Benyamin Sönmez viyolonsel dünyasından ayrıldı…


Toplam Okunma: 4558 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 10:26
Kategori: Değerlerimiz

“Bana viyolonsel almasa, popçusunu benden üstün tutsa, pasaportuyla vize kuyruklarında beklesem bile ülkemden vazgeçmem”… diyordu “özü sözü bir” Benyamin Sönmez(d. 1983)… Viyolonsel dünyasının belki de en önemli ismi Mistlislav Rostropovich O’nu “yeni viyolonsel kuşağının en önemli temsilcilerinden biri” olarak tanımlıyor, hatta varisi olarak görüyordu. Natalia Gutman ise “en iyi öğrencim” diye övgüyle sözediyordu. Diğer bir yabancı müzik eleştirmeni ise “Çalışında barok zarafetini ve Bizans renklerini barındıran genç Türk” diyordu… B. Sönmez 30 Kasım 2011 gecesi Ankara’da olduğu zamanlarda kaldığı hocasının evinde daha önce tesbit edilmiş kalp ritmi bozukluğu yüzünden geçirdiği kalp krizi sonucu 28 yaşında aramızdan ayrıldı…

Benyamin Sönmez’in naaşı, 02 Aralık 2011 günü öğle saatlerinde Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda meslektaşlarınca düzenlenen törenin ardından memleketi Muğla-Fethiye’ye götürülerek toprağa verildi.


Benyamin Sönmez

Serhan Yediğ’in 2008 yılında Benyamin Sönmez ile yaptığı -adeta bir film senaryosunun temeli olarak nitelendirilebilecek- röportajından satır aralarında Türkiye müzik sanatı yaşamı açısından ibret alınacak kesitleri aktarıyoruz:

“…Yuri Başmet’in ricası üzerine Gutman zaman ayırıp beni dinlemeye söz verince hayatımın fırsatını değerlendirmeye karar verdim. Yılın belirli dönemlerinde Stuttgart’a geliyordu ders vermek için. Geleceği tarihi öğrendim. Beni sınıfına kabul edip etmeyeceğini bile bilmeden Ankara Konservatuvarı’ndan ayrıldım. 18 yaşında, yarım yamalak Almancamla Stuttgart’a gittim. Konservatuvarı buldum. Kapıyı çalıp, sınıfa girdim. Kendimi tanıttım. Bashmet’in tavsiyesiyle Türkiye’den geldiğimi söyledim. Zamanı olmadığını, öğrencileriyle ders yapacağını, ders sonunda vakti olursa beni 10 dakika dinleyebileceğini söyledi. Fırsatı kaçırırsam, uzun süre beklemem gerekecekti. Allah bilir dersten sonra hangi ülkeye uçacaktı konser için… Uzun süre diğer öğrencileri dinledim. Nihayet sıra bana geldi. Kodaly’ın solo sonatını çalacağımı söyledim. Son bölümü istedi. Önce tekniğimi görmek istiyordu. Sonra Chopin’in sonatını çaldım. 10 dakikalık dinleti 1,5 saati buldu. Sonunda “Sınıfıma hoşgeldin” dedi.

O sıralar Gutman’ın öğrencisi olmak için sıra bekleyen yüzlerce viyolonselci vardı, aralarından sıyrılıp o sınıfa girmek gerçekten çok büyük bir şanstı benim için.

Ancak kendi imkânlarımla Almanya’da okumam mümkün değildi. Türkiye’ye döndüm, burs için başvurmadığım kurum kalmadı. Ya cevap gelmiyordu ya da başvurum geri çevriliyordu. Hayli uzun sürdü bu arayışım, en sonunda Kültür Bakanlığı’nın bursuna hak kazandım, tam bursu alacağım sırada AKP iktidara geldi. Benim gibi pek çok müzikçinin burs hakları iptal edildi.

Her şeyi göze alıp Almanya’ya gittim. İlk birkaç ay inşaat işçileri ve kamyon şoförlerinin kaldığı bir binada yaşadım. Ardından yurtta kalma hakkını kazandım.

