Bela Bartok (1881-1945) : “Türkiye’deki Derleme Gezilerim-1936” …


Toplam Okunma: 24509 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 10:22
Kategori: Türk Halk Müziği

Türk milli musikisinin Türk halk musikisi temeli üzerinde nasıl geliştirilmesi gerektiğini anlatacak, gerçek bir halk ezgisi derlemesi için onlara yol gösterebilecek -o zamanlar- hiç kimse yoktu. Halkevi’nin Ankara şubesince benim davet edilmeme karar verilmişti… En eski, hiç şüphesiz Asya kökenli olan Macar halk musikisi ile Türk halk musikisi arasında herhangi bir bağ olup olmadığını da çok merak ediyordum… Besteci Ahmet Adnan (Saygun) Bey Halkevi tarafından bana eşlik etmek üzere görevlendirilmişti. Onun görevi türküleri söyleyenlere soru sormak ve ezgilerin sözlerini not etmekti. Ondan başka, Ankara konservatuarında bestecilik öğretmenleri olan Necil Kazım (Akses) Bey ile Ulvi Cemal (Erkin) Bey de, yerel ezgilerin yerinde nasıl derlendiğini görmeleri için Maarif Vekaleti’nin isteği üzerine bizimle geldiler…

BELA BARTOK (1881-1945)

Bela Bartok 25 mart 1881 ‘de şimdi Romanya ve o zaman Macaristan arazisinden olan Torontal eyaletinde doğdu. İlk piyano derslerine 6 yaşında iken başladı. Hocası kendi annesi idi. 9 yaşında piyano için parçalar bestelemeğe başladı. 1891′de ilk konserini verdi. Bartok 18 yaşına kadar opera ve konserler dinlemek, oda musikisi ile meşgul olmak ve eserler bestelemek fırsatını buldu. 1905′ de Macar halk musikisine derin bir alaka ile bağlanmıştır.

Eserleri Budapeşte’de büyük münakaşalara yol açmağa başlamıştı. 1911′de bir münakaşalar çok kızışmış ve başta Kodaly ve Bela Bartok olmak üzere genç bestekarlar (yeni Macar musiki birliğini) kurmuşlardı. Genç bestekarların hamleleri hüsranla neticelendi. 1912′de inzivaya çekilen Bela Bartok halk musikisi tetkiklerini daha derinleştirdi. 1917 senesinde ilk defa olarak Budapeşte’de (Tahtadan Prens) ismindeki eseri sempati ile karşılandı. Fakat 1918′de Macaristan’ın yıkılmasıyla Bela Bartok’un da Macar halk musikisi üzerindeki çalışmaları son verdi.

Fakat bu tarihten sonra şöhreti başka memleketlere yayıldı. 1934′den sonra hocalıktan çekilerek kendisini tamamen bestekarlığa verdi. II. Dünya Savaşı’nın çıkmasından sonra Bartok’un Avrupa’dan ayrılmak isteği giderek arttı. 1940 yılında ABD’ye gitti ve New York’a yerleşti. Columbia Üniversitesi’nin folklor bölümünü kurdu. 1942 yılında hastalandı. Savaş bitiminde 1945 yılında New York’da öldü.

Türkiye’nin daveti üzerine Macar hükümeti 1936 yılında Bela Bartok’u folklor tetkiklerinde bulunmak üzere Türkiye’ye gönderdi.

Bartók’un halk müziği derlemelerinin belgeleri arasındaki orijinal fonograf ses kayıt silindirleri bugün Budapeşte Etnografya Müzesi’nde – Néprajzi Múzeum – bulunmaktadır. Ses kayıt silindirlerinden 614 kayıt silindiri Rumen, 480 kayıt silindiri Macar, 106 kayıt silindiri Slovak, 65 kayıt silindiri Türk ve 39 kayıt silindiri de rutin halk müziği parçalarını içermektedir. Bu sergiyi ziyaret edenler Bartók’un Macar Radyosu’nda 1937 yılında yayınlanmış bir program kaydında anlattığı Türkiye seyahati dinlenebilir.

Bela Bartok türküler üzerine yaptığı çalışmanın iki kopyası ölümünden 31 yıl sonra, 1976’da ABD ve Macaristan’da basıldı. Bu türkülerden 40 tanesi 1996’da Macar Etnografya Müzesi yetkilisi Jozsef Birinyi’nin çabalarıyla iki CD’den oluşan bir albüm olarak yayınlandı.

Türkiye 1930’lu yıllarda ülkedeki müzikle ilgili kurumları son derece hızlı bir şekilde geliştirme işine girişmiş, bu süreçte yabancılardan da yardım almıştır. Paul Hindemith ve ardından Bartók’un davet edilmesi bu minvalde oldu. O yıllarda Ankara Üniversitesi’nde Macarca dersi vermekte olan Türkolog László Rásonyi tarafından Bartók’a yazılan bir mektup bu davetin gerekçeleri konusunda da açıklık getirmektedir. Buna göre Türkler “Macarlarla olan ilişkilerinde müzik alanında daha fazla bir beklenti içindedirler. Çünkü klasik müzikle ilgili olarak bakıldığında burada Almanlara ulaşan düzeyin yanı sıra, Macarlar açısından çok büyük bir avantaj daha vardır: Macar halk müziği, modern Macar müziği ve Macar insanının ruhu Almanlarla kıyaslandığında Türklere çok daha yakın durmaktadır. Biraz daha anlayış ve empatiyle çok büyük hizmetler verebilir.” http://www.rodosto.hu/tr/osmaniye.html

1936 yılının 16-29 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek olan derleme seyahatine, şahsına özgü büyük bir dikkat ve titizlikle hazırlanacaktır. Budapeşte’de ulaşabileceği tüm kaynaklardan konu hakkında bilgi derler. Türkçe öğrenmeye başlar. İstanbul’da konservatuarın geçici öğrencileri tarafından hazırlanan halk müziği plak koleksiyonunu da tek tek dinler. Seyahati sırasında Ankara konservatuarından iki öğretmen de ona eşlik edecektir. Özellikle de bestekâr Ahmed Adnan Saygun her konuda yardımcı olacak, ona tercümanlık yapacak ve de halk türkülerinin sözlerini onun için kaydedecektir. Bu çok kısa süre içinde Bartók 14 yerleşim birimini ziyaret eder. Bu yerlerde toplam 30 kişinin söylediği türküler fonograf ses kayıt silindirlerine kaydedilir. Bunu yapabilmek için insanların genellikle dışarıdan gelenlere karşı hissettiği yabancılık duygusunun ve endişenin üstesinden gelmek ve de o zamana kadar hiç kimsenin görmediği bu “şeytanca bir cihaz” olan ses kayıt makinesine karşı duyulan kaygıyı gidermek gerekmektedir.

