Kâni Karaca(1930-2004)… Bülent Aksoy
Toplam Okunma: 5521 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 10:25
Kâni Karaca makamın seyrini sesiyle, hiç tereddüt etmeden, dinleyeni çok etkileyecek ve şaşırtacak bir biçimde, ânında tecessüm ettirebilirdi. Perde hâkimiyeti olağanüstü derecededir. Musıki çevrelerinde böylelerine “perdeci” derler… Her mevlevî ayininden önce okunması üç yüz yıldır bir gelenek haline gelen, Itrî’nin rast makamındaki “Naat-ı Mevlana”sını bütün Türkiye, tam elli yıl onun yorumundan dinledi. O kadar ki, başka hafızlar, başka hanendeler Naat’ı okumaktan kaçındılar…
Kâni Karaca(1930-2004)… Bülent Aksoy
Sözlerime, son elli yılda bu ülkenin musıkisini taçlandıran bir büyük sanatkâr olan, bu kubbede hakikaten hoş bir sada bırakan Kâni Karaca’nın hâtırasını saygıyla, sevgiyle anarak başlamak isterim. Musıki adına ondan çok şey gördük, öğrendik, eşsiz musıki hazları verdi bize. Çok şükür, bu dünyadan Kâni Karaca(Adana 1930-2004 İstanbul) diye bir insan geçti…
Onun bir dinleyicisi, bir hayranı olarak, onda gördüğüm musıki değerlerini, bir sanatkâr olarak onun en önemli, en çarpıcı özelliklerini belirtmeye çalışacağım. Ama ilkin insan Kâni Karaca’dan bahsedeceğim.(*)
Kendisiyle dostluğum oldu. İki ansiklopedide Kâni Karaca maddesini ben yazmıştım. İlki, 1983’te çıkan Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi’ndedir. Bu ansiklopedi maddesini yazabilmek için, o yıllarda Nişantaşı’nda olan konservatuvara gidip kendisiyle görüşmüştüm. Kâni Karaca’nın bir ansiklopediye girişi ilk defa bu ansiklopedi ile oldu. Daha sonra 1986’da yayımlanmaya başlayan AnaBrittanica ile, 1992’de Milliyet Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi’nde de Kâni Karaca maddesine yer verilmişti; bu maddeleri kimlerin yazdığını öğrenemedim. 1993’te Tarih Vakfı’nın çıkardığı Istanbul Ansiklopedisi’nde ikinci defa yazdım Kâni Karaca maddesini, bu defa daha zengin bir biçimde ele alma imkânı bulmuştum.
Sonraki yıllarda iki albümünü yayıma hazırladım. İki defa Açık Radyo’daki programıma katıldı, radyo anılarını anlattı. 2003 yılında Istanbul Festivali çerçevesinde dört Türk musıkisi konseri düzenlenmişti; festival komitesi bu dört konserden ikisinin sorumluluğunu bana vermişti. Ben de o güne kadar festivallerde, ara verilmeden bir buçuk saat kadar süren, tek bir makamdan, “saray faslı”na örnek olabilecek tam tekmil bir fasıl musıkisi konseri verilmediği için bu içerikte bir program düşünmüş, konserin teklifini Kâni Karaca’ya götürmüştüm. Kâni Karaca’nın verdiği son konserler arasında en önemlisi budur (bugün sizlere hediye edilen “Hisarbuselik Faslı”nın diski de bu konserin bant kaydından alınmıştır). İşte bu vesilelerle kendisini tanıma imkânı buldum.
Kâni Karaca gibi bir hafızı, mevlidhanı, naathanı, ayinhanı hiç tanımamış olan bir kimse, onun bir dinî musıki icracısı olduğuna bakarak onun da bizler gibi bir insan olabileceğini pek aklına getirmeyebilir. Ben de aklıma getirememiştim. Ama kendisini tanıyınca, hiç de öyle olmadığını görünce şaşırmıştım. O ruhanî eserleri okuyan adam şakalaşmayı seven, eğlenceli hikâyeler anlatmaktan hoşlanan hoşsohbet, güleryüzlü bir insandı.
Anlatmaktan hoşlandığı bazı hikâyeler, menkıbeler vardı. O hikâyelerden birini anlatmasını isteseniz, sanki ilk defa anlatıyormuşcasına heyecanla, hevesle, kahkahalar ata ata anlatır, karşısındaki insanın ilgisine cevap verirdi. Çocuksu bir tarafı olduğu apaçıktı, daha doğrusu, “içindeki çocuk” ölmemişti. O kadar çocuksuydu ki, onun “günahsız” fanilerden biri olduğuna inanmışımdır.
