İyi şiirin iç musikisi, ritmi ve üslubu vardır… Sadık Yalsızuçanlar


Toplam Okunma: 4132 | En Son Okunma: 23.11.2024 - 10:49
Kategori: Fikir Yazıları

Şiir ile müzik sanatları arasında hem derinlemesine bir bağ, hem uçurumlar bulunur… İyi şiirin kaçınılmaz olarak kendine özgü bir iç musikisi, ritmi ve üslubu vardır… Âşık kimliği olmayan, yüzyıllardır yalnız şarkı söyleyen bir şarkıcı modeli her toplumda varoluşunu sürdürmüştür. Ama, müzik endüstrisinin 20. yüzyıldaki inanılmaz yükselişi, dünyayı adım adım kuşatması sürecinde ortaya çıkan ve yaygınlaştırılan moda biçimleriyle şarkıcı, müziğin tamamen önüne geçecek; boyanıp süslenerek dünya pazarına lanse edilecektir… Şarkı sözü bir anlamda da dil sorunudur. Eleanor Rigby’nin “Astığı suratını kapının kenarındaki kavanozda saklıyor” dizesinin anlamını kavramadan şarkıya nasıl ulaşılır?..

İyi şiirin iç musikisi, ritmi ve üslubu vardır… Sadık Yalsızuçanlar

Şiir ile müzik sanatları arasında hem derinlemesine bir bağ, hem uçurumlar vardır. Şair veya müzisyen kendi alanlarının biricikliğiyle ilgilenir çokça. Şiirin müzikle olan akrabalığı biraz daha kaçınılmazdır. Örneğin ritim, müziğin kaçınılmaz bir parçasıyken, şiiri de şiir yapan temel bir öğedir. Şiirde, aslında lirik şiirde melodi ve ezgi kaçınılmaz unsurlardır.

Özellikle modern müziğin, melodi ve ritmin yanında armonik bir karakteri de var. Bu üç unsur buluşmadan enstrumantal bir yapının, müzik dilinin oluşması mümkün değildir. Geleneksel karakterli müziklerdeyse makam özel bir yere sahip. Şiir sanatındaysa uyak ve ölçü önceliklidir. Bu yolla, şiirde kendine özgü bir ritim oluşturulabilir.

Bu yapının oluşmasında biricik özellikse, enstrumanlar yerine sözcüklerin oluşturduğu seslerdir. Şiirin musikisini bu yolla sözcükler yaratır. Ritim ve melodi sözcüklerin seçimi ve dizelerin oluşmasıyla bir biçime döner. Biraz oylumlu, biraz da bilinesi konulardır bunlar.

Bu iki sanat arasında ne kadar ortak paydalar yapısal anlamda bulunsa da, müziği öz itibarıyla “enstrumantal” bir karakterle düşündüğümüzde, iki dal da aslında ses ve dil noktasında birbirinden özerk anlamlar ifade eder. İki dalın da kendine has bir imge sistemi vardır. Şiirdeki imgelemi sözcük ve dizeler oluşturur, zenginleştirir.

Enstrumantal karakterli müziklerdeyse imgelem kullanılan notalar ve kurulan bir müzikal formla vücut bulur. Şair veya besteci belki aynı türden izleklerin sonucu, birbirine yakın bir imge dünyasının izini sürmüş olabilirler. Ama, ortaya çıkan eserlerde, müzik yapıtının soyutlamacı yanı, notanın ifade gücü öne çıkar. Şiirde ise yine hareket noktası birtakım soyutlamalar olsa da, anlamsal düzeydeki zenginlik, müziğe oranla daha bir anlaşılırlık kazanır. Bu müzikte duygu, aklı büyük ölçüde bastırma mücadelesi verirken; şiirde gerektiğinde aklın yerini ve rolünü saptayabilme, anlamsal çağrışımları yakalama imkânı biraz daha kolay olabilir. Ama bu, şiirin “kolaylığı” anlamına hiç gelmez. Yine yoğun soyutlamalar ve imgelerle yüklü bir yapıya sahiptir şiir. Yarattığı çağrışım zenginliği noktasında müzikten hiç uzakta kalmaz.

Bu kısa, bilinesi değinilerin ardından, yazımızın asıl başlığı olan şiir-şarkı ilişkisine daha içimiz rahat adım atmaya başlayacağız. Çünkü, müziğin “şarkı” formudur, şiir sanatıyla daha yakın bağlar kurabilen. Şarkı, tıpkı şiir gibi sözcüksüz, dizesiz yazılamaz. Tek farkı, bu sözcük ve dizelerin, müzikle ve melodilerle bir arada farklı bir vücuda dönüşmesidir. Müzikteki duygusal doku zenginliğine, bir de yine duygusal karakterli dizelerin katılmasıyla ortaya yepyeni bir form çıkar.

Şarkı, sanatçıdan sanatçıya çok farklı biçimlerde belirir. Şarkının sahibi, bazen, çok etkilendiği bir şiiri ele alıp onun üstüne –onunla beraber– melodiler yazar. Veya besteci, aynı zamanda söz yazarı veya şairdir de; bunun sonucu sözü ve müziği birlikte oluşturur. Bazıları önce sözlerini yazıp, ardından müziği bunun üzerine inşa eder. Bazı şarkıcılar içinse söz ve müzik aynı anda üretilir, vücut bulur.