Seyahati ile ilgili anılarını ilk kez “Nyugat” dergisinde yayımlar. “Bir tür çok karakteristik ezgi modeli keşfettim…zBu ezgi modelinin yapısı, ilginç bir şekilde eski Macar türkülerinin, “inen yapı” olarak adlandırılan yapısıyla çok yakın akrabalık gösteriyor…Bu tür yapısal özelliğe sahip türkülerin şimdiye kadar geniş bir şekilde sadece Macarlarda, Erdel’de bulunan Mezőség Bölgesi’ndeki ve Moldva’daki Çangolara yakın yaşayan Rumenlerde, ayrıca Çeremislerde ve kuzey bölgelerde yaşayan Türk halklarının kültürlerinde görüldüğü göz önüne alındığında şu konu giderek neredeyse kesinlik kazanmaktadır; bu söz konusu yapı eski, bin yıl öncesinin Türk müzik stilinin kalıntısıdır.”

Bartok, Türkiye’deki halk ezgisi derlemelerinde (1936) yaşadıklarını şöyle dile getiriyor:

“Aşağı yukarı iki yıl kadar önce Türk resmi çevreleri Paul Hindemith’in yardımı ve yönlendirmesiyle belediyeler eliyle Avrupa çizgisinde bir musiki eğitimi örgütlemeye başladılar. Ama Türk milli musikisinin Türk halk musikisi temeli üzerinde nasıl geliştirilmesi gerektiğini anlatacak, gerçek bir halk ezgisi derlemesi için onlara yol gösterebilecek hiç kimse yoktu.

Bundan dolayı Halkevi’nin Ankara şubesince benim davet edilmeme karar verilmişti. Küçük Asya gezimi hazırlayan şartlar bunlardı. Musiki folkloru üzerine üç konferans vermek, bir de Macar orkestra musikisi konserinde yer, almak üzere 1936′da Ankara’ya davet edildim. Ayrıca, Macaristan Bilim Akademisi için Anadolu Türk Halk Musikisi örneklerinden plak doldurmamı sağlayacak iki gezi içinde söz almıştım. Söylemek bile gereksiz, bu daveti büyük bir zevkle kabul ettim, çünkü gerçek Türk Halk Musikisi (yani Türk köy musikisi) üstüne o sırada hiçbir şey bilmiyordum. Türk halk musikisinden daha önce derlenmiş olan çok sınırlı malzeme sistemsiz bir derlemeydi; bu küçük ölçekli malzemeden de hemen hemen hiçbir şey yayımlanmamış, yayımlanmışsa bile baskısı tükenmişti. En eski, hiç şüphesiz Asya kökenli olan Macar halk musikisi ile Türk halk musikisi arasında herhangi bir bağ olup olmadığını da çok merak ediyordum.

1936 Ekimi’nin sonunda Budapeşte’den ayrıldım, belediye musiki konservatuarındaki plakların tekniğin imkanları ölçüsünde mükemmel olduğunu gördüm. Bu plaklar İstanbul şehir belediyesinin siparişiyle His Master’s Voice ile Columbia şirketlerince doldurulmuştu. Çoğu köylü icracılarca doldurulmuş, çift yüzlü altmış beş plak vardı. Plak dizisi 1930′dan itibaren yayımlanmaya başlamış, sonunda toplam 130 kadar ezgi plağa alınmıştı. Bu çok büyük bir miktar olmamakla birlikte, bizim çift yüzlü sadece dört çok mütevazı Macar musikisi plak derlememizle karşılaştırıldığında olağanüstüydü. Türkler’in hazırladığı derlemenin bir kusuru malzemenin sistemli bir biçimde seçilmemesindeydi. Bu tasarı uygulamaya konulmadan önce plağa alınan ezgilerin hiçbiri mahallinde kaydedilmemişti, öyle ki neyin öncelikle önem taşıdığını, neyin kaydedilmesi gerektiğini de bir bilen yoktu. Plakların çoğunda, yolu İstanbul’a düşen gezici musikicilerin malzemesi kullanılmıştı. Bunlar, sırf gezip dolaşan musikiciler olmaları yüzünden, yerel bir nitelik taşıyan halk musikisinin hiçbir zaman gerçek kaynakları sayılamazlar.

Derlemedeki ikinci hata musikinin de, güftelerin de kayıt sırasında yazılmamış olmasıydı. Güftelerin yazıya geçirilmemesi ise onarılmaz bir eksiklikti çünkü. Türkiye’yi ziyaretim sırasında gördüğüm gibi, kimi plaklardaki sözleri Türkler bile anlayamıyorlardı.

Ankara’ daki ilk haftam konferanslarla ve konserlerle geçti. Ertesi hafta geziler başlayacaktı. Hastalandığım için, ne yazık ki bu gezilerin ilkinden ister istemez vazgeçildi. Ama daha sonra ikinci geziye başlamamız için bizi yolumuzdan alıkoyan herhangi bir engel çıkmadı.

Besteci Ahmet Adnan Bey Halkevi tarafından bana eşlik etmek üzere görevlendirilmişti. Onun görevi türküleri söyleyenlere soru sormak ve ezgilerin sözlerini not etmekti. Ondan başka, Ankara konservatuarında bestecilik öğretmenleri olan Necil Kazım Bey ile Ulvi Cemal Bey de, yerel ezgilerin yerinde nasıl derlendiğini görmeleri için Maarif Vekaleti’nin isteği üzerine bizimlegeldiler. Halkevi’ nin yerel şubelerine merkezden gönderilen emirde bize yardım etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları istenmişti. Onlar yatacağımız yer, ulaşım gibi sorunlarımızla ilgilenecekler, çalışmamızın ilerlemesi ve işlerin yolunda gitmesi için ne gerekiyorsa onu yapacaklardı. Bizimle o kadar ilgilendiler, bize o kadar yakınlıkgösterdiler ki, o geziyi hatırladıkça gerçekten duygulanırım. Oysa başlangıçta ciddikaygılarım vardı, çünkü Türk arkadaşlarım bu girişimimiz için pek umutlu konuşmuyorlardı. Köylülerin bize türkü söylemeleri için onlarla haftalarca dostluk kurmak gerekeceğini söylüyorlardı. Güney Anadolu’nun Suriye sınırına yakın bir yöresine gittik, çünkü o yöre yazı Toros dağlarındaki yaylalarda geçiren, kışınsa Akdeniz kıyılarına inen göçebe Türk aşireti Yürüklerin kışlağıydı. Hala böyle ilkel şartlar altında yaşayan insanların eskimusikinin bütün özgün niteliklerini muhafaza etmiş olabileceklerini varsaymıştık. İlk sistemli Türk halk ezgileri derlemesine sahne olacak yer için onların yaşadığı bölgeyi seçmemizin nedeni de buydu. Çalışmalarımızın merkezi Adana şehriydi. İlk iki günü orada, çevre köylerden getirilen şarkıcılarla çalışarak, oldukça iyi sonuçlar alarak geçirdik. Bu durum halk ezgisi derleme ilkelerine pek uygun değildi, ama son hastalığım yüzünden henüz köylere gidecek cesaretim yoktu.Üçüncü gün Mersin adlı bir kıyı kasabasına gittik, ama oradan aldığımız sonuçlar hiç tatmin edici değildi. Ama başka şeylerle biraz olsun avundum. Kasaba astropikal bölgedeydi, ısı hiçbir zaman sıfırın altına düşmüyordu, benim gittiğim kasım ayında da, Macaristan’da ağustos sonunda olduğu kadar sıcaktı. Burada hurma, şekerkamışı yetiştiriliyor, yalancı karabiber ağaçları, çiçek açmış, meyvesini vermiş muz ağaçları altında dolaştık.

