tanıyorsunuz? diye sordular, ben de gururla benim öğrencim dedim.”
Her öğretmen gibi İrfan Bey de öğrencilerinin başarılarını duydukça onurlanır ve onları “Memleketimizin yetenekli çocukları var. Onları Alaçam’da, Yakakent’te de dinlemek, izlemek isterdim. En azından yılda bir kere gelip buralarda etkinlik yapmaları çok iyi olur”diyerek görmek ister.
İrfan Bey, bugün Yakakent’te yılların yorgunluğu üzerinde, hala sesine güzel bir tını yükleyip, ailesiyle birlikte yanıbaşımızda yaşıyor.
Hayat O’na bazen ‘rast’ gelmiş bazen de ‘hüzzâm’ … (1)
_____________________________________
Not: Bu yazıya konu olan söyleşi 2004 yazında Yakakent’te yapıldı. İrfan Bey öğretmenim, samimi ve cana yakın davranarak hayat öyküsünü anlattı. Bu yazılanlar onun yaşamının her anı değildi o bizim eksiğimiz, kusura bakılmasın. Bu vesileyle kendisine teşekkür ederim… İstanbul 23 Eylül 2005
______________________________________
(1) http://www.memleketmektubu.com/2009/11/bir-ogretmen-irfan-cirit/