Bu aslında çok spesifik bir serüvendir. Ama, iyi bir şiiri, bir müzisyenin şarkıya dönüştürmesi bizce en riskli durumlardan biridir. Çünkü, iyi şiirin kaçınılmaz olarak kendine özgü bir iç musikisi, ritmi ve üslubu vardır. Bu türden şarkılarda, melodi çok güçlü bir melodik-armonik zenginliğe sahip olamadığı noktada, şiir öyle ön plana çıkabilir ki, yazılan içli bir fon müziği olmanın ötesine gidemeyebilir. Ya da şiirde, müzik de bağımsız kimlikleriyle çok başarılı örnekler olabilirler. Ama, ortaya çıkan buluşmada prozodi hatalarına kadar birçok teknik ve müzikal sorunla karşı karşıya kalınabilir. İşte bu noktada, şarkıyı yazanın iki mahareti birden –yani şairliği ve besteciliği– gelişkinse, ancak şarkı gerçek anlam ve yapısına ulaşabilir. Bu buluşmanın en tipik örnekleri, hemen hemen her toplumun yüzyıllar boyu ürettiği âşık tiplemeleridir.

Geleneksel sazları ve sözleriyle yaktıkları şarkılar-türküler, deyindiğimiz söz-müzik uyumunu çoğu sponten bir biçimde, başarıyla ürettikleri noktada büyük bir kalıcılığa ulaşmışlardır. Hem de yüzyıllar boyu süren.

Bu âşık tiplemeleri, kendi ülkelerinin halk şiirlerini, çoğu anonim karakterli de olsa alıp, dönemin duyarlılığı içinde yeni şarkı-türkü biçimlerine dönüştürmüşlerdir. Sözlerini-şiirlerini de kendileri yazanlar daha bir makbuldür kaçınılmaz olarak.

Aklımıza tipik örnekler olarak Âşık Veysel, Âşık Mahsuni isimleri gelmektedir. Bu âşıklar yapıtlarını “türkü” formu içinde yazsalar da, özellikle Batı dünyasında ministraller, ürünlerini şarkı formunda üretirler. Bu âşık tipleri, geçmiş yüzyıllarda yazdıkları şarkıları gezgin kimlikleriyle yaymışlar, yaygınlaştırmışlardır. Özellikle 20. yüzyılla birlikte iletişim ağındaki yoğun çabalar, teknolojik gelişmeler ve beliren müzik endüstrisi yoluyla, artık bu müziklerin, şarkıların hem karakterleri ve altyapıları değişecek, hem de yeni, modern ve büyük ölçüde muhalif karakterli “modern” âşıklar, yeni bir sektörel tanımla, değişik bir vücuda dönüşeceklerdir.

İlginç bir iş bölümünün de habercisi olacaktır bu gelişim. Şarkıyı söyleyen “şarkıcı” aslında bir yorumcu olarak, müzik endüstrisinde her tipin önüne geçecektir. Evet, âşık kimliği olmayan, yüzyıllardır yalnız şarkı söyleyen bir şarkıcı modeli her toplumda varoluşunu sürdürmüştür. Ama, müzik endüstrisinin 20. yüzyıldaki inanılmaz yükselişi, gramofon, taş plak, pikap ve plastik plak’ın bir fabrikasyon biçiminde üretilip, dünyayı adım adım kuşatması sürecinde ortaya çıkan ve yaygınlaştırılan moda biçimleriyle şarkıcı, müziğin tamamen önüne geçecek; boyanıp süslenerek dünya pazarına lanse edilecektir.

Yoğun işbölümünde besteci, söz yazarı, aranjör, prodüktör tek bir vücuda dönüşüp, üretimlerini yoğun ve bağımlı bir şekle dönüştürse de, ortaya çıkan şarkı, yorumlayan şarkıcıyla eşanlama gelecektir. Şarkı da, şarkıcı da artık bir tüketim nesnesi olarak varoluşunu sürdürecektir.

Ve ortaya öyle bir hız çıkar ki, çoğu şarkı ve şarkıcı bir dönem büyük sükseler yapıp, ardından silinip gider. Bu müziğin adı öncelikle “popüler müzik”tir. Ama, tüketici kültürün uluslararası bir hegemonya oluşturması noktasında, bambaşka kültürel ve müzikal kaynaklardan beslenerek ortaya çıkan “popüler müzik” örnekleri, tam bir aynılaşmaya “pop”laşmaya doğru gider ki, artık kapitalizmle tam anlamıyla özdeşleşmiş, bu sistemle varoluşunu sürdüren her toplumun bir pop’u oluşur. Form olaraksa, dünyadaki pop’un da yapı itibarıyla kopmaz bir parçası olur. Şarkının ömrü kısacık kalır. Yerini devamlı yenisi alır. Ama, tabii ki bu müziğin de süreç içinde ayrıcalıklı bir estetiği belirecek, şarkının tükenişine direnen, kalıcı olmayı beceren, artık “klasik” kategorisine bile sokabileceğimiz binlerce kalıcı eserle de karşılaşılır.