Sonunda, dördüncü gün Adana’nın seksen kilometre doğusuna, Yürüklerin yaşadığı yöreye gittik. Önce Osmaniye adlı büyükçe bir köye (nahiye) uğradık. Bu köyün ve baz çevre köylerin halkı, şu yahut bu nedenle göçebe yaşayışı terk ederek yetmiş yıl kadar önce oraya yerleşmek zorunda kalan ”Ulaş” aşiretindendi.

Öğleden sonra saat iki sularında Osmaniye’ye vardık, saat dörtte bir köy evinin avlusuna girdik. Nihayet bir köy evinde gerçek bir çalışma uygulamaya başlayabileceğimizi düşünerek, büyük bir sevinç duydum. Ev sahibi yetmiş yaşlarında, Ali Bekir oğlu Bekir adında yaşlı bir adamdı, bizi pek konukseverce karşıladı. Kendisine kaç yaşında olduğunu sorduğumuz zaman, övüne övüne, ağzında tek bir diş kalmadığı halde her yediği lokmayı çiğneyebildiğini, yetmiş yaşında olduğunu ama keçi gibi dağa tırmanabildiğini söyledi. Biraz konuştuktan sonra, ”kemençe” adlı, ”rebab”a benzer , eski tarzda çalınan, kemandan daha büyük olmadığı halde viyolonsel gibi tutulan bir çalgı çaldığını öğrendik. Bu çalgı hemen hemen bizim keman gibi akort ediliyor. İhtiyar herhangi bir çekingenlik duygusuna kapılmadan, avluda bizim için bir ezgi söylemeye başladı. Söylediği havada, eski savaşlardan biriyle ilgili eski bir hikaye anlatılıyordu. Kulaklarıma inanamadım., eski bir Macar ezgisinin bir varyantı gibi gelmişti bana çünkü. Büyük bir sevinç içinde, koca Bekir’ in türküsünü iki bütün silindire kaydettim.

Bu sırada güneş batmıştı, ev halkı akşam yemeğini yerken çalışmamızı kesmek zorunda kaldık. İnanmış Müslümanlara gün doğumundan gün batımına kadar bütün bir ay boyunca hiçbir şey yiyip içmemelerinin duyurulduğu Ramazan ayındaydık. Kuran’ın süslü diliyle söylenirse, orucun, beyaz ipliğin siyah iplikten ayırdedilemeyeceği vakte kadar sürmesi gerekiyor. Atatürk’ün getirdiği yeni düzene rağmen o yörenin halkı son derece dindardı, buralarda ileri gelen devlet görevlileri bile oruçlarını hiç kaçırmıyorlardı. Oruç çalışmamızın sık sık aksamasına yol açtı.

Koca Bekir’den dinlediğim ikinci hava yine Macar şarkısı varyantıydı. Bu beni adamakıllı şaşırttı. Bekir bu havayı kadınların hiçbir zaman giremediği selamlıkta söyledi. Daha sonra da ihtiyarın oğlu ile orada bulunan ötekiler türkü söylediler. Gecenin geç saatlerine kadar vaktimizi çalışarak geçirmiş olmamız beni çok memnun etmişti, ama türkü söyleyecek bir kadın. bulmak imkansızdı, arkadaşlarımın bu yoldaki bütün çabaları boşa gitti.

Ertesi gün bazı göçebe aşiretlerin bulunduğu epeyce uzak bir yere gitmek istedik, ama beklenmedik bir fırtına buna engel oldu. Yollar o kadar çamurluydu ki, gıcır gıcır yeni arabamızla yola çıkmak hiç de akıl karı değildi. Bu yüzden, o civarda bulunan Çardak adlı bir köye gittik.

Ne olursa olsun türkü söyleyecek bir kadın bu1mamız gerektiğini söyledim, kısa bir süre sonra bir kadın bulduğumuz zaman sevinçten şaşakaldım, ne var ki ona rastlamak bize hiçbir şey kazandırmadı. Bize işe yaramaz iki kısa ezgi söyledi, ama bilmediği için onları da beceremedi, bu yüzden bende söylediği türküleri kaydetmedim. Ondan sonra, ikindi üstü saat dört sularına kadar küçük bir erkek çocuğuyla çalışmayı denedik, en sonunda, söylediği türkülerden bir ikisini kaydettim. Sonra bir açmaza girdik. Hayal kırıklığı içinde, Osmaniye’ye dönmek üzere toparlanmaya başlamıştık ki, birdenbire bir beyefendi yanımıza gelerek dedi ki: ”Pek memnun olmuşa benzemiyorsunuz…”

”Memnun değiliz..” dedim, ”kimse bize türkü söylemek istemiyor burada.” ”Üzülmeyin,” dedi, ”bizim köyün halkını iyi tanırım, türkü söyleyecek bir kaçını bulurum size.” Sözünün eri bir adammış. Yetecek kadar sayıda köylüyü okul binasında topladı, halk oyunları da oynansın diye komşu köyden iki çalgıcı bile çağırmıştı. (Daha sonra öğrendik ki, kendisi eski bir parlamento üyesiymiş.) Ama ne oyundu o öyle! Musikisi ise sersemleticiydi. Çalgıcılardan biri obuaya benzer bir çalgı olan zurnayı, öbürü önüne bağlanan davulu (bas davul) çalıyordu. Davulcu davula tahta bir tokmakla öyle korkunç bir güçle vuruyordu ki, o sırada doğrusu ya o koca davulun ya da kulak zanmın patlayacağını sandım. Davula her vuruşunda, oracıkta bulunan üç gaz lambasının titrek alevleri bile parlıyordu. Oyuna gelince! Dört erkek oynuyordu, daha doğrusu biri tek başına oynuyor, ötekiler el ele tutuşmuş olarak, ağır ölçülü hareketlerle ona eşlik ediyorlardı. Ama garip olan, iki çalgıcının da birkaç adım ve el kol hareketi ile zaman zaman oyuna katılmasıydı. Gel gelelim kısa bir süre sonra musıki ve oyun ansızın durdu, ve üç oyuncudan biri adeta patlarcasına bir türküye başladı. Yüzünde öyle dalgın, hülyalı bir ifade vardı ki, o yüzü anlatacak kelime bulamıyorum. Türküye çok tiz bir tenor sesle başladı, türkünün sonunda ise yavaş yavaş daha doğal bir perdeye indi.

