Arabesk Müzikten ‘Angara’nın Alemcilerine… Hasan Özsan
Toplam Okunma: 6802 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 10:45
Arabesk ‘artık öyle ya da böyle sürecek’ derken Ankara varoşlarında önceleri ufaktan, ufaktan bir Kırşehir Türküsüyle; “Ben sana yandım Zühtü”yle başlayan hareketlenme, zaman geçtikçe yükselen bir ivme kazandı. ‘Angaralı’ nın zaten genlerinde var olan, ama epeydir uyumakta olan hovarda, bıçkın damar patlayarak varoşlarda ortalığa saçılıverdi. Hani ‘Fidayda Angaralım Fidayda / Beşyüz altın yedirdim bir ayda ’ damarı vardır ya. Hah işte o hovarda damardı patlayan!..
Arabesk Müzikten ‘Angara’nın Alemcilerine… Hasan Özsan
Bir toplumun kültürü kaygan ve oynak bir karakter taşımaya başlamışsa ilk bakışta o toplumu anlamak karmaşık görünebilir. Hiç de öyle değildir aslında. Bu toplumu, didiklemeye kalkıştığınızda kimi zaman hayranlık duyarsınız, kimi zaman eğlenirsiniz, kimi zaman içiniz ezilir, kimi zaman gururlanırsınız, kimi zaman utanırsınız, kimi zaman neye karar vereceğinizi bilemez şaşırır kalırsınız…
Atalarının en cesur, en kahraman, en yüce, en hoşgörülü olduklarını söylerler. Dini inançlarının, gelenek ve göreneklerinin yabancılar tarafından onaylanmasından büyük haz alırlar. Sırtları sıvanınca ellerinde ne varsa verirler. Ancak, eleştirilmekten hiç hoşlanmazlar, asla yerilmeye gelemezler. Zaaflarının, zayıflıklarının, eksikliklerinin yüzlerine vurulmasından hoşlanmazlar. Bu yüzden kışkırtılmaları kolaydır. Sağduyudan yoksun oldukları için kolaylıkla şiddete yönelebilirler; işin sonunu düşünmeden yakıp yıkarlar. Allahtan tepkileri uzun ömürlü değildir. Kısa zamanda her şeyi unutarak, kaldıkları yerden hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmeye devam ederler.
Elbette kültürlerinin bir türlü gelişememesinin, aidiyet uğruna bir oraya bir buraya savrulup durmalarının bir yığın etkeni vardır. Ama sakın şunu unutmayın, bütün bunlar öyle ya da böyle sizin de özelliklerinizdir. Çünkü bu toplumun bir bireyisiniz ve hiç de ayrı bir yerde değilsiniz…
Toplumsal ve kültürel sorunlarımızın en önemli ayağını bir türlü son bulmayan iç göçler oluşturur. Köylerden ve kırsal kesimlerden kopuş kitlesel (aile olarak) ve kesintisiz olduğundan şehirler bu akını kaldıramamıştır. Haliyle ‘çarpık kentleşme’ diye bir sorun gündemimizin başat konusu ola gelmiştir.
Eskiden beri nüfusumuzun büyük bir çoğunluğu köylerde, kasabalarda yaşamakta iken siyasi ve ekonomik politikaların değişmeye başladığı 1950’li yılların sonlarına doğru sırtına dengini vuran şehrin yolunu tutmaya başlamış. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise şehre yakın olan köylerin göç etmesine gerek kalmamış. Çünkü şehirler inanılmaz bir hızla büyüyerek bu köyleri yutmuş.