Yazımızın biraz dışına taşan bu konuyu anımsatmamızın nedeni, bu endüstri içinde de varolsa, söz ile müziği, şiir ile müziği bir arada düşünen, üreten “modern âşık” tiplemelerinin de devamlı varoluşunun sürdürdüğünün altını çizmek gerekmektedir. “Modern âşık” artık çoksesli bir müzik vizyonuyla hareket etmektedir on yıllardır. Bu müzisyen-şarkıcı tipine, uzun yıllardır müzik endüstrisi “singer-song writer”-“şarkıcı-şarkı yazarı” adını verecektir. Bu tiplemelere farklı kültürlerde “ozan şarkıcı” diyenler de vardır. Bu tip şarkıcıların, yazdıkları sözlereyse, şiir demekten çok “lirik” adı verilmesi hep daha uygun bulunmuştur. Gerçi, tüm popüler müzik şarkı sözleri hep “lirikler” şeklinde anılır. Belki bu yüzden, modern âşıkların da yazdıklarına büyük ölçüde “lirikler” denilmektedir. Bu tanım, insanı öncelikle “lirik şiir”e tabii ki göndermekte.

Duygusal yoğunluk ve doku itibarıyla “lirikler”le “lirik şiir” arasında bir ortak nokta bulanlar, düşünenler hep olmuştur. Gerçekten de nefis bir şiir olarak da okunan “lirikler” vardır. Özellikle de bazı önemli şarkı yazarlarında. Ancak, bugün, “lirik” öyle yaygın kullanılan bir sözcüktür ki, şiirle aynı anlama geldiğini söylemek imkânsızlaşır. Şiirin içindeki görsel, imgesel, müzikal zenginlik, müzik sanatından tamamen bağımsız oluşur ve sözcükle dizenin, sesle ritmin kendine has özerk büyüsüyle biçimlenir. Lirikse, ne olursa olsun, bir bağımlılığı işaretler hep. Notaya uygun yazılmalı veya nota liriklerin karakterinden, duygusundan hareketle nüfuz etmelidir.

Yani, şiir gibi bağımsız, özerk bir mahiyette değildir. Bunun yanında, liriklerle oluşturulan şarkının, müziğin birçok teknik özelliklerine incelikli bir özen göstermesi gerekmektedir. Lirikle müzik arasında hep kaçınılmaz bir bağımlılık ilişkisi vardır. Bunu üreten şarkıcı yetkin bir ozan, şarkı yazarı olsa da. Çünkü, sonuçta lirik, bir şarkıya söz olarak düşünülmekte, tasarlanmakta, yazılmaktadır. Şarkı yazarı bile müziğin birtakım gerçeklerinden dolayı, içi istemese de bazı dizeleri değiştirmek, çıkarmak, eklemek, sözcükler katmak ihtiyacıyla baş başa kalabilmektedir. Özellikle tüketici karakterli pop liriklerinin büyük çoğunluğunda dizelerin tekrarlarına yönelinmektedir. Ünlü şarkıcı-şarkı yazarlarında da sıkça rastlanabilen bir durumdur bu. Yani, aslında lirik, şiirden çok farklı bir biçimle tasarlanmaktadır. Yani, şiirin içe dönük kendine has bir dilsel çatışması kaçınılmaz biçimde hep yaşansa da, şarkıda bu durumun farklı zorlamalarla kendine, formuna ulaşabileceğini herkes bilir. Lirikte, sözcüklerin, dizelerin gördüğü hasarların yanında ölçü ve prozodi çok önemli bir yer kapsar.

Dizelerin, müziğe göre uzayıp kısalması, yinelenen harflerle doğabilecek bir kokofoni, iyi bir şarkının oluşmasında en temel handikaplar durumundadır. Bu durum, şarkıcı-şarkı yazarının kişisel şarkı vizyonunun ne denli gelişkin olup olmadığının temel ipuçlarını işaretler. Şarkıcı, besteci ve lirik yazarı farklı olduğundaysa, bu sorunun çokça gündem oluşturması gerekir. Ama, tüketici karakterli şarkılarda söz-lirik neredeyse uydurulur. Özel bir imgelem şöyle dursun, lirikler, harfler dizeler ölçüsünde şarkılara “uydurulur”.

Şarkı yazarlarının ürettiği şarkıların bu noktada biraz daha şanslı olduğu söylenebilir. En azından, sanatsal bir vizyonun hem müzikler, hem liriklerde ortak üretilmesi duygusal bir bütünlüğü işaretler. Şarkının kendine özgü bir orijinalitesi olduğu, yaslandığı ahlaki, politik ve estetik karakterlerin daha doğru bir biçimde sorgulanması imkânını yaratır şarkı yazarının şarkıları. Ama, tabii ki her yazılan şarkı aynı lezzette olmayabilir, yazanın aurasını tam anlamıyla yansıtmayabilir.