İşte onun şakacı yönünü yansıtan bir hikâye:
Kâni Karaca, Seyfettin Osmanoğlu’nun bayatî, neyzen Salim Bey’in hicaz peşrevlerine güfte giydirmişti. Güfteler Ankara, Istanbul radyolarında çalıp söyleyen yirmi otuz icracının adlarıyla soyadlarının sıralanmasından meydana gelen bir isimler listesiydi. Üstad, bu isimleri usûlün seyrine uygun biçimde art arada sıralayarak güfteye taksim etmişti… Alâeddin Yavaşça, İnci Çayırlı, Turhan Toper, Kutlu Payaslı, Nevzat Atlığ … gibi.
Kâni Karaca inanılmaz derecede alçakgönüllü, kibirsiz bir insandı. Tekke tarikat terbiyesi miydi bu? Tekkenin tarikatın olmadığı bir zamanda böyle bir şeyden bahsedilebilir mi, bilmiyorum. Olsa olsa diyorum, icracısı olduğu tekke musıkisinin ardındaki felsefenin
onun mizacına bir yansımasıydı bu. 2003 yılının Istanbul Festivali’nde verdiği konserden sonra, bu konseri düzenlediğim için kırk kere teşekkür etti bana. Her teşekküründe biraz daha mahcup oldum. Her defasında “Aman Kâni bey, ne olur bundan bahsetmeyin, sizin gibi bir üstad için nedir ki bu, verdiğiniz konser harikuladeydi, böyle sahici bir fasıl musıkisi konseri verecek kaç kişi var bugün…” dedimse de beni utandıran sözlerle teşekkür etmeye devam etti.
Kâni Karaca çok tokgözlü bir insandı. Dinî musıkiyle de uğraşan bir hanende çok para kazanabilir. Ama o, daha birçok üstad gibi, değerince para kazanmamıştır. Tokgözlü bir adam olduğu için… Bir olay anlatacağım. Yıllar önce bir arkadaşımın annesi ölmüştü. Arkadaşım mevlid okutacaktı annesi için. Bana sormuştu, “Sen hangi hafızların iyi mevlid okuduğunu bilirsin, söyle kime okutayım?” Ben de, çok iyi bir mevlid olmasını istiyorsan Kâni Karaca’ya okut demiştim. “Ama o çok meşhur, çok para ister, o kadarını veremeyebilirim,” demişti. Bunun üzerine “Bir kere sor bakalım kendisine, ne isteyecek, mevlidi Kâni Karaca’dan daha iyi okuyacak bir kişi bile bulamazsın Istanbul’da” deyip Kâni beyin telefon numarasını vermiştim kendisine. “Telefon numarasını benden aldığını söyleme” diye de eklemiştim. Arkadaşım telefon edip sormuş, ne istersiniz diye. Kâni bey, “Şu kadar istesem çok mu olur, çoksa siz bir ücret söyleyin,” demiş. İnanır mısınız, istediği para makul değildi, düşüktü yani. Şaşırmıştım. Halbuki arkadaşım o paranın birkaç katını vermeye hazırdı. Böylece o mevlidi okuttu. Kalan Müzik’ten çıkan iki diski için aldığı para da düşüktü. Kendisine verilen o düşük telif ücretini itiraz etmeden aldığını duydum.
Bir gün kendisine sormuştum, üstad siz dinî musıkinin pek çok beste şeklinde eser okudunuz, ama mersiye okumadınız; lûtfen bir de bir mersiye okusanız… demiştim. Şu cevabı vermişti: “Mersiye okumaya çekinirim. Mersiye tavrını ben çok iyi bilmiyorum; eskiden çok iyi okuyanlar varmış…” Bu cevap üzerine ona duyduğum saygı bir kat daha artmıştı.
Radikal gazetesinin 30 Mayıs 2004 Cumartesi günkü sayısı Kâni Karaca’nın ölüm haberini “Hafızların Pîri Artık Yok” üstbaşlığıyla vermişti. Hafızların pîri… Ne kadar doğru, yerinde bir nitelendirmeydi bu! O, bütün hafızların, bütün bir dinî musıkinin pîriydi gerçekten. Bir daha öyle bir hafız yetişir mi bu ülkede, bilemem, ama “yetişir” diyebilmek çok, çok zor.