Yedi sekiz dize kadar türkü söyledikten sonra, çalgıcılar başka çeşit bir halk oyunu musıkisine uygun olarak yeniden ahenk tuttular. Daha sonra da bunu, daha önce olduğu gibi bir sözlü solo izledi. Basit, ilkel fonografımdan basbayağı utandım, çünkü en iyi gramofonlar bile böyle bir sahneyi canlandırrnakta aciz kalırdı. Sesli film kamerası kullanmak gerekirdi. O büyüleyici sahnenin ahengini bozan küçük bir şey vardı ki o da, orada toplananlardan hiçbirinin köylü kıyafetinde olmamasıydı. hepsi de en eski püskü en basmakalıp cinsinden Avrupa örneği elbiseler giymişti. Transilvanya’da Balkanlar’da genellikle hala köylü elbiseleri giyilirken, bu fabrika işi zevksiz elbiselerin hangi akıl almaz yolla göçebe Yürükler’e ulaştığını hayal edebilmek kolay değil.

O köyde vaktirnizi çok yararlı bir şekilde geçirmernizi sağlayan Çardak’lı eski siyaset adamına teşekkürler. Koca Bekir’ in söylediği Macar ezgilerini andıran havanın buradaki köylü1erce de bilİndiğini görrnüştük, dernek ki o türkü yörenin genellikle bilinen havalarındandı, dolayısıyla bir rastlantı sonucu bugüne kalrnış bir ezgi değildi.

Ertesi gün bu kez yağmur engeliyle karşılaştık. Uzun bir tartışrnadan sorıra hemen yakındaki Toprakkale köyüne geçtik, orada bir yük arabası tuttuk, en sonunda gerçek bir göçebe çadır köyüne geldik. Köye öğle üzeri ulaşrnıştık, çok geçmeden orada bizim pek şansımız olmadığını gördük. Köyün erkekleri ortalıkta yoktu, kocalarının izni olmadan kadınların bizim için türkü söylemesi söz konusu olamazdı. Çok yaşlı, yalın ayaklı bir adam çadırların çevresinde arandı durdu, ama türkü söylemek için istekli değildi. En sonunda, öğle yemeği vaktinde, Osman adında on bir yaşlarında küçük bir çoban eve döndü de bizi büsbütün başarısızlığa uğramaktan kurtardı. Söylediği türkülerden oldukça ilgimi çeken birini kaydettim, sonra öğle yemeğini yemek üzere yakıcı güneşin altından bir çadırın önündeki gölgeliğe serilmiş minderlere çekildik.

Yemekten soma başka bir köye hareket ettik. Arabamızla dereler, ırmaklar içinden geçmek zorunda kaldık; sonra yol kayalık bir zemin haline geldi, en sonunda yol diye bir şey kalmadı. Uzun zaman kayalık yamaçlarda atlı arabamızla sarsıla sarsıla yol aldık. Araç gereçlerimiz yanımızda olmasaydı, yolculuğumuz bu kadar kötü geçmezdi, ama kucağımızdaki fonograf, kutular, doldurulmuş plaklar bizi sürekli korkutuyordu. bu yüzden pek hoş bir yolculuk değildi. Sonunda sarsılrnaktan yorularak arabadan indik, hassas araç gereçlerimizi gücümüzün yettiğince ellerimizde, omuzlarımızda taşıdık.

Saat beş sularında, güneş batarken Tecirli kışlağına ulaşabildik. Bu göçebe bir aşiret olduğu halde çadırlarda değil, kulübemsi kerpiç evlerde yaşıyordu artık. Aşiretin en varlıklı adamlarından birine gittik, onu rehberlerimizden biri de bir rastlantı eseri olarak tanıyordu. Bu adam bizi çok nazikçe karşıladı, yanımızdaki garip araç gereçlerle ne yapmak istediğimiz hakkında da hiçbir soru sorrnama inceliğini gösterdi. Bizim için bir koyun kestirniek istiyordu, ama biz bir tavuğun yeterli olacağına ikna ettik kendisini. Sonra bizi evine davet etti, kapkaranlık, penceresiz bir binaya girdik.

Yere çepeçevre minderler serilmişti, ortada da bir ocak, vardı. Ülkenin adetine uyarak ayakkabııarımızı çıkardık, minderlerin üzerine Türk tarzında, bağdaş kurup oturduk. Çalı çırpı doldurup ocağı yaktılar, ama evin ne bacası ne de penceresi olduğundan. birkaç dakika içinde oda gözlerimizi yakacak kadar dumanla doldu. Önceki akşam hedef kulak zarlarımızdı, şimdiyse gözlerimiz.. Variatio delectat(tema çeşitlemesi), bu bakımdan yakınmaya hiç hakkımız yoktu. Bereket versin, daha çalıların çıtır çıtır tutuşmasına kalmadan, odayı kaplayan dumanların bir kısmı duvardaki yarıklardan dışarı süzülmüştü. Az sonra oda gelen komşularla doldu. Tatlı birsöyleşi başladı. Bu söyleşi akşam saat yediye kadar sürdü, ama o vakite kadar rehberimiz ziyaretimizin amacı hakkında tek söz bile söylemeye kalkışmamıştı. Kaygı içinde bekliyordum.

Saat yedi sularında rehberin ”türkü”, ”Türk halk musıkisi” gibi sözler söylediğini duydum. ”Nihayet”, dedim kendi kendime, ”halk türkülerinden sözetmeye başladılar; sadede geliyoruz herhalde artık”. Gerçekten de on beş yaşlarında bir erkek çocuğu en ufak bir çekingenlik göstermeden bir hava tutturuverdi. Gene Macar havalarına çok benzeyen bir ezgiydi söylediği. Hemen araç gereçlerimi hazırlayarak tabii, yerdeki minderler üzerinde görüyordum işimi, ocaktaki ateşin aydınlığında ezgiyi notaya geçirdim, sonra türküyü plağa almak istedim. Bu mükemmel başlangıçtan sonra umduğum gibi kolay olmadı plağa almak, çünkü çocuk türküyü o şeytani makinaya söylerse sesini temelli kaybedeceğinden korkuyordu bütün saflığıyla. Makinanın sesini geri vermemecesine alıp götüreceğini sanıyordu herhalde. Güç bela korkularını yatıştırabildik de ondan sonra gece yarısına kadar aralıksız, rahatça çalışabildik. Kadınlar konusunda şöyle bir zemin yoklalaması için vaktin geldiğini düşünüyordum artık. Kadınların erkeklerin söylemediği türküler bilip bilmediğini sordum. ”Hayır, başka türkü bilmez onlar,” cevabını verdiler. ”Öyleyse”, dedim, ”bu türküleri onların da bildiğine şüphe yok, birkaçını onlardan dinlemekten de zevk duyarız…” Uzunca bir kararsızlıktan sonra, kadınların kendi kocaları önünde bile türkü soylemediklerini, erkeklerin de karılarından türkü söylemelrini istemediklerini, istemelerinin alışılmış bir şey olmadığını söylediler. Erkeklerin kendi karılarından bile istemedikleri bir şeyi onlardan isteyemeyeceğimi anlayarak, bunda ısrar etmekten, istemeye istemeye vazgeçtim. Olmazdı böyle şey! Şu bulunduğumuz; evin içinde ev sahibinin bir değil iki karısı vardı, ama biz kadınlarca söylenecek bir türkü bile kaydedemiyorduk.