Tüm bu serüvene rağmen, birtakım şarkıcı-şarkı yazarlarının liriklerindeki ve müzikalitelerindeki mükemmeliyet, bu isimlerin şarkıcı olduğu kadar iyi bir şair de olabildiklerinin izleriyle doludur. Klasik olsun, modern olsun, sofistike ürünler yaratmış birçok önemli şair ve yazar, birtakım şarkıcı-şarkı yazarlarını derinlemesine etkilemiştir. Şiirin, edebiyatın temel bir kaynak olduğu süper liriklerle de karşılaşılır. Bir de bu şarkıcılar, edebiyatın ruhunu, imgelemini, tekniğini büyük bir özenle liriklerine taşıyıp, yetkin bir müzikaliteyle buluşturduklarında ortaya büyüleyici, kalıcı şarkı örnekleri çıkabilmektedir. Hatta, onların şiire olan tutkuları, esin perileri oluşturdukları imgelem, “adlarına” bile taşınmaktadır.

Esinlendikleri şairler kolayca kestirilebilmektedir. Ama, doğruyu söylemek gerekirse, her dönem aynı ölçüde edebi esinlere ulaşamayabilirler. Ama, bu süreçteyse, tamamen kendilerinin olan, bir inancı, felsefeyi simgeleyen ya da kendine has bir ironi veya politik edayla varoluşunu sürdüren şarkıcı-şarkı yazarları da vardır ki, bunlara bir tür şair-şarkıcı demek hiç de zor olmaz. Söylediğimiz özelliklere sahip, modern kimlikli, bir tür “şarkı filozofu” olan isimlerin dünyadaki en önemli figürü olarak Bob Dylan ismini anmak mümkündür. Yaptığı müziğe devamlı yenilikler, değişimler kazandıran; gerektiğinde politik, gerektiğindeyse lirik yanı ağır basan, ama tüm şarkılarına kırk yılı aşkın bir süredir kendine has bir mistisizmi de işleyen bu özgün isim için, bir tür “modern âşık” demek yetmez, o aynı zamanda bir şairdir de. Woody Guthrie gibi, ülkesi ABD’nin protest âşıkları onun şarkı fikrinde temel kaynaklar olsa da, 1960’ların ortalarından itibaren folk-rock karakterli bir grup müziğine yönelseler de, şiirin şarkılarında taşıdığı önemli düzeyi görmezden gelmek olası değildir.

O, en büyük esin perilerinin modern şiirin yaratıcılarından Walt Whitman, E. E. Cummings gibi isimler olduğunu bilip, uzun dizeleriyle onları çağrıştırsa da, kendine has bir edebi imge dünyasını da şarkılarının kopmaz parçası yapmayı becermiştir.

Her yazdığı sözün, sofistike birer şiir olduğunu söylemek en başta şarkıya, kurallarına bir saygısızlıktır belki. Ama Dylan, şarkı-şiir birliğinde en çok yol kat etmiş öncü isim kabul edilmelidir. Onun, bu bağlamda açtığı yolu yadsımak mümkün değildir. En azından, uzun yıllar önce yayınlanmış Lyrics kitabını bir şiir kitabı gibi okumak hiç de zor olmamaktadır.

Özellikle Dylan’ın açtığı yolla, modern şiirden büyük esinler alarak lirikler yazan sayısız folk, country ve rock şarkıcısına rastlanacaktır. Bu isimlerin liriklerinden oluşan kitaplarına, birer şiir kitabı gözüyle bakılmasının yanında, sayısız çağdaş edebiyatçıyı, şairi de dünyada bu lirikler etkiler. Folk ve country karakterli, yani kırsal kökenli müzikleri modernize bir kimlikle bestelerine taşıyan şarkıcı-şarkı yazarları, kaçınılmaz olarak liriklerinde bir tür modern halk şiiri yazmaktadırlar. Bir kısmıysa, esinlerini Dylan gibi – daha çok modern ve avangard şiir akımlarından alabilmektedir. Kişisel vizyonlarını oluşturmakta bu şiirlerin, romanların ciddi payı vardır.

Özellikle rock merkezli liriklerde Arthur Rimbaud’dan, Walt Whitman’a birçok efsane şairin açık izlerine rastlamanın yanında, özellikle rockçıların 1960’lar ve 70’lerdeki liriklerini oluşturmada, II. Dünya Savaşı sonrası ABD’de patlayan Uzak Doğu felsefelerinden esin alarak bir muhalif kimlik oluşturma çabasındaki Allen Ginsberg gibi şairlerin, Jack Kerouac gibi romancıların yoğun etkilerine rastlanır. Rock müziğin bir felsefi geri planıdır bu edebiyat. Oluşturulan rock liriklerinde bu akımın da yoğun izlerine rastlanır. Ama, tabii ki bu şarkıları yazan her şarkı yazarının kendi auraları, isyanları, iç çatışmalarıyla buluşup ortaya birbirinden bağımsız, ama o oranda da özgün lirikler çıkabilmektedir. Donovan, Lou Reed, Jim Morrison, Paul Simon, Neil Young, Patti Smith, Tom Waits ilk akla gelen sofistike isimlerdir.