Biraz önce görüştüğümüz dostum, neyzen Fikret Bertuğ çarpıcı bir söz söyledi: “Bu Kâni bize resmen kötülük etti!” Bu da ne kadar doğru bir sözdü! Biz şimdi dinî musıkide kimi dinleyebiliriz ki artık! Kimi dinlesek dudak bükeceğiz. İyi hafızlar yine çıkacak elbette, ama bizim gibilerin kıstası hep Kâni Karaca olacak. Mükemmel, “iyi”nin düşmanıdır derler, üstad Kâni Karaca’nın icraatı da budur…
Bıraktığı icra örneklerine bakınca insanın gözleri kamaşır. Mevlidden kasideye, mevlevî ayininden duraklara, tevşihlere, ilahilere kadar dinî musıkinin hemen hemen bütün beste şekillerinin örnek alınacak derecede mükemmel icralarını ortaya koymuştur. Ama Kâni Karaca sadece bir hafız ve mevlidhan değildi. Mükemmel bir musıkici, eşsiz bir ses sanatçısıydı. Dindışı musıkinin de çok üstün bir yorumcusuydu. Makam ve usûl bilgileri imrenilecek bir seviyedeydi. Kudüm ve ud çalardı. Konservatuvarda yıllarca kudüm ve usûl öğretmeni olarak ders vermiştir. Usûl bilgisinin mükemmel olduğuna şüphe yok. Onun bir musıkici olarak o kadar çok üstün meziyeti var ki, bunları bir çırpıda art arda, hiç düşünmeden sıralayabiliriz; o kadar kalın çizgilerle belirtebiliriz. Ama dinî musıkideki yeri bence en ön sırada tutulması gereken yönüdür.
Dinî musıki derken, ilkin Kur’an okuyuşunu düşünüyorum. Kur’an’ı hıfz eden herkes Kur’an okuyabilir; Kur’an okumayı sanat seviyesine çıkarmış hafızlardan ders almadan da sûreleri seslendirmeyi, tecvidin belli başlı kurallarını öğrenebilir. Onu dinleyenler kutsal bir metni dinlemiş olurlar sadece. Sesi güzel olanlar, yetenekleri ve musıki bilgileri ölçüsünde bu seviyenin üstüne çıkarak metni musıkiye yaklaştırmaya çalışırlar. Ama o kutsal metni doğrudan doğruya musıki haline getirmek ancak Kâni Karaca gibi çok üstün kabiliyetli hafızların, “sanatkâr hafızlar”ın işidir.
Bütün islam dünyasında Kur’an okumada en yaygın üslup Mısır üslubudur. Ama bu üslup Türklerin kulak zevkine pek uygun düşmez kanısındayım. Türkiye’de de pek çok hafız bu üslupta Kur’an okur. Kahire üslubu dışında bir de, Türklere özgü, “Istanbul üslubu” denmesi gereken bir Kur’an okuma üslubu vardır. Kutsal metni bu şekilde okuyabilmek için her şeyden önce Türk musıki sanatını iyi bilmek ve iyi uygulamak gerekir. Makamların inceliklerini iyi bilmek, hangi ayetlerde hangi makamların ve geçkilerin uygun düşeceğini iyi seçmek gerekir. Ama Kâni Karaca bu seviyeyi de aşar. O, bütün bir Osmanlı-Türk musıkisi geleneğinin beş yüz yıllık birikimini seferber eder. Okuduğu her sûrede makam musıkisinin ayrı bir zenginliği dile, sese sadaya gelir. Sıradan bir hafızla Kâni Karaca arasındaki farklılık, dili birkaç yüz kelimelik kısır bir söz dağarcığı içinde kullanan bir kimse ile dilin bütün bir tarihî geçmişini, bütün inceliklerini, bütün esnekliklerini bilen bir büyük şairin sözü kanatlandıran sanatlı, mecazlı dili kadar büyüktür.
Gelgelelim, Kâni Karaca o kadar kabiliyetliydi ki, Mısır üslubunda da Kur’an okuyabiliyormuş. “Okuyabiliyormuş” diyorum, çünkü bu şekilde okurken dinlemedim ben kendisini, dinleyenlerden duydum.