Evet, şehirler çevrelerindeki köyleri yutacak kadar büyüdü büyümesine ama, toplumun köylülük damarı hiç değişmediğinden bir türlü şehirleşemedi. Haliyle şehrin varoşlarındaki iç göçün bireyleri, ‘köylü desen köylü değil, şehirli desen şehirli hiç değil’ durumunda takılıp kalınca ortaya garabet kültürel tipler çıktı. Modernitenin temsilcileri bu tiplere çeşitli sıfatlar yakıştırdı: Hanzo, balta, maço, maganda, hemşo, hırbo, kıro, zonta vs vs…
Şehirlere ilk gelen kuşak hayatlarından memnundu. Çünkü köyden kopmakla kendi çaplarında büyük bir aşama yapmışlardı. Ama sonraki kuşak bunu yeterli bulmadı. Kitle iletişim araçlarının etkisiyle gözünü şehre dikti. Şehrin içlerindeki hayata katılmak istedi. Ne var ki, bu hevesleri hayli dramatik bir şekilde kursaklarında kaldı. Çünkü her girişimlerinde şehir onlara arıza çıkarıyordu. Ne özendikleri aşkları veriyordu, ne de düşledikleri yaşamı… Onlar da ne yapsın? Kırgın gönüllerindeki gücenik duygularla kaderlerine isyan ettiler. Bu dünya düzenine lanet okudular…
Evet, varoş gençliğinin gelenekselliği reddederek moderniteye doğru çıktığı yolculuklarının önü şehrin acımasız koşulları tarafından kesiliyordu. Çünkü, düzgün bir eğitim fırsatını yakalayamadığı için geçerli davranış kalıplarını bir türlü edinememişlerdi. Bu yüzden ne yaparsa yapsın şehrin içinde eğreti ve ilkel kalıyorlardı. Öte yandan önerilen ve özenilen üst kültürü edinmek çok pahalıydı ve üstelik özel çaba gerektiriyordu. Şehirleşmek madem bu kadar kolay değildi, o da bunu reddediyordu anasını satayım!..
İyi de, öyle bir yere gelmişti ki, artık ne geriye dönebilirdi, ne ileri gidebilirdi. Ne köye dönebilirdi, ne de şehrin içlerine girebilirdi…
O, varoşu istemiyordu, şehir de onu.
Ama, bir kimlik edinmek, bir yere tutunmak; özgüvenini ayakta tutmak zorundaydı.
1970 li yıllara gelindiğinde geleneksellikten uzaklaşmış, ama moderniteye ulaşamamış biri ne yaparsa o da onu yaptı: Arabesk müziğe sarıldı. Bir gıdım Türk sanat müziği, bir gıdım halk müziği, bir gıdım batı (modern) müziği bir araya getirildi, ezik ve kırık duygular bol soslu Mısır müziğiyle harmanlandı. Ortaya çıkan müzik varoşların sesi oldu. Ve bu ses bir çığlık olarak şehrin içlerine kadar yükseldi..
Bana kaderimin bir oyunu mu bu
Aldı sevdiğimi verdi zulümu
Dünyaya doymadan geçip gideceğim
Yoksa yaşamanın kanunu mu bu
Bıktım artık yaşamaktan
Çekmekle biter mi bu hayat yolu
Bu yalnızlık bu dertler…
Aydınlar şaşkınlık içindeydi.
Bu bir başkaldırış mıydı, yoksa boyun eğiş mi? Bir türlü karar veremediler. Oysa varoş bu müzikle gerçekten kaderine isyan ediyordu… Çektikleri acıları dile getirmenin yolunu bulmuşlardı. Sesleri duyulmalıydı. Çünkü yaşamdan alacakları vardı:
Artık dayanacak gücüm kalmadı
Ne olur tükenin bitin acılar
Söndürün içimde yanan ateşi
Dertlerime bir son verin acılar.
Varoşlar, her yeni kuşakla birlikte hayata karşı daha da bıçkınlaşıyordu. Bu arada varoş gençleri ülkeyi saran kitlesel devinimden etkilenerek siyasi kimliği keşfettiler. Her biri siyasi alanlarda kendi inançlarına göre saf tuttu. Çünkü dünyadaki toplumsal ivme onları da etkilemiş, bir takım siyasi ülkülerle toplumsal mücadeleyi benimsemişlerdi. Böylece arabesk müzikten uzaklaşarak başta Ahmet KAYA olmak üzere protest müziğe sardılar:
Dibine vurmuş gecelerden geldim.
Yalanım yok!..
Bir cebimde küfür, bir cebimde çocuklara şekerle yaşadım.
Hepinizin gurbetindeyim şimdi.
Eyvallah!..