Lirikleriyle, şiire inanılmaz biçimde yaklaşan bu şarkıcı-şarkı yazarlarının lirikleri süreç içinde bir külliyata dönüştüğü ölçüde, “rock şiiri” diye bir tanımla müzik ve yazın dünyası baş başa kalmıştır. Evet, bildiğimiz anlamı ve yapısıyla bir edebiyat türü olarak bir “şiir” şeklinde bu liriklere anlam yüklemek doğru olmayabilir. Ama, daha önce söylediğimiz gibi, müziksiz, yalnız lirik olarak bir şiir gibi okunan, kolayca kabul edilebilecek sayısız şarkı sözüne günümüze dek rastlanır. “Rock şiiri” terimi birçok yanıyla doyurucu olmayabilir. Hatta yalnız rock müzikte değil, andığımız birçok müzik türü içinde, sonuna kadar “şiir” diyebileceğimiz çok sayıda lirik vardır. Yani, bu noktada artık şiirle şarkı arasında gitgide pekişen bir akrabalığın altı kolayca çizilmelidir. Aslında tüm modern açılımlı müziklerin şarkı modellerinde benzeri örneklere rastlanır. Burada, şiirin bestelenip şarkıya dönüşmesinden hiç söz etmiyoruz.

Çünkü, bilindiği üzere geleneksel olsun, modern olsun tüm şarkı çeşitlerinde bir şairden şiir alınıp bestelenmiş sayısız şarkıyla karşılaşılır. Bu apayrı bir meseledir. Başta söylediğimiz üzere, bunun iyisini yapmak kadar zor bir şey yoktur. Çünkü müzikten de şiirden de bir ölçüde ses, müzikalite ve ritim noktasında çeşitli feragatlar gerekmektedir. Ama, buna rağmen nefis bir buluşmaya dönüşebilen, iyi bestelenmiş iyi şiirle de dünya ölçüsünde –ve hatta Türkiye’de bile– sayısı az da olsa karşılaşmak mümkündür. Bu buluşma Klasik Batı Müziği geleneği içinde de özel bir önemi haizdir.

Bir şiir ele alınıp yapılan ve şarkı formuna yakın müzikler varolduğu gibi, bu geleneğin en modern halkalarından biri olan atonal müzikte bile, atonel karakterli, dili bozarak, parçalayıp yeniden kurulan modern şiirler üzerine aynı müzikal tavırla atonal besteler yapılabilmektedir.

Şiir-şarkı akrabalığında, bir de Fransız Şanson müziğini anımsatmadan geçmek doğru olmaz. Les Ferre, Yves Montand, Jack Brel, George Moustaki gibi adını anabileceğimiz birçok büyük usta şarkıcının bir kısmı kendi lirikleriyle yazdıkları şarkılarda, bir ekole dönüşürlerken; bazıları daha çok, modern Fransız şiirinden örnekleri, müzik vizyonları, birikimleriyle buluşturup, tamamen kendine has bir şarkı-şiir buluşmasını hayata geçirirler. Bu kültürde de şiir karakterli liriklere sıkça rastlamak mümkündür. Ancak, çok önemli bir fark vardır bu türden şarkılarda. Lirikler veya özellikle şiirler mümkün olduğu kadar şiir okurmuşçasına seslendirilirler. Yani, şiirin sesi, iç müziği de şarkılar boyu varoluşunu sürdürür. Dramatizasyon bu şiirlerde büyük ölçüde öne çıkar. Hatta bunlara “lirik şarkılar” deme imkânı bile doğabilmektedir. Bu çok uzun bir araştırma alanıdır. Ama, şunu vurgulayalım: Şanson müziği, şiirle şarkının gizil iç içeliğini en iyi yansıtan müzik dallarından biri kabul edilmelidir.

Şiir, Şarkı ve Leonard Cohen

Tüm bu saptama ve değerlendirmelerin ardından, öncelikle şair ve yazar olarak bilinen, şarkıcı-şarkı yazarı kimliği ardından gelen, azımsanmayacak bir şiir geçmişi olduğundan, kafamızda hiç soru işareti olmadan anımsatabileceğimiz, oldukça da popüler bir şarkıcının daha ayrıntılı üstünde durmak istiyoruz. Bu isim: şair, romancı ve şarkıcı Leonard Cohen. Gerçi, milyonlar satan albümleriyle tüm dünya, otuzbeş yıldır onu şarkıcı-şarkı yazarı olarak tanısa da, yazdığı şarkı sözleri incelendiğinde aslında aynı şair kimliğini birkaç istisna örnek dışında bu kadar başarıyla sürdürmüş bir isme çok nadir rastlamamız onu “şiir-şarkı” ilişkisinin biricik örneği yapmamıza neden oldu.

Şarkılarını bazen, müzik ve sözleri bir arada düşünerek bestelerken, bazı durumlarda önce şiirini yazıp, ya da daha önce yazdığı, yayımladığı şiirlerini besteleyip şarkıya dönüştürdüğü örnekleriyle tanındı. Bir “şarkı yazarı”ndan çok şair-şarkıcı olarak kolayca anabileceğimiz bu ismin, bu zaman diliminde çok özel bir ayrıcalığı da var. Eylül ayının 21. günü, aynı zamanda Cohen’in 70. yaşgünü.