Kâni Karaca Kur’an’ın tamamını okumuş, bu icra otuz disk halinde basılmıştır. Bir de daha genç bir yaşındayken okuduğu vardır; daha parlaktır bu. Ama disk olarak basılmamıştır. Bunun da basılması mutlaka gerekir. Söylendiğine göre, bir ayette bir kelimeyi yanlış telaffuz etmiştir; bu yüzden basılamamaktadır. Buna bir çare pekâlâ bulunabilir. O hatalı olduğu söylenen kısımda ikinci okuduğu kullanılırsa, bu sıkıntı ortadan kalkar.
Burada söylemek istediğim bir şey de şu: Istanbul üslubunda Kur’an okuma sanatı hakkında yazılmış esaslı bir inceleme yoktur. Bu işin ehli olan hafızlar öğrencilerine bildiklerini öğretirler, ama yazmazlar. Bir inceleme yazmayı onlardan bekleyemeyiz, ama dinî musıkiyi bilen, eli kalem tutan bir hanende bu işe mutlaka el atmalıdır.
Kur’an okuyuşunun hemen yanında mevlid okuyuşunu anmak gerekir. İster müslüman olun, ister gayrimüslim, isterse dinî inancınız hiç olmasın, Kâni Karaca’dan dinlenen Kur’an ile Mevlid bu metinlerin okunma vesilesini adeta unutturur; ibadeti, ayini, töreni bir musıki ziyafetine çevirir.
Kâni Karaca’nın 1960’lı yılların başında 45’liklere okuduğu bir mevlid vardır. Bu mevlid daha sonra Melodi Plak’tan uzunçalar olarak basılmıştır. Türkiye’de basılan ilk uzunçalar plaktır bu. Plak kapağının arkasında bu plağa verilen önemi gösteren şu not vardır:
“Muhterem üstad Mesut Cemil başkanlığında ve Sadettin Heper beyin yardımlarıyla
uzun bir çalışma devresi geçiren arkadaşlarımız bu müstesna mevlidi yine mümtaz
hafızlarımızdan Kâni Karaca’ya okutmaya karar vererek elinizdeki plağı vücuda
getirmişlerdir. Biz bu çalışmalarından dolayı başta muhterem üstad Mesut Cemil,
Sadettin Heper ve bu plağın hazırlanmasında yardımı dokunan diğer arkadaşlara
hassaten teşekkür ederiz.”
Bu plakta mevlidin dört bahrini okumuştur Kâni Karaca; 33 dakika kadar sürer. Kâni Karaca’nın kimi mevlidhanlar gibi dinleyiciyi etkilemek hevesiyle lüzumsuz yere sesini yükseltmeden, bağırmadan, nefis makam geçkileriyle makam musıkisinin inceliklerini gözler önüne sererek benzersiz bir güzellikte okuduğu bu mevlidi ben 2001 yılında Kalan Müzik için hazırladığım Kânı Karaca – Dinî Musiki adlı albüme almıştım.
Kâni Karaca’nın makam bilgisi en üst seviyedeydi. Bir kıyaslama: makamların inceliklerini çok iyi bilen bir sazendeyle, tanburî Necdet Yaşar’la karşılaştıracağım onu. Necdet Yaşar’a bir makamın yapısı sorulsa, tanburunu eline alıp o makamın çatısını kuran sesleri, her sesin görevini herkesin anlayabileceği bir biçimde saz üzerinde açıklayarak gösterir, o makamın seyrini verir. Aynı şeyi Kâni Karaca da sesiyle yapabilirdi. O da makamın seyrini sesiyle, hiç tereddüt etmeden, dinleyeni çok etkileyecek ve şaşırtacak bir biçimde, ânında tecessüm ettirebilirdi. Perde hâkimiyeti olağanüstü derecededir. Musıki çevrelerinde böylelerine “perdeci” derler.
Perdelere ve makamlara hâkimiyeti bütün doğaçlamalarında kendini gösterir. Makamları o kadar iyi bilir ki, bir makamdan bambaşka, akla gelmeyecek bir makama en tabiî biçimde geçer. Doğaçlamalarında “meyan” içinde öyle meyancıklar açar ki, makamat sohbetinde sözü beklenmedik yerlere götürür. Makam geçkilerinde bu kadar incelmiş bir musıkici olabilmek ancak çok üstün yetenekli insanların işidir. Kâni Karaca’nın doğaçlama olarak okuduğu şey saz eşliği gerektiren bir “gazel” ise, gazele “cevap” verecek olan sazendenin işi zordur; işini çok iyi bilen bir sazendeyi bile yanıltabilecek makam geçkilerine, şedlere uzanabilir Kâni Karaca. O, musıki oyunlarını, Dede Efendi’nin kullandığı bir deyimle, “musıkinin orostopolluk yolları”nı çok iyi bilirdi. Perdelere, makamata o derecede hâkim bir hanendeye sazla eşlik etmek kolay iş değildir.
