Lem’i Atlı’nın Şarkılarındaki Aşkları… Reşit Ünal


Toplam Okunma: 7444 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 07:56
Kategori: Tarih ve Anılar

…Gür ve etkili bir sese sahip olan Lem’i Atlı kısa zamanda Boğaziçi Bülbülü sıfatı ile anılır olmuş. Kendisini dinleyenler “akan bir su şırıltısını, yahut şakıyan bir bülbül sesini andıran gırtlak nağmeleri ile okur” diyorlarmış. Lem’i Bey atalarının At yetiştirmesi nedeni ile Atlı soyadını almış ve 4 kez evlenmiştir… Garip bir tesadüf olarak Hocası Hacı Arif bey’in yaşadıklarına benzer olaylar içinde 300 civarında eser vermiştir. Aşklarını nağmeler ile anlatmıştır. Onu yakından tanıyanlar her şarkısının mutlaka bir güzel kadına ithaf edildiğini söyler… Bestecimizin ikinci hanımı aldatarak terkettiği kibar ve yumuşak tabiatlı Lem’i Bey’i bir süre sonra pek arar olmuş. Aracılar vasıtasıyla haber gönderip, tekrar kendisine dönmek ricasında bulunmuş… Lem’i Atlı ise yaşadığı durum üzerine ünlü şarkısını meydana getirmişti: “Bir kendi gibi zalimi sevmiş, yanıyormuş, Duydum ki şimdi beni vefasız anıyormuş”…

Lem’i Atlı’nın Şarkılarındaki Aşkları… Reşit Ünal

Yukarıdaki sunuş, Lem’i Atlı’nın Aşkları, biraz iddialı bir ifade gibi gelebilir, ancak Lem’i Atlı’yı bilenler bu ifadenin pek fazla iddialı olmadığını anlayacaklardır.

Hele kendisinin Hacı Arif Bey’in talebesi olduğunu söyler isem, herhalde okuyucular, başka söze gerek yok diyeceklerdir.

Gerçekten de Lem’i Atlı 1869 yılında doğmuş ve yaklaşık 15 yaşlarında iken Reşid Mümtaz Paşa aracılığı ile Hacı Arif Bey ile tanıştırılmış, ve bu Hoca-Talebe ilişkisi Hacı Arif Bey’in ölümüne kadar devam etmiştir. Bestekârlığa başlaması da gene Reşid Mümtaz Paşa’nın;

Hüsnüne etvârı nâzın şân senin
  Bende tâkât kalmadı fermân senin
İhtiyarım gitdi elden cân senin
  Bende tâkât kalmadı fermân senin

Hüsn: İyilik, güzellik
Etvar-ı naz: Nazlı davranışlar
İhtiyar: İrade

şeklindeki sözlerini Karcığar Makamından ve 1888 yılında besteleyerek olmuştur. Fakat bu sözleri Paşa’ya olan sevgisinden mi, yoksa yeni tutulduğu bir kızın aşkıyla mı besteledi bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz ki, Lem’i Atlı boşa beste yapmaz. Mutlaka bir gönül ilişkisi ile bu sözler kesişiyordur.
Dedikten sonra bir komşu kızı hikâyesi:

Lem’i Bey komşunun güzel mi güzel, alımlı mı alımlı kızına uzaktan âşık olmuş. Fakat o zamanların mâkus talihi mi desek, yoksa örf ve adetlerin zorlaması mı desek aşkını kıza anlatamamış. Komşunun kızı olduğundan sık sık evlerinin önünden geçmekte imiş bu güzel ve alımlı kız. Lem’i Bey’de kızın geçeceği saatlerde kapının önünde tesadüfen bulunuyormuş pozlarında kızı beklemekte imiş. Olaylar bu minval üzere devam etmiş.