Ankara ‘ya döndükten sonra üst düzeydeki yetkililere bu konuda. ne olursa olsun bir şeyler yapılması gerektiğini söyledim. Türkü derlemek için ya gerekli eğitimden geçmiş kadınlar köylere gönderilmeli, ya da erkek derleyicilere, kadınlarla ilişki kurabilecek kimselerse, karıları eşlik etmeliydi. Erkeklerin ister türkü söyleyerek ister söylemeyerek, çocuklarını .uyutmak için kucaklarından hiçbir zaman sallamadıkları bilindiği halde, ninnileri kaba erkek sesinden kaydetmek çok aciklı bir şeydi.

Gezimi Tecirli göçebeleriyle bitirdim. Bana eşlik eden Türkler için bir ömek oluşturabilecek bir derleme gezısı düzenleyebileceğimi ummuştum, ama düşündüklerimi tam istediğim gibi gerçekleştiremediğim için gezinin pek başarıya ulaşmadığını söylemek zorundayım. Bu başarısızlığın nedenlerinden biri, hastalığım yüzünden ilk üç gün köylere gidememiş olmamızdır. Öbür nedeni ise her ezgi hakkında nerede, kimlerce, hangi durumlarda vb. söylendiği konusunda kesin bilgi alamamamızdır. Birçok durumda, aldığımız bilgiler pek güvenilir değildi, söylenenlerin çoğu çelişiyordu. Bir başka zorluk da icracılara sorduklarımı bir tercüman aracılığıyla sormak zorunda oluşumdu. Gariptir , toplu halde türkü söyleyip söylemediklerini, söylüyorlarsa ne zaman söylediklerini bir türlü anlayamadım. Köylüleri toplu halde türkü söylemeye ikna etmek, imkansızdı, bu yöndeki bütün deneylerim hiçbir sonuç vermedi. Çalışmamızdaki üçüncü hata, daha önce de değindiğimiz gibi, türkü söyleyecek kadın bulamamamızdı, son hatamız da ezgilerin plağa. kaydetmediğimiz kıtalarının sözlerini yazmamış oluşumuzdu. Bütün bu kusurlarına rağmen, derleme oldukça güvenilir, bilimsel açıdan çok ilginç sonuçlar çıkanlmasını sağlıyor. Her şeyden önce uğradığımız seksen kilometre kare kadar genişliğindeki bölgede çok özgül bir ezgi tipi keşfetmiş bulunuyoruz. Kaydettiğimiz doksan ezgiden yirmi kadarı bu kümeye giriyor. Bunlarla eski Macar halk ezgileri arasında çarpıcı bir benzerlik görülüyor, yapı bakımındansa tümü inici denilen tiptedir.

Sözkonusu Türk ezgilerinden bazıları Macar şarkılarından daha süslü. Bunların dizisi esiki Macar ezgilerinin çoğunda olduğti gibi pentatonik degil, Aeol yahut Dor dizileridir, ama kullanılan dizilerin pentatonik dizinin dönüşmüş bir biçimi olması da imrnsız değildir. Zaman zaman görülen süslemeler dışında herhangi bir uslup bağdaşıklığı, yoktur; kimilerinde, Macar malzemesinin çok tanınmış ”değişen noktalı ritmi”ni gördüm. Değişmenin güfteye uyma eğilimine bağlı oluup olmadığı, bağhysa ne ölçüde bağlı olduğu ancak üzun incelemelerle belirlenebilir. Ankara’da Orta Anadolu’lu on üç yaşındaki bir kızdan altı türkü daha derleme fırsatı buldum.
Bu altı ezgiden ikisinin on bir heceli Macar ezgilerini andıran bir yapıda ve özellikte olması çarpıcıdır.

Türkler ”yağmur duası” ezgilerini genellikle bilmiyorlar. Gerek güfte gerekse ezgi yönünden bu türküler, aynı amaca yarayan Yugoslav ve Romen (Dodala, Paparuga) şarkılarına tekabül ediyor; ezgileri ise Macar Slovak yahut öbür Batı Avrupa uluslarının ninnileriyle çocuk oyunu şarkılarına benziyor.Balkanlar’ da çok yaygın olan, Doğulu (Arap?) tarzında belli bir artık ikili dizinin Adana dolaylarındaki köylerde hiç bilinmemesi gariptir. Balkan halkları. böyle bir diziyi Türklerden değilse kimden almış olabilirler?
Hora lunga denilen ezgilerden hiçbir iz bulamadım; öte yandan, Bulgar ritmi diye arnlan ritmin değişik biçimleri çeşitli yerlerde, örneğin Karadeniz’in doğu kıyısında, hatta Adana dolaylarında az çok biliniyor.

Bugünün Türkiye’si Almanya’nın hemen hemen bir buçuk katı kadar büyük, nüfusu da on yedi milyon kadar. Toprakları bu kadar geniş bir ülkeden derlenen doksan ezgi kesin sonuçlara varabilmek için çok az imkan sağlayabilir. Ancak, bu .küçük ölçekli malzemenin yüzde yirmisinin eski Macar musikisiyle benzerlikler göstermesi, sistemli olarak derlenen, daha geniş ölçekli bir malzeme sağlandığında arada daha çok benzerlik noktaları bulunabileceğini düşündürüyor. Bunun sadece bir rastlantı olmadığı ortadadır. Yugoslavlar’ın, batı ve kuzey Slovaklarının, Yunanların musikisinde bu tür ezgiler bulunmaz, Bulgarlarda, Transilvanya ve Moldovya Romenlerinde, Çeremislerde(Volga bölgesinde yaşayan Fin-Ugor halkı.) ve kuzey Türk halklarında bile bu ezgilere ancak seyrekçe rastlanabilir; buna göre, bu musiki antik, bin yıllık bir Türk musikisi-üslubunun kırıntıları olabilir.

Çıktığım derleme gezisini gerçekleştiren herkese olan gönül borcumu dile getirmek isterim. İlkin, Ankara Halkevi yönetimine, özellikle bu geziyi büyük bir özenle düzenleyen Ferid Celal Bey’e; Yürükler’in yaşadığı yörede hiç eksilmeyen heyecanıyla bana eşlik eden, karşılaştığım bütün güçlükleri ortadan kaldırmak için uğraşıp didinen Adana Müzesi Müdürü Ali Rıza Bey ile Adana Halkevi yöneticilerine, ayrıca, özverili arkadaşım, çalışkan meslektaşım ve tercümanım Ahmed Adnan Bey’ e; son olarak da, Ankara ‘da kaldığım süre içinde bana her bakımdan canla başla yardımcı olan, Macaristan’ın Ankara Ortaelçisi Zoltan Mariassy’e teşekkür ederim.

Ankara Maarif Müdürü Cevad Bey’ le gelecekte neler yapılması gerektiği konusunda çeşitli tartışmalarımız oldu. Bu toplantılarda, Türk hükümetinin Türk halk musikisi araştırmalarını en kısa zamanda başlatmakta kararlı olduğunu gördüm. Malzemenin sistemli bir şekilde derlenmesi, hem Türk hem Macar, hatta hem de bütün Doğu Avrupa halk musikisi araştırmaları için kazanç ve yarar sağlayacaktır.