Kâni Karaca “cami musıkisi” dışında, dinî musıkinin öteki kolu olan tekke musıkisinin de Cumhuriyet dönemindeki en ünlü icracısıdır. Her birinin icrası kırk elli dakika süren mevlevî ayinlerini ezbere bilirdi. Her mevlevî ayininden önce okunması üç yüz yıldır bir gelenek haline gelen, Itrî’nin rast makamındaki “Naat-ı Mevlana”sını bütün Türkiye, tam elli yıl onun yorumundan dinledi. O kadar ki, başka hafızlar, başka hanendeler Naat’ı okumaktan kaçındılar. Bir eserin, hem de çok ünlü bir eserin elli yıl bir icracıyla özdeşleşmesi musıkide nadiren görülebilecek bir olgudur herhalde.
Sema törenlerinde naatın tamamı okunmaz; beş altı dakikalık bir bölümünün okunmasıyla yetinilir günümüzde. Kâni Karaca naatın tamamını okumuştur; tamamı on dört dakika kadar sürer, elimizde üç icrasının kaydı vardır. Bunlardan en etkileyici olanı, 1972 yılının Aralık ayında Mevlana’yı anma törenlerine katılmak üzere gittiği Konya’da bir Selçuklu medresesi olan Karatay Medresesi’nde okuduğudur. Bu okuyuş o sırada rahmetli dostum Afşin Germen’in kayıt cihazıyla banda kaydedilmişti. Naatın bütün ruhaniyetini önümüze seren, gerçekten duyarak okunmuş enfes bir yorumudur bu. Naatın iki icrası daha vardır, ikisi de Istanbul’da stüdyolarda okunmuştur. Fakat Karatay Medresesi gibi bir mekânda okunduğu için olsa gerek, bu icrası öbür ikisinden daha etkileyicidir. Ben bu icranın kaydını o sırada medresede bulunan, değerli musıkişinas Cüneyd Kosal’dan almıştım. Biraz önce bahsettiğim dinî eserler albümünde naatın bu icrasını da bulabilirsiniz. Daha önce hiçbir yerde yayımlanmayan naatın bu icrasını yayıma hazırlarken bir noktaya dikkat etmiştim. O medrese bir taş bina olduğu için üstadın sesi duvarlarda yankılanıyordu. Kaydı bilgisayar ortamında yayıma hazırlarken o yankıları diskten pekâlâ arındırabilirdik. Bilgisayarcı teknisyene, o yankılara dokunmamasını rica ettim. Böylece, Mevlana’nın da çatısı altında bulunduğu, yedi buçuk asırlık Karatay Medresesi’nin taş duvarlarında yankılanan o Kâni Karaca sesini hiçbir değişikliğe uğratmadan, en tabiî sadasıyla geleceğe aktardık.