Lem’i Bey dayanamayacak hallere gelmiş. Kara sevda dedikleri bu olsa gerek. Elden ayaktan kesilmiş, takati tükenmiş. Gene bir gün kız önünden geçerken yukarıdaki Güfteyi hatırlayarak aşkını bu şekilde kıza anlatmaya çalışmış. Yani anlayacağınız gibi alenen kıza laf atmış;

Hüsnüne etvârı nâzın şân senin
  Bende tâkat kalmadı fermân senin
  İhtiyarım gitti elden cân senin
  Bende tâkat kalmadı fermân senin

Daha sonra da eve girip bunu Karciğar makamından bir güzel bestelemiş. Ancak bu besteyi bu güzel ve alımlı kıza okudu mu, bu kız bu şarkının kendisi için yapıldığını biliyor mu, bu hikâye nasıl sona erdi bilmiyoruz.

Bunun arkasına Hicazkâr Makamında bir şarkı bestelemiştir.

Bu şarkının da güzel bir hikâyesi vardır. Bu hikâyeyi Lem’i Atlı’nın kendi ağzından dinleyelim:
O tarihlerde henüz 22 yaşında bir delikanlı idim. Devrin Nafıa Nazırı Mahmud Celaleddin Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısında yaz geceleri fasıl mûsikisi yapıyoruz. Paşa ne zaman bir şarkı güftesi hazırlatsa ertesi gün mutlaka bizi davet eder. Fakat yalıya gelinceye kadar sabredemediğinden, vapurun vükelaya ait olan yan kamarasına girer, hepimizi etrafına toplayarak şarkısını yüksek sesle okurdu.

Yine böyle bir akşamdı, köprüden kalkan vapurda Paşa ile karşıya geçtik.
“Gel, gel, Lem’i Bey” diyerek yanına çağırdı, hemen koştum, yan kamaraya yerleşince, Paşa cebinden bir kağıt çıkararak meşhur şarkısını okumaya başladı.

Pembelikte imtizâç etmiş tenin
  Sîme ya kâfûra benzer gerdenin
  Ben siyah pırlanta zannettim benin
  Görmedim cânânım emsalin senin

İmtizaç: Kaynaşma
  Sime: İşaret
  Kafur: Güzel koku

Herkes gibi o zamanlar benim de kulağıma çalınmıştı. Paşa’nın Cânân adındaki bir cariyesi ile fazlaca meşgul olduğu söyleniyordu. Bu şarkıyı işte besbelli ki Cânân’ı için yazmıştı. Güftenin okunması bitince yüzüme baktı,

“ Haydi Lem’i Bey göreyim seni; yarına kadar bu şarkıya güzel bir beste hazırla.” Dedi.

Temannayı basıp ayrıldım. Ertesi güne kadar kim sabreder. Doğruca Köprü Gazinosu’na. Bir elimde kahve fincanı, öteki elimde kağıt kalem. İki saate varmadan besteyi bitirdim. Akşam vapur dönüşü karşısına çıkıp, “Paşam, beste hazır.” Deyince şaşa kaldı. Hazırladığım besteyi yan kamarada ağır ağır geçtim. Ertesi sabah bir de ne bakayım. Paşa’nın ağası elinde pırlantalı bir altın sigara tabakası, harıl harıl beni arıyor. Aksi gibi elimde de on para yok. Tabakayı kuyumcunun birine götürüp beş altına sattım.

Tabii böyle iki tane güzel şarkıyı peş peşe yapınca şöhreti hemen yayılmaya başlamış. Gür ve etkili bir sese sahip olan Bestekâr kısa zamanda Boğaziçi Bülbülü sıfatı ile anılır olmuş. Kendisini dinleyenler “Akan bir su şırıltısını, yahut şakıyan bir bülbül sesini andıran gırtlak nağmeleri ile okur” diyorlarmış.