Gutman bir yaz Fethiye’ye, bizim eve tatile geldi. Almanya’da benimle çok az ilgilenebildiğini, Moskova’ya gidersem benimle daha çok çalışabileceğini söyledi. Çünkü evi Moskova’daydı. Benim için yer, mekân önemli değildi.

Çaykovski Konservatuvarı’nın yıllık ücreti akıl almayacak kadar yüksekti. Ayrıca Moskova dünyanın en pahalı şehirlerinden biri. Ne yapacağımı düşünürken, şansım döndü. Türkiye’deki bir konserimde, sanatsever bir işadamıyla tanıştım. Bana destek olma sözü verdi. Beş yıl boyunca masraflarımı üstlendi. Adının açıklanmasını istemeyen bu işadamına maddi ve manevi olarak çok şey borçluyum. Ardından Gutman, Moskova’nın güvenli olmadığını söyledi. Evinde, ailesiyle yaşamamı önerdi. Kısa süre sonra anne oğul gibi olduk.

Benim için Gutman, viyolonsel annemdi. O da bana Sultan ismini takmıştı. Evinde ders alıyordum, çalışmalarımız konser havasında geçiyordu. Almanya’daki bunalımlı dönem geride kalmıştı. 21 yaşındaydım ve viyolonseli tekrar zevkle çalıyordum.

… Çaykovski Konservatuarı’ndaki sorun zorunlu dersleri önemsememem, viyolonselimle Gutman’ın peşinde koşturmamdı. Konserlerine birlikte giderdik. Sahneye çıkmadan hep yanındaydım. Gözlemlerimle tecrübem artıyordu, müthiş bir fırsattı. 250 civarında konserini kulisten dinledim. Sonuçta konservatuvarın en iyi viyolonselcilerinden biri olmuştum. “Viyolonselin Paganini’si” diyorlardı bana.

Birkaç yıl Gutman’da kaldıktan sonra –barınmak için- yurda çıkmaya karar verdim. Başvurdum, boş yer yoktu. Kiralık evler çok pahalıydı. Uzun süre kalacak yer problemi yaşadım. Gutman’a bundan bahsetmedim, çünkü yine beni yanına alacaktı. Ceketimi yastık yapıp tren istasyonlarında uyuduğum günler olmuştur. Böyle günlerden birinde polis tarafından coplanarak hapse atıldım.

Rostropoviç… Viyolonselin Tanrısı… Ben ona bu ismi taktım. İlk kez Moskova’da 2005 Ağustosu’nda karşılaştım. Lokum ikram ettim. Hepsini silip süpürdü, Gutman’ın öğrencisi olduğumu öğrenince “Sen benim viyolonsel torunumsun, haydi çalgını alıp gel, yoksa bana çalmayacak mısın” diye sordu. Şostakoviç’in ona adadığı Birinci Viyolonsel Konçertosu’nun kadansını çaldım. Pür dikkat, sonuna kadar dinledi. “Türk her yerde Türk’tür ama ilk defa bir Türk’ten Rus gibi Şostakoviç dinliyorum” dedi.

Birçok nadide enstrümanla çaldım bugüne kadar: Montagnana, Stradivarius, Guarneri… Bu enstrümanlar önemli konserlerim için bana ödünç verilmişti. Ekonomik açıdan Türkiye’den çok daha fakir ülkelerde bile genç yeteneklere ülke koleksiyonundan enstrüman veriliyor.

Türkiye’de böyle bir gelenek yok. Ciddi sorun yaşıyoruz. Gutman’la çalışırken Rusya’nın çalgı koleksiyonundan Montagnana yapımı bir enstrüman kullanıyordum.

Gutman, Türkiye’deki bazı kuruluşlara bizzat başvurup bana iyi bir viyolonsel alınmasını rica etti.

Şarkıcısına, türkücüsüne sahip çıkan Türkiye, Gutman’ın talebini ciddiye bile almadı.

Şu anda lüthiye Mehmet Yüksel’in yeni bitirdiği viyolonseli kullanıyorum. Birlikte tamamladık ve benim adım verildi enstrümana. Cilada sinsice oyunlarla viyolonsele 18. yüzyıl görüntüsü verdik.