Kâni Karaca dindışı musıkinin de bir yorumcusuydu demiyorum, büyük bir yorumcusuydu. Bu alandaki en önemli icraları 1950′li yılların sonlarıyla 1960′larda Istanbul radyosunda, Mesut Cemil, Cevdet Çağla, Vecihe Daryal, Yorgo Bacanos, Necdet Yaşar, Niyazi Sayın, Sadettin Heper gibi çok değerli sazendeler eşliğinde, vech-i arazbar, dilkeşîde, sultanî-ırak, rahatü’lervah, nişâbur gibi nadide makamlardan okuduğu seçkin fasıllardır. Bana söylediğine göre, en az altmış fasıl okumuştur. Okuduğu eserler o güne kadar radyolarda, konserlerde hiç okunmamıştı. Hepsi ilk icradır. Hepsi de Osmanlı-Türk musıkisi dağarının çok seçkin, icrası zor örnekleridir. O fasıllardaki eserler (birkaçı dışında) Kâni Karaca’nın programlarından sonra da okunmamıştır. Altmış fasıl okumuş olsa, her programda iki beste ile iki semai hesabıyla toplam 240 nadide eser eder. Bir hanende, ömrü boyunca başka hiçbir şey yapmasa bile, bu altmış fasılla icra tarihine geçer. Ben bu fasıllardan altısını (şevkutarâb, vech-i arazbar, dilkeşide, tahirbuselik, bayatîaraban, rahatü’lervâh fasıllarını) Kalan Müzik’ten 1999’da yayımladım. Bir dinleyici vermişti bu kayıtları, radyodan yayımlandığı günlerde kaydetmişti programları. İşin tuhaflığına bakınız, Istanbul radyosu okuyucularından Doğan Dikmen’in bana söylediğine göre, bu fasıllardan sadece ikisi varmış radyo arşivinde. Demek ki, kalan dört fasıl bir dinleyicinin gayreti ve hevesiyle banda kaydedilmemiş olsa, bu kayıtlar radyoda bulunmayacaktı. Bugün bu kayıtlar Kâni Karaca’nın hayranlarının koleksiyonundadır. Ne yazık ki, programların tamamı değildir bunlar da; kimi programlar kayıptır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 2000’de Golden Horn şirketince basılan Mesut Cemil albümünde Kâni Karaca’nın okuduğu, Zekâi Dede’nin acemkürdî takımı da vardır. Kısa bir süre önce, Vahit Anadolu’nun hazırladığı, TRT’nin bastığı Kâni Karaca albümünde sekiz fasıl daha geleceğe aktarılmıştır. Bana sorarsanız, bunlar radyoların musıkideki en önemli dizi programıdır. Bu kayıtların tamamı mutlaka basılmalıdır, harikulade bir hizmet olur.
Kâni Karaca’nın hem son derece hassas bir kulağı, hem de çok güçlü bir hafızası vardı elbette. Onu tanımayanlar bu hassasiyetin derecesini tasavvur edemezler. İki aylıkken gözlerini kaybettiği için okuyacağı eserleri hafızasına yazmak zorundaydı. Ama nasıl bir hafızaydı bu! Herhangi bir eseri iki defa, evet sadece iki defa dinlemesi yeterdi ezberlemesine. Istanbul musevî dinî musıkisinin üstadı, Şişli sinagogunun hocası David Behar’dan dinlediğim bir anıyı burada anmak isterim. Aynı zamanda kanunî olan ve Türk musıkisini iyi bilen bir üstad olan David Behar makam temeline dayalı bütün bir Istanbul musevi dinî musıki dağarını notaya almıştı. Kalın bir cilt tutan bu defter-i kebiri bir gün bana gösterip “İşte benim en önemli çalışmam,” demişti. “Bu defterin iki kopyası var, biri bende kalacak, birini de Kudüs Üniversitesi’ne vereceğim,” diye eklemişti. David Behar bu defterdeki İbranice güfteli dinî eserlerden ikisini yıllar önce meşk etmişti Kâni Karaca’ya. O da her zaman olduğu gibi, bu eserleri iki defa dinledikten sonra, İbranice güfteleriyle birlikte hemen ezberlemiş, hattâ bir dost meclisinde banda okumuştu (biri bayatî, biri segâh makamında olan bu iki dinî eserin kaydı meraklıların koleksiyonlarındadır, bende de bir kaydı var). David Behar “Baktım ki, adam teyp gibi, ne verirsen hemen kapıyor,” demişti, “meşke devam edersem, kimsenin bilmediği, benim notaya aldığım bu koleksiyondaki eserlerin hepsi uçup gidecek. Meşki derhal kestim. Yoksa elimdeki hazine bir anda tükenecek!” Böyle bir yeteneğe “harika çocuk” denmez de, ne denir?