Lem’i Bey atalarının At yetiştirmesi nedeni ile Atlı soyadını almış ve 4 kez evlenmiştir. Fakat bu evliliklerinde mutlu olamamıştır. Her evliliğinden bahtsız ve mutsuz ayrılmış, içinde fırtınalar ile kendisini bestelerine vermiş, garip bir tesadüf olarak Hocasının yaşadıklarına benzer olaylar içinde 300 civarında eser vermiştir. Tüm şarkılarını sevdiği, âşık olduğu, kalbini kaptırdığı kadınlara yapmıştır. Aşkını nağmeler ile anlatmıştır. Bazı şarkılarında şarkının sözleri ile, bazı şarkılarında akrostiş özelliklerinden istifade ederek bestelerini yapmıştır.

Onu yakından tanıyanlar her şarkısının mutlaka bir güzel kadına ithaf edildiğini söyler. Hatta bu yüzden bir mecliste iki kadın arasında şiddetli bir münakaşa olmuş, her iki kadın da üstadın meşhur bir şarkısını kendine mal ederek saç saça, baş başa gelecek bir hale düşmüşlerdi. Anlaşılıyor ki merhum iki kadına da ayrı ayrı zamanlarda bu şarkıyı sana yaptım diyerek kadınların gönüllerini çelmek istemiş. Acemi hırsız desem, pek de acemi değil rahmetli, fakat ay erkenden doğar misali, kadınlar sosyeteye mensup olduklarından, ve sosyetenin bir toplantısında karşılaşınca, sözde Lem’i Bey’den açıldı ise, artık gerisini siz düşünün. Mutlaka bu işten zararlı çıkan gene Bestekârımız olmuştur. Bu kısacık hikayeden de anlaşıldığı gibi, Bestekârımız âşık olmadan yapamıyor, hatta bazen işin dozunu kaçırıp, yukarıda ki durumlara düşüyormuş. Sanırım o sıralar İlham Perisi ile arası biraz açıkmış Üstadın. Yoksa ikisine de ayrı ayrı birer beste yapar konuyu kökünden hallederdi.

Severim her güzeli senden eserdir diyerek
  Koklarım goncaları sen gibi terdir diyerek
  Çekerim sineye her cevri kaderdir diyerek
Yanarım ömrüme vallahi hederdir diyerek

Cevr: Haksızlık, eziyet

Daha önce Bestekârımızın başından 4 evlilik geçtiğini söylemiş idik. Bunu hatırlatıp, bir de bu şekilde aksiliklere sebebiyet veren diğer sevdaları da eklersek, Üstadın, Hocası Hacı Arif Bey’i çok gerilerde bıraktığını söyleyebiliriz. Bunu söylerken de pek fazla mübalağa yapmış olmayız herhalde.

Burada Lem’i Atlı’yı sanki çok şıpsevdi veya hovarda biri gibi tanıttık, ancak işin aslı tabii ki böyle değildir. Burada Sayın Turan İnam Bey’in Anılarına bir göz atmamız gerekir. Mızrap Dergisi’nin Kasım 1985 Tarihli 38. sayısında;

“Bestecinin talihsizliği pek küçük yaşta iken anne ve babasını kaybetmekle başlamış. Hayatı ızdırablarla geçen Lem’i Bey üç defa evlenmiş, üçünde de aldatılmış. İkinci karısını pek sevmiş, işte o harika Kürdilihicazkar şarkısını, kendisini terkeden ve başka bir adama kaçan güzel karısının çektirdiği eziyet üzerine yapmış.

Aradan geçen 5-6 ay içinde kaçtığı adamdan çok acı çeken, her akşam içerek yaptığı zalimliklere daynamıyacak hale gelen bestecimizin ikinci hanımı, hassas, kibar ve yumuşak tabiatlı Lem’i Bey’i pek arar olmuş. Aracılar vasıtasıyla haber gönderip, tekrar kendisine dönmek isteğini ve bu zalim adamdan kurtarması ricasında bulunmuş.