Sözlerimi Türkler’in hazırladıkları olumlu tasarıların büyük bir bölümünü gerçekleştiremediklerini bildirerek bitirmek istiyorum. Ortalığı her gün biraz daha saran savaş bulutları, belli ki, daha bir çok ülkede olduğu gibi onların da çabalarını bambaşka bir yöne çevirmelerine yol açmıştır. Inter arma silent Musae”

Not : Bu özel son paragraf , Bartok’a Columbia Üniversitesi’nce gönderilen 27 şubat 1941 tarihli “YENİ ATANAN PROFESÖRLER İÇİN MUHTIRA ” başlıklı bir yazının arka sayfasına yazılmıştır.

Sayın Bayanlar,Baylar,

Ankara Halkevi idaresi, musiki folkloru ve buna bağlı bazı mevzular etrafında size bazı konferanslar vermek üzere buraya davet edilmek şerefini bana bahşetti. Bu daveti büyük bir sevinçle kabul ettim; çünkü bu vesile ile evvela Türk ve Macar milletlerinin kültür yakınlığını teyit etmek, saniyen musiki folkloru vadisinde her iki milletin teşriki mesaisine yol açmak ümidini beslemekteyim. Bu iş birliği sadece iki millet için değil, aynı zamanda, beynelmilel bakımdan büyük bir ehemmiyeti haizdir. Çünkü gerek Türk, gerek Macar folklorunu teşkil eden malzeme görünüşte o kadar çok müşterek evsafa maliktirler ki, buna müteallik mes’elelerin halli ancak müşterek bir çalışma neticesinde kabil olabilir. Bu itibarla, bizi alakadar eden noktalar hakkında sizinle konuşmak fırsatını bana verdiğinden dolayı Halkevi İdaresine en hararetli teşekkürlerimi takdim ederim.

Bugünkü birinci konferansımda şimdiye kadarki çalışmalarımız ve bu çalışmaların Macar halk musikisi materyaline müteallik başlıca semeresi hakkında malumat vereceğim.

Folklorla biraz olsun meşgul olanlar, küçük memleketlerin, ve bilhassa siyaseten az çok tazyik altında kalmış bulunanlarının, kendi halk türkülerini büyük bir gayretle toplamaya koyulduklarını bilirler. Bu suretle bu memleketler, halk türkülerinde saklı bulunan defineleri muhafaza etmek suretiyle milli duyguyu kamçılamak, ve böylece tazyika karşı nev’an-ma bir muvazene tesis etmek istiyorlardı. Bu uğurda sarf edilen gayretlerin verimlerini mesela Lehlilerde, Çeklerde, Slovaklarda; daha sonraları, Fin ve Rutenlerin ilim noktasından bir örnek olabilecek kıymetteki müstesna koleksiyonlarında ve en yeni olarak da Bulgarlarda buluruz.

Macaristan’da da aynı gayretler sarf edilmiş ve edilmektedir. Geçen asır içinde faaliyette bulunmuş olan toplayıcılarımız maalesef ekseriya halk türkülerinin yalnız sözlerini yazmakla iktifa etmişlerdi. Bittabi bu usul çok hatalıdır; filhakika halk türkülerinde güfte ve beste gayri kabili inkisam bir vahdet teşkil ettikleri cihetle, bu kültür vesikalarının bu tarzda toplanması onların sakat bırakılmaları demek olur. Bereket versin ki daha vakit tamamen geçmeden son asrın başında bazı derleyiciler halk türkülerinin derlenmesi ve tetkikine büyük bir gayretle koyuldular; gerek güfte ve gerek besteyi tespit ettiler ve zamanımızın fonograf ve metronom gibi bütün vasıtalarını çalışmalarında istimal ettiler.

Macaristan’daki folklor çalışmalarının canlanması, başka memleketlerdeki aynı neviden hareketlerden iki noktada ayrılır:

I. Çok güç olan derleme işine iştirak eden yaratıcı musıkişinaslar, bu işi müşkülpesendane estetize ederek değil, bilakis tamamen ilmi noktalardan çalışmışlardır;

II. Folklor alakası sadece Macar halk türkülerine inhisar etmeyip, aynı zamanda komşu memleketlerinkine de müteveccih olmuştur.

Ne yazık ki harp ve harpten sonra husule gelmiş olan karışıklıklar bu mesainin devamını imkansız bırakmış olduğundan, ancak 1906′dan 1918′e kadar yani 12 senelik hakiki bir mesai devresi hesap etmek doğru olur. Bu on iki senenin gözle görülüp el ile tutulacak semeresi, yarıdan fazlası Macar, mütebakisi de Slovak, Ruten ve Romen olmak üzere yazı ve fonograf vasıtası ile sözleri de birlikte tesbit edilmiş binlerce türküdür. Asıl netice ise, -ki bu da bütün işin en mühim tarafıdır-, şimdiye kadar haberimizin bile olmadığı şeylerin böylece meydana çıkmış bulunmasıdır,

Bu keşiflerin en şayanı dikkatlerinden biri ”Çingene musikisi” adı verilen musikiye aittir. Bu tarza kimse yabancı değildir. Başka bir yerde işitilmemiş olsa bile, çingene saz hey’etlerinin bol bol yer aldıkları Budapeşte radyo istasyonu programlarında bu musikiyi her zaman dinlemek kabildir. Liszt’in ”Macar rapsodileri”, Brahms’ın ”Macar dansları”, ve Sarasate’nin ”Çingene melodileri” hep ”Çingene musikisi” denilen musiki tarzının ilham etmiş olduğu eserleridir. ”Denilen” tabirini bil’iltizam ve ısrarla kullanıyorum. Zira bu musiki yanlış olarak ”Çingene” adını almıştır. Liszt dahi çingeneler ve musikilerine dair yazdığı eserde, bu musikinin yalnız çingenelerin kültürü mahsulü olduğunu söylemekle hata ediyor. Çünkü Çingene saz hey’etlerinin çaldıkları bu melodilerin ekseriyeti münevver sınıfa mensup Macar musiki severlerinin meydana getirdiği eserler olduğu bugün gayri kabili red bir keyfiyettir. Bunlar Macar musiki heveskarları tarafından teganni olunur; çingene saz heyetleri ise sadece çalarlar; zira herkesçe malum olduğu üzere çingene şef ve onun değneği altında icrayı ahenk edenler hiç bir zaman teganni etmezler. Fakat Macar musiki severleri de bu melodileri -hususi meclislere inhisar etmek şartı ile-, piyano, keman veya santur gibi herhangi bir sazla çalarlar. Aynı zamanda bir halk san’at musikisi olan bu musıkiyi para mukabilinde çalanlar ise çingene saz hey’etleridir. Çünkü para alarak çalgı çalmak eski zamanlarda Macar asilzadeleri için şerefsizlik sayılırdı. O vakitlerden beri devrin ve görüşlerin çok değişmiş olmasına rağmen Macar halk sanat musikisinin icrası her şeye rağmen gene çingenelere kaldı. Bu musiki için ”Macar halk san’at musikisinin çingeneler tarafından icrası”, veya kısaca ”Çingene konseri” demek en doğru olur. Liszt’in ”Macar rapsodileri” ve buna benzer eserlerle hu Macar halk san’at musikisi bütün dünyada tanınmış olduğu cihetle ”Macar halk musikisi” denilince hemen daima, ‘Çingene musikisi” galat ismi verilen hu musiki anlaşılır.