Sözlerimi bağlamadan önce çok önemli bir noktaya değineceğim. Şunu söylemekte tereddüt etmem: islam dünyasındaki hiçbir ülkede Osmanlı dinî musıkisiyle kıyaslanabilecek zenginlikte bir dinî eserler dağarı yoktur. Osmanlı geleneği ve kültüründe dinî musıki ile dindışı musıki birbirinden ayrılmazdı. Musıki bilgileri öğrenmeye başlayan gençler her iki musıkiyi birlikte öğrenirlerdi. Osmanlı musıkisinin ilk döneminin örneklerini veren Ali Ufkî’nin hazırladığı Mecmua-i Saz ü Söz derlemesinde dinî musıki ile dindışı musıkinin örnekleri bir arada toplanmıştır. Bestekârların ürünlerine bakalım: her iki musıkinin de bestekârları ile icracılarının çoğu aynı kimselerdi. Dindışı musıkide sivrilmiş bir bestekâr dinî musıkiside de ön sıradadır. Sadece dinî eserler verenler çok çok azdır; bunu da bugünkü bilgilerimize göre söylüyorum, onlar da, zamanımıza ulaşmamış bile olsa dindışı eserler bestelemiş olabilirler. Birkaç örnek verelim. Osmanlı musıki geleneğinin kurucularından biri olan, onyedinci yüzyıl bestekârı Hafız Post, hem dinî, hem dindışı eserler bestelemiştir. Dinî musıkide en çok ürün veren, gene aynı yüzyılın bestekârlarından Ali Şir ü Gani de dindışı eserler vermiştir. Dinî musıkinin kurucularından biri olan Itrî, büyük bestekârlar Dede Efendi ile Zekâi Dede musıkiye dinî eserler öğrenerek başlamışlardı; üçü de mevlevîydi. Ondokuzuncu yüzyılın değerli bestekârlarından Haşim Bey hem mevlevî, hem bektaşîydi. Musıki konularında kitap yazmış hemen hemen bütün musıkiciler tekke mensubuydu.
Hanendeler, hafızlık geleneği içinde yetişirler, yani Kur’an’ı hıfz ederek musıkiye başlarlardı. Bunların da önemli bir bölümü hem müezzin, hatip, mevlidhan; hem de fasıl hanendesiydi. Yakın bir geçmişe gelirsek, Hafız Âşir, Hafız Osman, Hafız Sami, Hafız Sadettin (Kaynak), Hafız Kemal, Hafız Yaşar, Hafız Burhan gibi dinî musıki icracılarının dindışı musıkiyle de faal bir biçimde uğraştıklarını biliyoruz.
1925’te tekkelerin kapatılmasıyla, musıkinin bu iki kolu arasındaki gelenek bağı koptu. Bu kapatma, dinî musıki ile dindışı musıkiyi ilk kez birbirinden koparan bir olay, bir kırılma noktasıdır. Bu yüzden, Cumhuriyet döneminde yetişen musıkiciler ister istemez “laik” bir musıki dünyasının içine doğdular. Dinî eserleri doğrudan doğruya kendi gayreti ile öğrenen birkaç müstesna icracı bir kenara bırakılırsa, her iki musıkiyi de bilenleri göremeyiz Cumhuriyet döneminde; dinî musıkiyi bilen ve öğretmeye çalışanlar ise yetişme çağlarını Cumhuriyet’ten önce tamamlamış kimselerdi. 1961’de ölen Sadettin Kaynak ile 1980’de ölen Sadettin Heper bu geleneğin son halkalarıdır. Onlardan sonra, 2004’te ölen, bir tek Kâni Karaca vardır bu eski geleneği yaşatan.
İşte Kâni Karaca bu açıdan da müstesna bir sanatçıdır. Her iki musıkide eriştiği çok üstün seviye ile onun gibi müstesnaların arasında da herhalde en dikkate değeridir. Başkalarıyla karşılaştırılması zordur. Sadece dinî musıki çerçevesinde bile onunla karşılaştırılabilecek birini bulmak çok zordur. Geçmişin üstad hanende-hafızlarının kimisi Kur’an, kimisi mevlid okumakta başarılıydı; naat, durak gibi eserleri hepsi okuyamaz; kimisinin gazel okuyuşu da “tecvide kaçtığı” gerekçesiyle beğenilmezdi. Kâni Karaca’da bunların hiçbirisi söz konusu değildir. O, Münir Nurettin Selçuk’tan sonra yetişen büyük icracılar arasında müstesna bir yerdedir. Son elli yılın musıkisinde başlıbaşına bir hadisedir Kâni Karaca… (*)
____________________________________________
(*) Bu metni 30 Mayıs 2009 Cumartesi akşamı, Kâni Karaca’nın ölümünün beşinci yıldönümü dolayısıyla Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı’nca Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde düzenlenen anma toplantısında sunulmak üzere bir tebliğ gibi hazırlamıştım. Ancak, toplantıda konuşma sürelerinin sınırlı tutulması yüzünden metnin ancak bir bölümünü dile getirebilmiştim. Bu metin tebliğin tamamıdır. B.A.