Yaşça Bob Dylan’dan büyük olsa da, şarkıcı kimliğinin pekişmesi, özgün bir şarkı yazarı olmasında Dylan’dan hiç esinlenmediğini söylemek zor. Ama, iş şair yanına geldiğinde, ne kadar modern şiirden farklı esinler alsa da, hiçbir şairin direkt esinlerini yakalayamayacağımız ve aynı oranda da, neredeyse elli yıldır hep aynı şiiri, lirikleri yazan; çoğu kez şiirlerini düzey ve felsefe olarak liriklerinden kolay ayıramayacağımız, dilsel, düşünsel ve müzikal problematiğini devamlı geliştirse de şiiri ve şarkıları hep biricik kalmış bir şairi, şiir-şarkı ilişkisinde örneklemeyi uygun bulduk.

Cohen’in şarkılarında büyük ölçüde bir balad karakteri hep ağırlığını koymaktadır. Sorgulanansa daha çok aşk ve varoluşa dair çeşitli sorgulamalardır. Rus asıllı Kanadalı bir ailenin çocuğu olan Cohen öncelikle bir şairdir ve ilk şiir kitabı Let us Compare Mythologies’de kendine özgü bir sesi yakalayacak, sosyalist bir siyasal duyarlılığın içinde gezinecektir. Ama, varlıksal sorun, onun siyasal algısı kadar hatta bunu da aşan boyutta şiirlerinin de kopmaz bir parçası olur. Kendine özgü bir mistik atmosfer daha bu ilk dönem şiirlerinde belirginlik kazanır. 1966’ya kadar dört şiir kitabı, iki de roman yazmıştır. İlk kitabının ardından yaklaşık 10 yıl, Yunanistan’daki küçük bir adada yaşamayı seçecek, bir anlamda izole, yalnız bir seçim, üretiminin kopmaz parçası olacaktır.

Karısı olan Marianne adlı büyük aşkı ve çocuğuyla yaşar. Süreç içinde, mistik algısı her şeyin önüne geçer. Onun müzisyenliği ise şiirinden de öncedir. Kanada’da küçük country gruplarında yer almakta, gitar çalmaktadır. Bu izole edebiyat üretimi sürecinde art arda çıkan üç şiir kitabı ve iki romanı daha olacaktır. Bu kitapların İngiltere’de de basılanları olur. Bu üretimde gitarını da elinden bırakmayan Cohen’in amatörce yazdığı şarkılar 1966’da çeşitli ilişkiler sonucu başka bir gündeme sıçrar. Bu adadan ayrılıp New York’a yerleştiği 1966’da ilk kez ünlü Joni Mitchell “Suzanne” adlı şarkısını, o yılki önemli albümüne alır. Parasites Of Heaven adlı dördüncü şiir kitabında yer alan “Suzanne Takes You Down”ın şarkıya dönüşüdür. Mitchell’ın da baskısıyla 1968’de “Songs of Leonard Cohen” adlı ilk albümü ortaya çıkar ve beklenenin çok üstünde bir çıkış yapar. Aslında ilk okumalarda nefis aşk şarkılarıdır yazılmakta olan. Çekici boyut, yazdığı şarkı sözlerinin aynı oranda bir şiir kimliği taşımasıdır.

Ölçü ve uyaklı, güçlü bir dize yapısı olan, imge dünyasındaki mistik derinlikten hiç uzaklaşmamış bir şairdir de aynı zamanda. Şiirinde geliştirdiği sorgu, melodi ve armoniyle yeni bir vücuda dönüşmesi noktasında da şarkı söyleme tarzındaki abartısız, özgün yapı şiirin kendi dilini de, şarkının içinde saklı ama o denli de güçlü bir şekilde yerleştirmesini sağlamıştır. En azından, bu ilk albümde yer alan şarkıların tümündeki sözler bir aşk teması üzerine kurulur. Ancak, inanılmaz bir varoluşsal sorguyla bezeli şarkılardır yazılanlar. Özellikle son şiir kitaplarında olduğu gibi. Kadına olan tutku ile ondan derinlemesine kaçış, hem şiirlerinde hem de şarkılarda ana öğelerdir. Aslında bu aşklar şairin birer “ben” sorgusudur.

Onun yer yer mazoşist bir boyuta sıçramasına da neden olur. İnançla inançsızlık, gerçekle gerçek dışı, aşk ve nefret şiir-şarkı sözlerinin kopmaz bir parçasıdır. Müzikse, tam anlamıyla bu çatışkıların güçlü bir müzikal atmosfer içinde yeni bir anlatım biçimine bürünmesi anlamına gelir. Şarkıların akışı, melodik sürükleyiciliği kadar, belki ondan da önce insani değerler, ikili ilişkilerin, çok nadir de olsa bazı ironik cümlelerle yeni bir şarkıya dönüşmesi önemlidir.