Lem’i Atlı’nın cevabı, işte o meşhur şarkısının sözleri ve her hecesindeki hüzün dolu melodiler olmuş. Bilhassa “Zalim” kelimesini belirterek harika şarkısını meydana getirmiş.

Bir kendi gibi zalimi sevmiş, yanıyormuş,
  Duydum ki şimdi beni vefasız anıyormuş
  Kalbim gibi feryâd ediyor, sızlanıyormuş
  Duydum ki şimdi beni vefasız anıyormuş

Burada ufak bir çelişki var dikkat ederseniz. Kimi kaynaklarda Lem’i Bey 3 kez evlenmiş, kimi kaynaklarda ise 4 kez. Sanırım doğrusu 4 kez evlendiğidir. Ancak gönül maceraları çok daha fazladır. Siz deyin 14, ben diyeyim 44 macera.

Üstad hayatının son zamanlarında piyasada ismi çok iyi bilinen bir hanım sanatçıya aşık olmuş. Başka lisanı olmadığından, oturmuş Kürdilihicazkâr Makamından

Nazlandı bülbül güller sarardı
  Zar-ı perişan titreşti kalpler
  Öttükçe bülbül gözler karardı
  Her nağmesinde ateş mi vardı
  Titrer figanlar canlar yakardı

Zar-ı perişan: perişanlıkla inleyen
  Figanlar: inleme

Şarkısını hazırlamış. Şarkının sözlerinin ilk harfleri de eski yazı ile sevdiği sanatçının adını Akrostiş olarak göstermekte imiş. Artık Sanatçı bu sözleri okuyunca ne düşündü, Bestekârımıza karşılık verdi mi bilmiyoruz. Ama bütün İstanbul Lem’i Bey’in yeni aşkından haberdar olmuş.

Son olarak da bir şarkısından daha bahsetmek istiyorum. Bu şarkının hikâyesini Vecdi Bingöl anlatmış.

Bildiğiniz gibi, eski zamanların en büyük eğlencelerinden biri de Paşaların veya yüksek görevlerde çalışan erkânın köşklerinde veya yalılarında yapılan ziyafetlerdir. Bu ziyafetlere o devrin ünlü musikişinasları, sazendeler, hanendeler çağrılır, davetli erkân ile birlikte yemekler yenilir, sohbetler edilir, daha sonra da fasıl başlar idi.

Gene böyle bir ziyafet için Hasan Paşazade Said Paşa, Boğaz’da Vaniköyü’ndeki yalısına o devrin ünlü müzisyenlerini ve arkadaşlarını çağırır. Gece alışıldığı üzere önce hafif bir yemek ile başlamış, sonra arkasından fasıla geçilmiştir. Katılanlar tüm marifetlerini dökmüşler, eğlenmişlerdir. O devirlerde bu gibi ziyafetlerden sonra ziyafete katılanlar eğer çok uzakta oturuyorlar ise o geceyi o konak veya yalıda geçirirlerdi. Bu gece de böyle oldu. Lem’i Bey ile, gene o devrin ünlü bestekar ve sazendelerinden Leon Hanciyan birlikte aynı odada gecelemişler. Gecenin bir yarısında Lem’i Bey rüyasında Vatan Şairi Namık Kemal’i görmüş. Namık Kemal önce Lem’i Bey’e iltifatlarda bulunmuş. Sonra da daha önce Manyasizade’nin bestelediği

Zevkin ne ise söyle hicâp eyleme benden
  Zannım seni yâ bâde mutrıbdır eden şen
  Çoktan beri mu’tâdın iken sohbet-i gülşen
  Hiç bu kadar arz-ı meşât eylemedin sen
  Gel bir daha gül handene kurbân olayım ben

Hicap: Utanma
  Mutrıb: Saz veya ses topluluğu
  Mu’tad: alışılmış
  Sohbet-i gülşen: Gül bahçesi sohbeti
  Arz-ı meşat: İstek
  Hande: Gülüş