Hocam Natalia Gutman’ın Moskova’daki evinden dünya “star”ları hiç eksik olmazdı, her ay mutlaka birileri yemeğe gelirdi: Başmet, Tretyakov, Lobanov, Virsaladze, Maisky, Masur, ünlü yazarlar, oyuncular… Sofra başında uzun uzun sohbet edilirdi. Bu güne kadar o evde hangi ünlü müzisyenle tanıştıysam, hepsinde aynı özelliğe rastladım. Hayatları büyük zorluklar içinde geçmişti. Yılbaşı gecelerini mutlaka Gutman Ailesi’yle birlikte kutlardık. Çok keyiflenince bana döner “Haydi Benyamin, bizlere Türk müziği çal” derdi… Bir yılbaşında votkayı fazla kaçırmış olacağım, teklifini kabul ettim. Viyolonselle bir taksim yaptım, bayıldı bu müziğe. O da aldı viyolonselini, tek ses çalmaya başladı. Ben de taksime devam ettim.

Klasik Türk Müziği’ni de severek dinler, icra ederim. Özellikle Dede Efendi, Tanburi Cemil Bey’in eserlerini. Almanya’da orkestra eşliğinde verdiğim bir konserde bis’e çağrılmıştım. Orkestranın çaldığı tek ses üzerine taksim geçip, Almanlara hayatlarında belki de ilk defa duydukları bir heyecanı yaşatmıştım.

Türkiye’deki klasik müzik devlet yaşamında Hatır, gönül ve çıkar ilişkilerinin ön planda olduğu kesin. Bunun nedeni tuhafiyeci dükkânı işletmesi gereken kişilerin önemli kurumlara müzik yönetmeni seçilmesi. Kültür kurumlarının yönetici seçimi isabetsiz olduğu sürece genç sanatçıların bu tür eleştirilerine maruz kalmaları kaçınılmaz…

Natalia Gutman, Türkiye’deki bazı kuruluşlara bizzat başvurup bana iyi bir viyolonsel alınmasını rica etti.

Şarkıcısına, türkücüsüne sahip çıkan Türkiye, Gutman’ın talebini ciddiye bile almadı.

Elime yurtdışında yaşama fırsatları geçti, örneğin Yeni Zelanda’da yarışmayı kazanınca vatandaşlık teklif edildi. Elimde işçi pasaportuyla vize kuyruklarında beklesem de, bana viyolonsel almasa da, popçusunu yüceltip el üstünde tutsa da, bu topraklarda yaşamayı sürdüreceğim, yurtdışında ülkemi sanat elçisi olarak en iyi şekilde temsil etmek için var gücümle çalışacağım. Belki, Türk deyince David Geringas gibilerin aklına dönerci figürünün gelmeyeceği günlere varmada bir katkım olur…

Klasik Türk Müziği’ni de severek dinler, icra ederim. Özellikle Dede Efendi, Tanburi Cemil Bey’in eserlerini. Almanya’da orkestra eşliğinde verdiğim bir konserde bis’e çağrılmıştım. Orkestranın çaldığı tek ses üzerine taksim geçip, Almanlara hayatlarında belki de ilk defa duydukları bir heyecanı yaşatmıştım.

KENDİ AĞZINDAN BENYAMİN SÖNMEZ… Serhan Yediğ Görüşmesi

Bremen’de doğdum. Babam müzisyen. 1970’lerde sazını alıp, turist olarak Almanya’ya gitmiş, müzik grubu kurup, düğünlerde çalıyordu. Sekiz yıl sonra annem de Almanya’ya gitmiş. İki kardeşiz. Üç yaşındayken, ailem bizlerin Atatürk’ün çağdaş Türkiye’sinde eğitim alması, bu kültürle büyümesi için geri dönmüş. Çocukluğum Nasreddin Hoca’nın Akşehir’inde geçti. Yaşamı okulda değil, hayatın içinde öğrendim. Otomobillerin arkasına asılıp kenti gezer, Nasreddin Hoca’nın türbesine ziyaretçilerin attığı paraları toplayıp karpuz ziyafeti çekerdik arkadaşlarımla. Çocukluğumdan itibaren para kazanmam gerekti. 9, 10 yaşlarında sokaklarda börek sattım, çıraklık yaptım, evde hazırladığım limonataları otogarlarda sattım, aileme yük olmadan ilkokulu bitirdim. Evimizde her zaman müzik vardı. Babam eline tanburu alır, annem güzel sesiyle şarkı söyler, ağabeyimle kanun ve darbukayla onlara eşlik ederdik.