Halbuki tetkiklerimizle şu neticeye vardık ki: Bu halk san’at musikisinden ayrı bir nevi halk musikisi vardır, ve bu musiki nevini köylülerimiz kullanmaktadırlar, Bu köylü musikisi gerek miktarca, gerekse estetik bakımdan ötekine kat kat faiktir. Bizim köylü musikimizin ekserisi, ifadede klasik sadeliği, ve şekildeki objektifliği dolayısı ile hiçbir veçhile bıkkınlık vermeyen binlerce melodiden terekküp eder. Bir musiki fikrinin en basit vasıtalarla, en dar sahada ve en mükemmel bir surette ifade edilişine örnek olarak bu Macar ve keza Slovak, Romen ve sair şark Avrupası memleketleri köylü melodileri zikredilebilir. Buna mukabil halk san’at türküleri ve bilhassa çingene tavrı, bidayette insanı teshir etmekle beraber, gittikçe bıkkınlık ve yorgunluk tevlit eden bir romantizm içinde yüzmektedirler.

Şu halde, san’at bakımından köylü türküleri halk san’at türkülerinden çok dahil kıymetlidirler, ve bu kıymet besteye olduğu kadar güfteye de şamildir.

Tetkiklerimizin başka ve daha ehemmiyetli bir neticesi de, mümeyyiz vasfı beş sesli bir dizi olan pek eski bir musiki üslubunu keşfetmemizdir. Bu melodiler gittikçe kaybolmakta ve yalnız pek ihtiyar adamlar tarafından teganni edilmektedir.

Şimdi size bu gamı çalacağım:

Sonra gramofonda size üç melodi dinleteceğim; bunların üçü de garbi Macaristan’dan derlenmiştir. Bir oyun havası olan üçüncü türküde aslında minör olan üçlü ve yedili, majör üçlü ve yediliye tahavvül etmiştir ki, bu garbi Macaristan’ın eski melodilerinin karakteristik bir noktasıdır.

Çalışmaya yeni başladığımız sıralarda bu pentatonik üslubun menşeinin Asyai ve şimal Türklerine ait olduğu hissi bizde hakim idi. Bunu teyid edecek bir delile ise henüz malik değildik. Bu deliller son on sene zarfında ve ”Çeremis” melodileri suretinde meydana çıktılar. Çeremisler Volga kenarlarında, aşağı yukarı Macarların Tuna-Tisza mıntıkasına göçmelerinden evvel yaşadıkları yerlerde sakindirler. Çeremisler lisanlarında Macarca da olduğu gibi, 1000 veya 1500 senelik bir şimali Türk tesirleri ibraz ederler. Az zaman evvel bunlara ait bir kaç yüz halk türküsü neşredildi; bu melodilerde aynı pentatonik diziye, ve aynı ”inici” melodi strüktürüne ait bir çok misalleri hayretle müşahede ettik, ki bunlar, bizim eski tarzdaki melodilerimizin vasfı barizleridir. Size iki misal dinleteceğim. Bunlardan biri bir Macar melodisi olup Erdel’de derlenmiş ve oranın malı olan bir türküdür:

Öteki de bir Çeremis melodisidir:

Çeremis melodileri variante’leri olan Macar melodilerinden maada, -Kazan civarına ait- şimal Türk melodilerinin variante’leri olan Macar melodileri de bulduk. Bundan az zaman önce de Mahmud Ragıb Kösemihal’in bu sene neşretmiş olduğu ”Türk halk musikisinin tonal hususiyetleri meselesi” adlı kitabını aldım ve orada da cinsten bir kaç Türk melodisi buldum. Mukayese edilmesi için size evvela, Erdel’e ait bir Macar melodisi, sonra da, Mahmud R. Kösemihal’in kitabından bir Türk melodisi çalacağım.

Bütün bu cins musikilerin müşterek tek bir menbadan çıktığı bedihidir, ve görünüşe nazaran bu menba da eski bir şimal Türk musiki kültürü merkezidir; gerek biz Macarların, gerekse Çeremislerin dili ilmin tasnifine göre Fin-Ugor menşeine bağlanıyorsa da, ta 1000 sene evvelinden beri musikimiz ve lisanımızda ve hiç şüphesiz medeniyetin diğer sahalarında Türkleşmek hadiseleri o kadar çok vuku bulmuş ki, tabir caiz ise, Türklerin adeta yarım kardeşleri olmuşuz. Şunu da ilave edelim ki, bu Türkleşme, ehemmiyetli bir kan karışma hadisesi olmadan vuku bulmadığına göre, bizim soy olarak da Fin-Ugor’dan ziyade Türk’e yakın olmamız lazım gelir.

Türk milletine ait bu unsurların Macar milleti tarafından 1000 seneden fazla bir zaman muhafaza edilmiş olması hayrete değer. Bahusus bizler, bambaşka bir musiki kültürüne sahip olan Hind-Cermen kavimleri tarafından çevrilmiş küçücük bir ada olarak 1000 sene kalmış bulunuyoru. Gerçi arada Türk ırkına mensup Kumanlar gibi bazı akvam Macaristan’a girmişler ve bu hadiseler de bu musikinin yaşamasına yardım etmiştir. Fakat her şeye rağmen, eski musikimizin muhafaza edilmiş olmasına şaşmamak elden gelmez.

Memleketimizde bütün bunlardan başka bir de yepyeni musiki üslubunun mevcudiyetini tespit ettik. Bu gençliğin hasrı dikkat ettiği tarzdır. Melodilerinin ritmi keskin, inşa tarzı kısımlara ayrılmış, simetrik bir form, ilk fikrin tekrarile bir sonat lied formunu haizdir.

Majör tonalite yanında sık sık doryen, miksolidyen, eoliyen ve frijyen makamları bulunur. Böyle olmakla beraber, bu yeni melodilerde dahi eski Türk pentatonismi, melodi hakkında gayet vazıh olarak yaşamaktadır. Bu nevi melodiler bundan ancak 70-80 sene evvel meydana gelmişlerdir; hatta bunlardan bir çoğu yirminci asra aittir. Demek ki bizde, ne vesaiti nakliyenin tekemmülü, ne gramofon, ne de medeniyetin diğer icapları yeni bir halk musikisinin inkişafına mani olamamıştır. Fakat bu yeni melodilerde biraz önce zikrettiğimiz kilise tonlarının sık sık bulunması calibi dikkattir. Bu türküler iş esnasında ve yürüyüşte söylenir, danslarda çalınır. Bu iki esas sınıftan başka melodi tipleri de şüphesiz varsa da, bunların izahına burada girişemeyeceğim. Yalnız şunu söyleyeyim ki bunlardan yabancı, garp, Hind-Cermen tesirleri görülmektedir. Size iki misal vereceğim:

Şimdi de gene çingenelere avdet ediyorum:

Hakiki çingene musikisi neden terekküp eder?