Ferhat Tunç, Zülfü Livaneli, Selda Bağcan, Ali Asker, Grup Yorum. Edip Akbayram… Kendilerini ayağa kaldıracağına inandıkları bu siyasi mücadele çabası özgüvenlerini sağlamaya yetmişti. Yetmişti ama, peşpeşe gelen askeri darbeler ülkedeki üniversite gençliği ile birlikte varoşların inançlı delikanlılarını da darmadağın etti. Ve 1980 sonrası bu isyankâr gençlerin yerine apolitize olmuş, üzerlerine ‘cuk’ oturuveren İslami motiflerle bezeli milliyetçi gömlek giydirilmiş gençler yetiştirildi. Aslında hiçbir yere gitmemiş olan arabesk müzik tekrar geri gelmişti. Şimdi her biri ‘ağır abi’ olma hevesiyle delikanlılığın alaca karanlığında harbice yol almaktalar ve ruhlarını yine arabeskle doyurmaktalar.
Çemberin en dışında
En çıkmaz sokaktayım
Çemberin en dışında
En çıkmaz sokaktayım
Çığlık atsam sessiz
Sussam yine çaresiz
Gölgeler içindeyim
Çığlık atsam sessiz
Sussam yine çaresiz
Gölgeler içindeyim
Müslüm, Ferdi, Orhan, Hakkı gibi babalar başta olmak üzere Emrah, Özcan Deniz, Alişan, Ceylan, Cengiz Kurtoğlu, Hakan Taşıyan, Ümit Besen’ den falan dinlemekteler. Dinledikleri parçalar damardan olsun da hangisi olursa olsun farketmezdi. Alem buysa kral onlardı! Onlarda yanlış olmazdı. Çünkü delikanlı olan yanlış yapmazdı…
Arabesk ‘artık öyle ya da böyle sürecek’ derken Ankara varoşlarında önceleri ufaktan, ufaktan bir Kırşehir Türküsüyle; “Ben sana yandım Zühtü”yle başlayan hareketlenme, zaman geçtikçe yükselen bir ivme kazandı. ‘Angaralı’ nın zaten genlerinde var olan, ama epeydir uyumakta olan hovarda, bıçkın damar patlayarak varoşlarda ortalığa saçılıverdi. Hani ‘Fidayda Angaralım Fidayda / Beşyüz altın yedirdim bir ayda ’ damarı vardır ya. Hah işte o hovarda damardı patlayan!.. Üstelik:
‘Lambaya püf de hoh deme püf de
Perdeyi ört kız, çekme de ört kız
Lambaya püf de hoh deme püf de
Perdeyi ört kız, açma da ört kız’
Türküsü Ankaralı’ların eski bir türküsü değil miydi? Çubuk, Balâ, Ayaş, Kayaş, Sincan, Gölbaşı, Güdül, Yenidoğan, Tuzluçayır, Eryaman, Cebeci, Balgat, Keçiören, Etlik, Şenyurt, Polatlı, sanki ayaklanmıştı. Ellerde şimşir kaşıklar, parmaklarda ziller; elektro bağlamayla eşliğinde, darbuka ve tef çalarak çalıp söylüyorlardı:
Elbette kültürlerinin bir türlü gelişememesinin, aidiyet uğruna bir oraya bir buraya savrulup
“Yan cehennem yan!.. Beş gamyon kömürle geliyom!..”
Göğde yıldız sayılmaz,
Çiğ yumurta soyulmaz…
Güzel saran yiğidin,
Heç golları yorulmaz.
Hüday da Angaralım Hüdayda
Getti de gelmedi ne fayda
Başın yesin bu sevda
Arabeskle kaderine isyan eden, kırık ve ezik duygularla acı çeken, binbir çeşit çileyle diplerde sürünen varoşlar sonunda ‘Angara’nın Alem Havaları’yla ayağa kalkarak çalıp oynamaya başladı:
kara koyun güderim “eski mesleyim”
yar yanına giderim
”çoktan beri gorunmuyon tatilden mi şekerim”
salla kız salla
çevir çevir çevir çevir dönder titret
salla bidenem salla o yana da bu yana salla
salla yavrum salla evir çevir gıvır çevir salla
sallamassan ay canıim Allah döküle kalma
Artık neredeyse her ilçe, her varoş kendi sanatçısını çıkarmıştı. Sincanlı Fehmi, Peçenekli Süleyman, Yenikentli Nadir, Çubuklu Yaşar, Güdüllü Mustafa, Polatlılı Solak Zeki, Gölbaşılı Erdoğan, Ankaralı Namık, Ankaralı Turgut, Ankaralı Kara Murat, Küçük Oğuz… Lâkabı olmayanlar ise Oğuz Yılmaz, Ethem Yeşilbaş, Savaş Göçer, Ekrem Bircan, Mehmet Demirtaş, Kadir Elbeği, Necati Coşkunses, Bahri Altaş, Ali Albay, Bülent Gökçe… Bayan alemciler ise Sincanlı Filiz, Peçenekli Hülya, Ankaralı Yasemin… Basın-Yayın (Televizyon kanalları) bir-ikisi dışında hiç birine yer vermemesine rağmen her birinin küçümsenmeyecek oranda geniş hayran kitlesi vardı.