Çocukluğumda oyuncak otomobilim, tabancam olmadı. Oyuncaklarım enstrümanlardı: Kanun, ut, cümbüş, org, darbuka, tanbur, saz, ney, gitar… Kanunun üstünde yürür, orgun tuşlarını söker, sazın tellerini koparırdım, Babam varlıklı olmamasına karşın, kırılanın yerine yenisini mutlaka alırdı. Bana müzik sevgisini o aşıladı. Müzik eğitimi almamasına rağmen inanılmaz bir kulağı vardır. Evde viyolonsel çalışırken yayımın üstüne sinek konsa onu fark eder! Çocukluğunda müzik eğitimi almak istemiş. Ancak yaşadığı köy ortamında müzikle uğraşanlara Çingene gözüyle bakılırmış ve çok yadırganırmış. Kavak ağacından kendi sazını yapıp, gizlice çalarmış.
Çocukluğumda babamın küçük bir müzik grubu vardı. Grup Laleli ile köylerde düğünlere gider, beni de yanında götürürdü. Düğün boyunca sahnedeki müzisyenleri imrenerek izler, eve gelince onları taklit etmeye çalışırdım. İşte bende sahneye çıkma hevesi o zamanlar başladı.

Bir gün, babamın müzisyen arkadaşlarından biri yeteneğini fark ederek babama ısrarla ağabeyimi konservatuvara göndermesini tavsiye etmiş. Babam önerisine uymuş.

Ağabeyim Mehmet Sönmez, Ankara Devlet Konservatuvarı’nı kazanıp, kontrbas bölümüne girdi. Belçika’daki uluslararası yarışmalarda birincilik ödülü aldı, Belçika Kraliyet Orkestrası’nda çaldıktan sonra Türkiye’ye döndü.

Şu anda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası üyesi.

Ağabeyim konservatuvara girdiğinde ben ilkokul öğrencisiydim. Tatillerde eve geldiğinde sürekli müzik dinlerdi. Bir gün dinlediği müzik dikkatimi çekti. Pikapta Şostakoviç’in Caz Süitleri çalıyordu. Eserden çok etkilendim, bütün gün bıkıp usanmadan dinlemeye başladım. İlgimi fark eden ağabeyim beni konservatuvar sınavlarına hazırladı. Açıkçası biraz endişeliydim. Konservatuvara başlamak demek çocukluğumun bitmesi demekti. Bisikletim, mahalledeki arkadaşlarım, annem, babam, her şeyi bırakmak gerekecekti. 13 yaşında Hacettepe Üniversitesi Konservatuvarı sınavlarına girdim, kazanamadım. Sınav jürisi ağabeyime, müzik kulağına sahip olmadığımı, kabiliyetsiz olduğumu söylemiş.

Ortaokula devam ettim. Konservatuvara girmeye kararlıydım. Ertesi yıl sınavı kazanıp müzik eğitimime başladım. Hangi enstrümanı çalmak istediğim sorulduğunda, ismini sevdiğim için viyolonsel dedim. Ama ne şeklini ne sesini biliyordum. Parmaklarıma bakıldı, viyolonsel sınıfına girmeme karar verildi. Elimde kazanma belgesiyle yaylı sazlar atölyesine gittim. Çalgımla ilk kez orada karşılaştım.

Doğrusu, viyola ya da keman sınıfına gönderilsem de şikâyet etmezdim, amaç müzikle uğraşmaktı, piyango viyolonsele vurdu.

Konservatuvardaki ilk yıllarımda üst sınıfların çalıştığı eserleri çalarak herkesi şaşırtırdım. Yeni başlayanlara kötü örnek olmak istemem ama, gam, etüd, egzersiz hiç çalışmazdım. Sabah ellerimi Dvorak ile açıp, günü Elgar ile kapatırdım. Viyolonsel bir tür eğlence aracıydı benim için. En etkilendiğim, Rostropoviç’ti. Schiff, Navarra, Fournier, Casals’ın albümlerini de hayranlıkla dinler, sadece Rostropoviç’i taklit etmeye çalışırdım.