Güfteli şarkısını pek sevmediğini, bu şiirin bir de Lem’i Bey tarafından bestelenmesini arzu ettiğini söyler. Ter içinde uyanan Lem’i Bey Namık Kemal’in bu isteğinden çok mutlu olur. Hemen o anda, gecenin o saatinde bu güfteyi Nihavend makamından besteler. Fakat besteyi bitirmiştir de heyecanı gitmemiştir. Hemen Leon Hanciyan’ı uyandırır. Olayı anlatır. Yeni bestelediği Nihavend şarkıyı oracıkta okur. Leon Bey iyi bir notistir. Hemen Hamparsum notası ile eseri bir kâğıda yazar. O gece ki Said Paşa’nın bu ziyafeti oldukça verimli geçmiştir.

Bu arada hemen şimdi aklıma gelen bir hikâye daha var, onu da mutlaka anlatmalıyım. Bu hikâye de gene Sayın Turan İnam’dan alınmıştır.

Lem’i Bey Büyük Zaferden sonra İzmir’de Deniz Ticaret Müdürlüğünde işe başlamıştır. O tarihlerde İzmir San’at çevresi de bayağı hareketli imiş. Dr. Şükrü Şenozan, Rakım Elkutlu gibi zamanın birçok üstadı da İzmir de bulunuyormuş o zamanlar. Bunlarla birlikte kalabalık bir san’at sever gurup hemen her akşam bir evde toplanır, bir taraftan kendi elleri ile hazırladıkları çilingir sofralarında, terbiye ve nezaket kuralları içinde içerlerken, diğer yandan saz ve söz alemleri yaparlar, gecelerin geç saatlere kadar bu toplantılar sürermiş. Bunun neticesi olarak da Lem’i Bey sabah erken uyanamaz ve çoğu zaman işe geç gelirmiş.

Lem’i Bey’in amiri de bu toplantılara katılma arzusu duymuş, pek çok defalar isteğini dile getirmişse de, Lem’i Bey ve arkadaşları tarafından nazik bir tavırla reddedilmiş. Bu guruba uygun olmadığı düşünülmekteymiş. Nitekim guruba dahil olamamasının verdiği hiddetle hemen her sabah işe geç gelen üstada kin bağlamış.

Gene bir sabah Lem’i Bey işe geç gelir. Masasına tam oturacağı sırada bir yazı gözüne çarpar. Bu Daire Amirinin yazılı ve imzalı bir talimatıdır. Talimat aynen şöyledir.

“Lem’i Bey har sabah İzmir’in çöplerini açık denize dökecek olan çöp mavnalarına binecek ve çöplerin tespit edilen mahalde denize dökülmesine nezaret edecektir.” Üstat emri okur. Musiki çevresinde değerli bir insan olduğu kadar, terbiye ve nezaket kurallarını da içine sindirmiş bir kimse olduğundan, derhal yerinden kalkar, harekete hazır çöp mavnalarından birine atlar ve denize açılır.
İzmir’in yazı… sıcağı… malum. Bir yandan bu sıcak, diğer yandan çöplerden çıkan dayanılmaz pis kokular… üstadı perişan eder. Yanında daima bulundurduğu kağıdını, kalemini alır, bu haleti ruhiye içinde, çektiği üzüntü ve sıkıntıları dile getiren şu dörtlüğü meydana getirir.