Hepsinin tarzı üç aşağı, beş yukarı aynıydı. Misket ve çiftetelli… Yöresel gelenekten gelmiş olsalar bile popüler söylemlerle ince ince dalgalarını geçiyorlardı. Onların deyimiyle ‘çene’ yapıyorlardı…
- ‘Oha oldum kal geldi.
Gül beklerken dal geldi.
Ne çok sevmiştim seni
Ayrılması zor geldi.’
- ‘Oynama şıkıdım şıkıdım
Hepsi senin mi
Yarısı da benim mi
Yarısını bölüşelim mi
Bandır bandır ye beni
Kıl oldum abi’
- ‘Cepten ara beni,
Cepten ara beni,
Kapsama dışındaysam,
Evden ara beni.’
- ‘Gelme geri istemiyorum
Seni artık ben sevmiyorum.
Hayatımdan, cep telefonumdan,
İnternetten herşeyden
Kalbimden siliyorum;
Kız seni vay vay vay…’
Hepsi de sözlerinde cüretkar ve teklifsizdi. İsteyen istediği yana çekmekte özgürdü. Erotikse erotik, pornografikse pornografik…
- ‘Sincan yollarına direk dikeriz
Gelen giden gaşşıkçıları severiz de biz’
- ‘Salla gızım salla!.. Mazot mu yakıyon gavur çocuğu salla!..’
Onikiyi atlattım.
Pompalıyı patlattım.
‘Hadi Gençlerbirliği, Ankaragücü siz de patlatın İstanbul’u. Bir, iki pompa!..’
Senin gibi zillileri
Cebeci’de oynattım.
‘Yürü gidelim. Aklından bile geçirme patrooon!..’
- ‘Yakacaksın sobayı
Isıtacan odayı
Saat beşe gelince de
Göreceksin pompayı
Arabada beş, evde onbeş,
Hoşuma da giderse, “bendensin!..”
Arabada beş, evde onbeş,
Hoşuma da giderse, bedave!
Arabada beş, evde onbeş,
Hoşuma da giderse ağaya beleş!
Tren gelir düttürür.
Düdüğünü öttürür.
Şu zamanın kızları
Bi’ sakıza öptürür
’kutusuylan alayım yavruuuuumm!..’
Dedelerinin konaklarında, bağevlerinde düzenledikleri oturak alemlerini kasetlere, CD’lere taşıdılar. Hatta daha ileri giderek VCD ve DVD’ler çıkardılar. Böylece oturak alemlerini evlerin içlerine kadar sokmuş oldular! VCD-DVD’yi oynatıcıya takan televizyonunun ekranından keyiflice seyrediyordu.
Çekimler tek mekanda yapılmıştı. Bir pavyonun sahnesine sıralanmış olan bir org, bir darbuka, bir tef; bir de elinde elektro sazıyla ‘Angaralı’ alemci sanatçımız… Sanatçımız her şeyden önce kravatı, renkli gömleği, takım elbisesiyle ‘jilet’ gibidir. Çekimlerde çok fazla kamera oyunları yapılmıyor. Görüntüler arasında baklava dilimi gibi geçişler var. Masalarda belirli bir kesimin bıçkınları (goçlar) oturmakta. Kadın oyuncular sahneye çağırılıyor. Hepsi şık giyimli. Genel olarak bacaklar ve göbekler açıkta. Omuzlarına, kollarına, bacaklarına hatta göbeklerine yalancı dövme yaptırmışlar. Kimi eskiyi anıştırmak için peçe takmış…
Sanatçımız aleme(!) ağır bir hava ile başlıyor. Belli ki ortamı ısıtmak için gerekli bu:
Laylaylom
Galiba sana göre sevmeler
Hopa şinanay
Galiba sana göre sevilmeler
Uğramazlar semtine
Sahnedeki kadınlar oldukları yere çömelerek bu ağır parçanın bitmesini bekliyor. Eh ortama az buçuk efkâr basmıyor değil hani.