Gitgide artan şarkılar, üretilen lirikler-şiirler bu sorunsalı devamlı deşmesini önleyemez. Kendine özgü bir bütünleşmeye doğru dönüşür bu şarkılar. Hem ruhsal, hem bedensel anlamda, sanatçının gezgin yanı gitgide derinleşir ve yazdığı şarkıların, sorguların bir aracı olur. Şiirlerinde olduğu gibi, şarkılarında da tüm varoluşsal sorgunun yanında, sokağın kokusu, renkliliği, acımasızlığı, yarattığı ilişkisizlikler ve doğurduğu tutku; aşk şarkılarının temel taşı olacaktır. “Ben”in sorgusu derinleştikçe, gizil alarm veren bir ruh haliyle, düş dünyasıyla baş başa kalınır. Ben’le öteki arasındaki çatışma şarkılar boyu, günümüze dek taşınır.

Evet, yer yer “Partizan” türü, sayısı az da olsa Fransızların Alman faşistlerine karşı direnişini kendi şiir aurasıyla yazan şarkılarına da rastlanır. Ama, bu tür az sayıda şarkıda bile varoluşsal sorgu hep hissedilmektedir. Yer yerse bu lirik-şiirlerinde mazoşist bir aşk algısına yaslanan karşı aşk, onun şiirlerinde temel bir direnç biçimidir. Ama, çoğu kez bu direncin de çözüm olamayacağı anların şiirlerini, şarkılarını yazagelir Cohen. Aşkı bir tür tahakküm veya kişiliğin tahribi gibi algılamak bile mümkün olabilmektedir. Onun aşk algısı, bir yanıyla sevgiliden uzaklaşma, kaçışken aynı oranda da onu yüreğinin ta içinde, derinlemesine yaşatmak demektir. Bu noktada, nefret bile sevgiyle iç içe varolmaktadır şarkılarının çoğunda. Bu duygusal sargı onu öyle sorgular ki, yeni ve özgün bir inanç sistemine doğru şarkıları yoluyla bir yolculuğa çıkar.

Otuz yıldır sürmekte olan bu yolculukta, başta Budizm olmak üzere, Uzakdoğu inançlarını kendine hep yakın bulur. İnançsızlığa karşıdır. Ama iş şarkıların üretimine döndüğünde, bu inançlardan da uzaklaşan, mazoşist yanı yer yer de olsa şarkılarına sinmiş bir Cohen’le hep karşılaşılır.

Tüm bu varlıksal eğilimlerinin bir başka parçası olarak, tüm mistik algısına rağmen, aslında kendine özgü bir materyalist açı da ruhaniliğiyle birlikte şarkı-şiirlerinde at koşturur. Hiçbir inançsal ya da politik eğilimi onun varlıksal sorgusunun, iç çatışkılarının noktalanışı anlamına gelmez. Şarkılarından süzülen, ayıklanan en önemli konseptse hep biricik bireyselliğiyle, şiirlerinde alışılmış âşık tipine, şair-şarkıcı olarak da bir kahraman tipine ayak uyduramamasıdır. Bu yüzden toplumun hep uzağında, sınırlarında yaşamayı seçer. Aşkı da. Hem de kozmopolit bir metropolün içinde yaşasa da.

Şiir ile şarkının bu denli iç içe varolduğu, süzüldüğü en iyi örneklerin sahiplerinden biri olarak, Leonard Cohen’in dünyası ve felsefesi üzerine birkaç cümleyle yetinerek bu ustayı yazı içinde anmayı uygun bulduk. Kitapları, albümleri, tek tek şarkıları bu yazının temasını aştığından ayrıntılı örneklere girmiyoruz. Tek önemli saptama, Cohen’in şarkı sözlerinin –liriklerinin– de geniş ölçüde şiirleri ve şiir sorunsalına tam anlamıyla yaslandığını söylememiz bu şarkıcının bir değişim yaşamadığı anlamına gelmiyor. Ama, yapıtlarının ağırlıklı olarak özünü oluşturan varoluşsal sorgunun şarkıları içinde nasıl bir anlam ve sorgu katına ulaşabildiğinin nedenlerini, kaynaklarını sorgulamak istedik.

Hemen tüm önemli şarkıcı-şarkı yazarlarında yakalanması gereken bir noktadır bu. Modern şiirden, edebiyattan feyz aldığı hep açıktır. Ama sorunsalı biriciktir. Ve ilk dönemlerinden bu yana, her türden yapıtında bu sanatçının yerini teslim etmemiz gerekmektedir. Bu bölümü de, Cohen’in ilk albümünün ilk şarkısı olan, aynı zamanda kitaplarından birinde de şiir olarak yer aldığını anımsattığımız “Suzanne” şiirinden bir kesitle noktalıyoruz. Cohen’in dışında sayısız isim anılabilir. Hatta Türkiye’de de.

Ama, şair kimliği, şarkıcı kimliği kadar önemli Cohen benzeri bir ismi anmak zor. Ama, Dylan benzeri bir şarkıcı-şarkı yazarı tipindeyse rafine birkaç ismi örnek olarak verebiliriz. Özellikle de Bülent Ortaçgil ve Mazhar Alanson isimlerini. Özellikle Ortaçgil, lirikleri özgün şiire büyük ölçüde yaslanan bir ustadır. Ama, şair değil, şarkı yazarıdır. Bu konunun Türkiye boyutunu başka bir yazı olarak düşünmekte yarar var. Gelelim, son cümle olarak Cohen’in “Suzanne” şiirinin bir uzun kıtasına.