17 yasına geldiğimde, bir viyolonsel yarışması ilanı gördüm. Programı, okulda öğrendiklerimizden farklı ve çok ağır eserlerden oluşuyordu. Dört ay zamanım vardı. Üstelik yarışmadan bir gün önce önemli bir sınava girmem gerekiyordu. Hocalarım programın farklılığı nedeniyle yarışmaya katılmama karşı çıktı.

Sınavı askıya alıp, gizlice yarışmaya hazırlandım. Sınav günü geldi çattı. Fena halde bocaladım, ezber hatası yaptım, pis notalar saçtım etrafa… Rezil bir icraydı kısacası.

Ertesi gün Bilkent Üniversitesi’ndeki yarışmaya gittim. Jüride Amerikalı bir viyolonselci ve Gürer Aykal’ın yanında, bir gün önce sınavda felaket icramı dinlemek zorunda kalan komisyonun üyesi Doğan Cangal oturuyordu. Birinci oldum.

Bu sayede bir gün önce okulda şöhretine gölge düşürdüğüm hocam Nuray Eşen’e de kendimi affettirdim. Bu ödülden sonra çok daha ciddi çalışmaya başladım.

Hocalarım okuldaki eğitimin bana yetmediğini söyleyip, imkân bulabilirsem yurtdışına gitmemi öneriyordu. Bunun yollarını ararken, İstanbul’da konser vermem gündeme geldi. Eşlikçi piyanist bulamıyordum bir türlü. Tavsiye üzerine konservatuvar hocalarından Kırgız piyanist Gulmira Tokombeva’ya ulaştım. Yardım etmeyi kabul etti. İlk provada çalışımı çok beğendi. Seni Moskova Konservatuvarı’ndan sınıf arkadaşım, yakın dostum Yuri Başmet’le tanıştıracağım, dedi.

Rastlantı olarak, o ay Başmet konser verecekti Ankara’da. Konserinden sonra Gulmira’nın evindeki yemeğe davet edildim. Yemekten sonra Başmet beni dinledi. Çok yeteneklisin, iyi bir hocaya ihtiyacın var, dedi.

Hemen orada cep telefonundan Almanya’da hocalık yapan Natalia Gutman’ı aradı. Beni dinlemesi için rica etti. Zorlukla da olsa Gutman bu talebi kabul etti. O kadar heyecanlıydım ki o akşam hayatımın ilk votkasını Yuri Başmet’le içtim. Bu onunla son karşılaşmamız olmayacaktı…

Hocam Natalia Gutman’ın Moskova’daki evinden dünya “star”ları hiç eksik olmazdı, her ay mutlaka birileri yemeğe gelirdi: Başmet, Tretyakov, Lobanov, Virsaladze, Maisky, Masur, ünlü yazarlar, oyuncular… Sofra başında uzun uzun sohbet edilirdi. Bu güne kadar o evde hangi ünlü müzisyenle tanıştıysam, hepsinde aynı özelliğe rastladım. Hayatları büyük zorluklar içinde geçmişti.

Yılbaşı gecelerini mutlaka Gutman Ailesi’yle birlikte kutlardık. Çok keyiflenince bana döner “Haydi Benyamin, bizlere Türk müziği çal” derdi…

Bir yılbaşında votkayı fazla kaçırmış olacağım, teklifini kabul ettim. Viyolonselle bir taksim yaptım, bayıldı bu müziğe. O da aldı viyolonselini, tek ses çalmaya başladı. Ben de taksime devam ettim.(1)
… ”
______________________________________________
Röportaj’ın ayrıntıları ve devamı için bkz:
(1) Serhan Yediğ “Benyamin Sönmez / Dünyanın ikinci bir Gutman ve Rostropoviç’e ihtiyacı yok” Haziran 2008
http://www.muziksoylesileri.net/cms/index.php?option=com_content&task=view&id=250&Itemid=44




Hoşgeldiniz