Misket havası çalınmaya başlayınca ayağa kalkarak başlıyorlar kıvrak misket tarzı yorumlarla oynamaya. Müzik sesine zil sesleri karışıyor. Efkâr mefkar kalmıyor gari!.. Oynuyorlar da oynuyorlar artık…
Daha sonra kadınlar sahneden iniyor. Bu kez sahneye erkekler (goçlar) çağırılıyor. Erkekler ciddi bir şekilde ellerindeki kaşıklarla döktürüyorlar hünerlerini. Yakası açık beyaz gömlek, siyah-laci pantolon, beyaz çoraplar, siyah iskarpinler… Yani hepsinin üzerinde ‘ağır abi’ kıyafeti var… Hemen hemen hiçbir delikanlının kot pantolon, tişört, spor ayakkabı giydiğini göremezsiniz. Bir ara kadınlarla, erkekler birlikte oynamaya başlıyor.
Köçeklerin de oynadığı VCD ve DVD’ler de var.
Görüntülerde kesinlikle sululuk, hafiflik, birbirlerine sarkma, gözgöze gelme, dokunmak yok… Eski oturak alemlerinin raconu belli ki burada da geçerli…
Bilmeyenler için kısaca anlatalım: Eski oturak alemlerinde oynayan kadınlara, bazılarının sandığı gibi, uygunsuz davranılamazdı. Kadına değil dokunmak, gözlerinin içine bile bakmak hoş karşılanmazdı. Edepsizlik, taşkınlık yapanlar dışlanır, bir daha hiçbir aleme alınmazdı…
VCD ve DVD’lerde gördüğümüz eğlence tarzı, her ne kadar oturak alemlerini çağrıştırmak için yapılmış, bir çoğu bu slogan ile piyasaya çıkartılmış olsa da oturak alemleriyle pek bir ilgisi yok. Daha çok pavyon eğlence tarzına uygun düşüyor. Çünkü eski oturak alemlerinin, gençlere düşen görevlerden, konukların oturacağı yerden, meze çeşitlerinden, sigaranın sarılıp dağıtılmasından, içkinin sunulmasından, içkinin nasıl içileceğinden; şarkı, türkü ve oyun havalarının hangi sıra içinde çalınacağından, kadının oyun tarzından, muhabbetin adabına kadar bir dolu törensel davranış kalıpları, katı kuralları vardı. Sözkonusu VCD ve DVD’lerde görüntülenmiş olan ne mekan, ne oynama biçimleri, ne de çalınan müzik tarzı o eski oturak alemlerini çağrıştırmıyor bile. Ne var ki insanlar konaklardan, bağ ve bahçelerden koparak apartmanlara tıkılınca oturak alemlerine olan heveslerini bu VCD ve DVD’ leri seyrederek gideriyor olsalar gerek. Öyle ya, şimdilerde varoş bitirimlerine göre ‘alem yapmak’ demek bara, pavyona gitmek demek!.. Şehirlik yerde felekten bir gece çalmanın başka yolu var mı?
Şu Çubuk ağasına
Su koyar rakısına
Yeter ki Alem olsun
Acımaz parasına
Ocağın yansın Çubuk
Dümenin tütsün Çubuk
Kusura bakma gardaşııım!