İsa bir denizciydi
Su üzerinde yürürken
Uzun zaman gözledi
Issız, ahşap kulesinden
Ne zaman ki anladı
Yalnızca boğulanların onu gördüğünü
Tüm insanlar denizci olacak dedi
Deniz onları bırakana dek
Ama kırgındı biraz,
Çok vardı gökyüzünün açılmasına
Yalnızdı, insandı neredeyse
Bir taş gibi battı, aklının dibinde
Gezmek istersin onunla
Gezmek, gözleri kapalı
Güvenebileceğini sanarsın
Kusursuz bedenine, aklıyla dokunduğu için.

(Şiiri çeviren: Burak Eldem)

Sesler, Denemeler ve Sözler…
Mehmet Güreli

Karışıyorum sokakta koşturan kalabalığa
Nedense kimsenin bir yere gittiği yok ama
Bob Dylan

Şarkı sözü denince en son ben gelirim aklıma… Nedeni çok basit, yıllarca şarkılarımı benden çıktığı gibi, olduğu gibi söylemeye çalıştığımdan. Hatta bu düşüncenin bana nerden esinlendiğini bile bilmiyorum. Yeni bir müziği keşfettiğimde öylece gider şarkılar bende. Hâlâ da öyledir. Bunun bir tavır ya da stil olduğunu da sanmıyorum. Oysa özünde müziğin kendisi önemlidir benim için; içinde de bildiğimiz, yakaladığımız, çözdüğümüz ya da anlayamadığımız duygular, düşünceler, korkular, kelebekler uçar.

Bir şarkıyı söylerken müziğin anlaşılmayan kelimelerle bir anlam taşıması fikri de, bana her zaman heyecan vermiştir. Bu biraz da dinleyenlerin kendi duygularını aramaları, sözlere koşullanmadan katılmalarını beklemek de sayılabilir. Bir şarkıcı-besteci için de bu çok zor, cesaret isteyen (bence) garip, hatta tuhaf bir yol gibi görünebilir. İşte bu yüzdenden de müzik, kendi yarattığımı düşündüğüm, sadece benim bildiğim varsayılan bir dilde ilerler, benle ve sanki sadece benim tekrarlayabildiğim şarkılar olarak albümlerde yer alır, sözlü şarkıların yanında onlara eşlik edecek birilerini boşuna bekler.
Ama diğer tarafta Suğra Öncü, Defne Sandalcı ve Görkem Yeltan, çok severek söylediğim şarkı sözleri yazmışlardır bestelerime. İşte bu da beni hayata döndüren ya da tuhaf yolumdan çeviren yolculuğumun başka bir yönüdür. Ve Ömer Hayyam tabii…

Bazen müzik önce gelir, sözler sonra. Bazen de ikisine birden ulaşılır. Bu konuda da kimse Bob Dylan’ın eline su dökemez. John Lennon, Dylan’dan sonra iyi şarkı sözünün ne demek olduğunu, nasıl yazılabileceğini herkesin öğrendiğini bile söylemiştir.

Şarkı sözü bir anlamda da dil sorunudur. “Astığı suratını kapının kenarındaki kavanozda saklıyor” (Wearing a face that she keeps in a jar by the door/ Eleanor Rigby) dizesinin anlamını kavramadan bu şarkıya nasıl ulaşılır? İşte bir kırılma noktası buradadır. Her şeye tam anlamıyla ulaşamama sorunu. Burada da müzik söz alır… Anladığımız şeyleri tekrarlarız, ezbere tekrarladıklarımızı da anlamış sayarız kendimizi. Bu yüzden de birçok beste herkesin kendi dilinde yeniden yorumlanır. Ama “Hey Jude” yalnız Paul’den dinlenir.

Hatta öyle şarkılar vardır ki; sözlerinden hiçbir şey anlamasanız bile sizi alır götürür, sizle konuşur, kimseyle paylaşamadığınız duygularınıza ortak olur, gizli sevinçlerinizi ortaya çıkarır. İşte belki de şarkının özü burada yatar. Kısaca müziği yaşamaktır bu. Ve zamanla şunu anlarız ki, iyi şarkılar ölmez ve biz onları iyice anlamasak da tekrar tekrar mırıldanmayı sürdürürüz; çünkü onlar bize her şeyi anlatmıştır zaten. Bu biraz da Eleanor Rigby’nin öldüğünü sessizce hissetmemizdir.

Jacques Brel’i, Georges Brassens’i ya da Leo Ferre’yi dinlemek için ille Fransızca mı bilmek gerekir, bence gerekmez. Oysa bilirseniz Baudelaire’e de biraz daha yaklaşmış olursunuz. Güzel şarkılar nereye giderseniz gidin ordadır.(1)
_________________________________________
(1) kitap-lık, Sayı: 75, Eylül 2004
http://www.sadikyalsizucanlar.net/en-son-okuduklarim/siir-muzik-ve-leonard-cohen.html




Hoşgeldiniz