Çingeneler, menşei Hindistan olan bir göçebe kavimdirler veya idiler; lisanlarından anlaşıldığı üzere Macaristan’a on beşinci asırda geldiler. Zamanla, daha doğrusu son yüz sene zarfında bizdeki göçebe çingeneler iskan edildiler. Köylerimize yerleştiler, köy kenarlarında kendilerine küçük kulübeler inşa, ve lehimcilik, tuğlacılık gibi küçük san’atlarını icraya devam ettiler.

Fakat her Macar çingenesinin bir kemanla beraber dünyaya geldiğini zannedenler yanılırlar. Hayır; bu köylü çingenelerin ekserisi saz çalmazlar. Türkülerini çingene dilinde söylerlerse de bunların besteleri, o köyde öteden beri söylenen bestedir. Böylece, Macar köylerindeki çingeneler türkülerini Macar bestelerine, Romanya köylerindeki çingeneler de Roman havalarına uydurdular. Bunların arasında istisnai olarak, bulundukları yerlere ait olmayan melodilere de tesadüf olunursa da, bu türküler tamamen renksiz ve herhangi bir vasfı mümeyyizden mahrumdurlar. Bu melodilerle şehirlerdeki çingene gruplarının çaldıkları arasında hiç bir münasebet yoktur.

Çingeneler, musikici olarak ancak 18 inci asırdan beri bir rol oynamakta iseler de, kendi aralarında çalgıcılar gene azdır. Yapılan istatistiklere göre, Macar çingenelerinin ancak yüzde altısı musikicidir, ve bunlarda da ne üslup, ne de repertuar birliği vardır. Uzak köylerdeki çingene musikiciler, diğer köylü mızıkacıların çaldıkları tarzda. ve aynı şeyleri, yani köylü türkülerini. çalarlar. Kültür merkezlerine yaklaştıkça çingene tarzı da o nispetle değişir, (ve nihayet şehirlerde halk san’at türkülerinin serbest tarzlı konserlerde ”Çingene musikisi” adıyla, meşhur hakimiyetini müşahede ederiz.) Böylece, bu nevi musiki san’atının karakterinin çingene nesline değil, bulundukları muhite izafe edilmesi icap elliği kendiliğinden zahir olur. Çünkü aksi takdirde köydeki çingenelerin de şehirdeki kardeşleri gibi aynı musiki san’atını icra etmeleri lazım gelirdi.

Bizim hakikaten güzel köylü musikimiz yakın zamanlara kadar münevverlerimiz tarafından, çingeneler tarafından icra olunan az kıymetli- şehir musikisi lehine ihmal edile gelmişti. Bu hal ile, yakın zamanlara kadar Türkiye’de hakim olan musiki vaziyetleri arasında bir benzerlik bulmaktayım. Sizde de köylü musikisi münevverlerinizce, bütün zavahire nazaran menşei Arap olan şehir musikisi lehine ihmal edilmiş görünmektedir, bunun neticesi şudur ki, bu Türk-Arap şehir musikisi yabancı memleketlerde ”Türk musikisi” diye bilinirdi ve hala böyle biliniyor. Bereket versin ki burada yapılan neşriyattan anladığıma göre şimdi vaziyet değişmiştir; burada da köy musikisi ile alakadar olunmaya başlanmıştır.

Ümid ve temenni ederim ki bu uğurda sarf ettiğimiz mesai bizde olduğu gibi ve hatla bizdekinden fazla umumi musiki kültürüne hizmet etsin. Bizde halk musikisi tetkikleri bilhassa san’at bakımından çok mühim bir noktayı daha meydana çıkarmıştır ki, o da, memleketimiz de ve komşu memleketler de köylü musikisinin tetkik edilmiş olması neticesinde, bu günkü san’at musikisinin vücud bulmasına büyük bir hamle temin etmiş olmasıdır.

Bu hamle olmasaydı muasır Macar san’at musikisi vücud bulmayacaktı demek istemiyorum. Köy musikisi zemin teşkil etmeseydi san’at musikimiz acaba ne karakterde olacaktı diye düşünmek beyhude bir şeydir. Şu muhakkaktır ki, Macaristan’ın yüksek san’at musikisi tarafımızdan keşfedilen köylü musikisiyle o derece bağlı ve birleşmiştir ki, bu günkü karakter, bu köylü musikisi olmadan tasavvur bile edilemez.

Eser veren musikicilerimiz köylü musikisi tetkikleriyle bizzat meşgul oldukları cihetle, bu musikinin tahrik kudreti daha büyük olmuştur. Musikiciler tetkikleri esnasında -bu sözümle köylerdeki derleme çalışmalarını kastediyorum- bu musiki ile çok yakından ve içten temasa geldiler; ve köylerin bu musikisini oralarda uzun zaman yaşamak suretiyle his ettiler. Köy musikisinin san’at musikisi üstündeki tesiri mevzuu bahs olunca, onu hissedebilmek için yaşamak şarl1 üzerinde ne kadar dursam azdır.

Macaristan’ın muasır yüksek san’at musikisi bu gün taşıdığı kendisine has damgayı şarki Macaristan’ın köylü musikisine borçludur. Yabancıların dikkatlerini üzerine çeken de işte bu hususiyettir. İzahatımın esas noktalarını bir defa daha hülasa etmeme müsaadenizi rica edeceğim; gördük ki:

I- Macaristan’da, - yabancı memleketlerde de az çok tanınmış bir güya ”Çingene musikisi” mevcuttur. Buna tamamen hata olarak ”Çingene musikisi” denilmiştir. Zira bu bir Macar halk san’at musikisinden, tabiri aharla, şehirlerdeki çingene gruplarının icra ettikleri, fakat yaratmadıkları, bir hakiki Macar musikisinden başka bir şey değildir.
Bizim köylerimizdeki çingenelerin de kendilerine ait bir çingene halk musikileri varsa da, bunların şehirlerde çalan çingene saz heyetlerinin repertuarları ile alakaları yoktur.

II- Macaristan’da, Macar halk san’at musikisinden tamimiyle ayrı ve son on seneler zarfında keşf ve izhar olunmuş çok eski zamanlarda hiç şüphesiz bir şimal Türk kültür menbaından çıkmış, keza bir hakiki Macar köylü musikisi mevcuttur.

III- Bu köylü musikisi, Macaristan’ın muasır yüksek san’at musikisinin doğuşunda kudretli bir muharrik olmuştur.

Not : Bu özel son paragraf , Bartok’a Columbia Üniversitesince gönderilen 27 şubat 1941 tarihli “yeni atanan profesörler için muhtıra ” başlıklı bir yazının arka sayfasına yazılmıştı.




Hoşgeldiniz