Harcayamıyoz çarçabuk
Boş galınca gumara
Saza pavyona bara
Çorba içip dönerken
Şenyurt’tan alırlar bira
-Arabada vururlar dört bira-
Arabesk müzik orkestrasyon açısından zengin bir kadroyu gerektirir. Yaylı, nefesli, telli, vurmalı sazların çeşidi ve sayısı oldukça fazladır. Orgun yanısıra piyano bile vardır. Yaylı sazlar feryat eder gibi çalar. Elektro bağlama inim inim inletilir. Yaylı sazların iniş çıkışları içinde kısık sesle başlayan şarkı daha sonra feryada dönüşür:
Huzurum kalmadı fani dünyada
Yapıştı canıma bir kara sevda
Ankaralı alemcilerin öyle kalabalık çalgı çeşidine ihtiyaçları yoktur. Çalgı sayısı beşi, altıyı geçmez. Elektro bağlama, tef, darbuka varsa org… O kadar. Elektro bağlamanın yerine nadiren çümbüş ya da keman kullanılmaktadır. (Sahi, elektro bağlamayı bize kazandıran mı diyeyim, yoksa başımıza bela eden mi bilmiyorum; Erkin Koray’la, Orhan Gencebay olsa gerek. Onlardan önce böyle melez bir müzik aletimiz yoktu.)
Alemcilerin yapmış oldukları müziğin temasında öyle arabeskte olduğu gibi inişler, çıkışlar, feryat, figan yoktur. Ritm üç aşağı, beş yukarı aynıdır. Bir misket ya da çiftetelli havası biteviye çalınırken oyuncular zil ve kaşıklarla katılır. Kimi parçalar hayli uzun olabilmekte…
Arabesk müzik sevgilileri tarafından terkedilenlerin, karşılıksız aşk yaşayanların, unutulmuşların, dipte kalanların duygularını dile getirirken, ‘Angaralı’ aşk olayının romantizm yanını görmezden gelerek hovarda yanından girer. Onun duygusallıkla hiç işi olmaz. Aşk muhabbetine girmez bile. ‘Benim olacan sonunda’ der çıkar. Eğer kızı elde edemezse, ‘Seni gidi zilli’ der olur biter. Onun amacı aşktan anladığı gönlünü eğlendirmektir. Hani içlerinde bir Karacaoğlan uçarılığı var dersek pek yanlış olmaz. Hâttâ onlara ‘Karacaoğlan’ın hovarda gönüllü olanı’ desek de olur. Çünkü o kadının yoldan çıkmışını, ya da kolayca ayartılabilir olanını seviyor:
Toka takmış zilli
Her halinden belli
Demedim mi kızım sana
Benim olacan sonunda
Cinselliği çağrıştıran (pornografik) kelime oyunlarını hemen hepsi yapıyor demiştik. ‘Tak tak!..’ ‘Tak fişi’ ‘Patlat’..’ Oh!..’ ‘salla’ ‘Pompa..’ ‘Salıver’’Saldır’ ‘al sana’ ‘yamul’ gibi katma sözler bolca kullanılır… … Ayrıca türkü sırasında oyuncuları ve dinleyenleri gayrete getiren katma sözcükler olmazsa olmaz türdendir… ‘Hele’ ‘dön’ ‘goçlar’ ‘goçum’ ’vaşşş’ ‘aha’ ‘vıdı vıdı’ ‘gır gaşıkları’ ‘hele’ ‘şimdi’ ‘çevir çevir’ ‘dön’ vs….
Alemci geleneğin içinde kadın sanatçılar varsa bile türkülerindeki muhabbet biçimi erkek erkeğe bir pavyon alemi raconuna denk düşmektedir. Kendilerini ‘alemci’ olarak nitelemeleri belki de bu yüzden olsa gerek:
‘salla yavrum salla!
çevir çevir, dönder, titret…
salla bidenem salla!
o yana da bu yana salla!
salla yavrum salla!
evir çevir, gıvır çevir, salla!
’ne kadar sallarsan salla, dona düşer son damla!..’
‘armudu dalında pazar eyledim
gaşına gözüne nazar eyledim de muazzez
döktür muazzez döktür
al yanaktan öptür
al yanaktan vazgeçtik
eccücükten öptürür’
‘goççuuum heleee!..’
Sahi arabesk müzik bu güne kadar bolca tartışılmışken ve hâlâ tartışılıyorken tekmil İç Anadolu varoşlarının ‘Angaralı Alemciler’e olan ilgisinin giderek artmasına aydınlar, düşünürler, toplum bilimciler ne diyor?
Gerçekten hiç merak eden yok mu?(1)
_______________________________
�
(1) http://dorduncukuvvetmedya.com/2092-arabesk-muzikten-angara-nin-alemcilerine.html