Sine-i sûzânıma, âhım yeter
  Pek perişan oldum, Allahım yeter
  Ye’sime feryâdı cangâhım yeter
  Pek perişan oldum, Allahım yeter

Sine-i suzan: yakıcı göğüs
  Ye’s: keder
  Cangah: can evi

Evet bu dörtlük daha sonra Hicaz Makamında ve Curcuna usulünde bir şarkı olur.
Ertesi gün durum İzmir Valisi bulunan Kazım Dirik Paşa’nın kulağına gider. Paşa bu olaya çok üzülür. Böyle büyük bir besteci, aynı zamanda kibar, nazik ve terbiyeli bir insana yapılan bu haksızlık ve yersiz davranışa tahammül edemez. Hemen Deniz Ticaret Müdürlüğüne gelir. Lem’i Bey aldığı emir üzerine o sabahki görevini yerine getirmek için mavnalardan birine binmek üzeredir. Paşa’nın Lem’i Bey’e gösterdiği sevgi ve saygıyı gören Müdür telaşa kapılır, şaşkına döner, utanır. Nihayet yaptığı hatayı süratle düzeltme yoluna gider. O da Üstada Paşa’nın gösterdiği sevgi ve saygıyı aynen göstermek suretiyle yaptığı büyük ayıbını örtme yolunda çaba sarf eder.

Paşa gittikten sonra Büyük Besteciye daha güzel bir masa, daha uygun bir iş ve daha yakın ve sıcak ilgi göstererek gönlünü alır, kendini affettirir.

Hayatı baştan sona aşklarla, gönül ilişkileri ile geçmiş. Bu kadar gönül çırpıntılarına demir koysan dayanmaz. Üstadın kalbi de dayanamamış. 25 Kasım 1945 günü yorgun ve mutsuz kalp son bir çırpınışın ardından duruvermiş.

Arkasında pek çok gözü yaşlı kadın ile bir o kadar da eser bırakmıştır. Bir o kadar da derken biraz abarttım ama, 300 kadar olduğu bilinen eserlerinin bazıları, bilinmeyen aşkları gibi kaybolmuştur. Bestelendiği meyhanenin anason kokulu masalarında, yazıldığı kağıtlarla birlikte, kim bilir hangi rüzgarların eşliğinde fısıldamaktadır aşklarını İstanbul’un büyülü atmosferine.

2004 yılı sonunda bu bölüm yukarıdaki gibi bitiyordu. Bu sıralarda elime bir kitap geçti. 2001 yılında basılmış bir kitap. Yazarı Fırat KIZILTUĞ. Kitabın adı “DİLDESTE” Bu kitap şu anda okuduğunuz kitap ile benzeşiyor. Bu kitapta da bazı hikayeler anlatılmış. Anlatılan hikayeler şarkılar üzerine. Yani aşağı yukarı aynı anlamda bir kitap. Sayın Fırat Kızıltuğ, kitabının “Dildeste Hakkında” isimli bölümünde bakın şöyle demiş:

“Musikimiz için çok az kaynak vardır. Dildeste’yi yazarken, işte bu kaynak yokluğundan doğan bu boşluğa –hiç olmazsa- hakikate yakın hikayeler düzenleyerek, okuyucuları bağlamayı düşündük.
Aynı zamanda “Türk Musikisinin Romanı”nı dile getirmeye çalıştık.
Seçtiğimiz mekanlar hakkında bulabildiğimiz kaynakları taradık.
Bestekarların eserlerini inceleyerek, melodi ve makam analizi yoluyla, bestekarın halet-i ruhiyesini tahayyül etmeye çalıştık.
Osmanlı dönemi saray, tekke, konak, ev hayatını inceledik. Şairlerin isimlerini, bestelenen mısraların alındığı, edebi ürünlerin tamamını araştırdık. Bu metinleri ilk kaynaklarından elde etmeye çalıştık.
Türk Edebiyatı Dergisi yönetimiyle, çok kıymetli yazar ve fikir adamı dostlarımızdan gördüğümüz teşvik ve yardım, şevkimizi kamçıladı. Sonuçta müstakil hikayeleri sıraya koyduk. Ortaya Dildeste çıktı. Okuyucularımızın bir hususta dikkatini çekmek isterim. Kitabımızdaki parçalar, kaynaklardaki bilgilere çok yakındır. Olayların çoğu hakikattir. Fakat eser belgesel değildir. Kaynak değildir. Daha çok hayalidir. Ama hakikate çok yakın olan hayalilik.
Bu türde bir eserin daha önce yazıldığını sanmıyorum. Yalnız sanatçılarla ilgili romanlar, batı edebiyatında vardır. Yukarıda bu eserin kaynak olmadığını beyan etmiştim. Meraklılar yine de araştırırlarsa, konu sıralamasının, belgelere dayandığını göreceklerdir.”

Şimdi bu kitapta bulunan ve konumuzu ilgilendiren bölüme geçmeden kısa bir iki cümle yazmak istiyorum. Sayın Fırat Kızıltuğ haklı. Bu konuda Dildeste’den önce yazılmış bir kitap yoktur. Ankara Radyosu’nda Rahmetli Ruşen Kam’ın bu konuda bazı yazıları Radyo Dergisinde basılmıştır. Ancak bunlar yaptığı bir programın notlarıdır. Bir de Hayat Dergisinde buna benzer bir çalışmadan söz ediliyor. Ancak buna da ulaşamadım. Kitap anlamında bu yazılan ilk eserdir. İçeriği ve tarzı biraz farklı olmakla beraber, benim yazdığım ve şu anda okumakta olduğunuz da bu durumda ikinci kitap olmaktadır.

Gelelim konumuza. Lem’i Atlı’nın hikayelerini okudunuz. Her eserini bir aşkına bestelemiştir. (Bu, her eserin bir aşkına bestelenmesi, en azından şu ana kadar okuduklarınıza dayanılarak söylenebilir.) Dildeste’de “Andıkça Geçen Günleri” bölümünde anlatılanlar daha çok kendisi ile ilgili bazı hatıralardır. Ancak yaşadığı aşklar ile gündemimize oturan Lem’i Atlı ile ilgili bunları yazmaz isem kendisine çok haksızlık olurdu. Dildeste’nin bu bölümünü önce anlatmayı düşündüm. İşte Lem’i Atlı’nın bir akrabası varmış. Başından şunlar geçmiş gibi… Fakat Düşündüm ki benim yavan anlatımımla bu hikaye hiçbir şeye benzemeyecek. Yok Ezel Hanım şunu yapmış, Kevser güzel ud çalarmış gibi cümlelerimle hikayeyi de berbat bir şekle sokacağım.

Bunun için Sayın Fırat Kızıltuğ’un hoş görüsüne sığınarak ve bir harfine bile dokunmadan hikayesini aşağıya aktarıyorum. Bu şekilde bizim eserimiz de tam anlamıyla Belgesel bir eser olacaktır.

Andıkça Geçen Günleri…

“Andıkça geçen günleri hasretle derinden,
  Vîran oluyor gönlüm ilâhi, kederinden
  Bak, yâreledin kalbimi en ince yerinden;
  Vîran oluyor gönlüm ilâhi, kederinden

Ezel Hanım, Harbiye’deki evden çıkar, acele olmayan adımlarla, Notre_Dame de Sion’un önünden geçer, okulun pencerelerine, kapısına göz gezdirirdi bir şeyler arar gibi… Çocukluğunun bir kısmı, lise hayatı, bu okulda geçmişti… Feride’nin de okuduğu yerdi. Okunmaya doyum olmayan kitap gibiydi. Sayfaları, hatıra yüklü, satırları sevda, hicran, sevinç, mutluluk… Bu okul bir bitmeyen şiir gibiydi. “Annabel Lee”ydi. “Vuslat”tı. “Otuz Beş Yaş”ın çağrıştırdığı sonsuz dünya idi.
Dame de Sion’u geçer geçmez, “Şan Sineması”na rastladı. Operetler, konserler, Münir Bey’in Pazar konserleri. Ezel Hanım’ı duygulandıran sebeplerden biri de mevsimdi. Kırkikindilerin sonu, Mayıs başları… İnsanın kuş olup uçası, yağmur olup yağası gelir. Leylâklar bir başka kokulu olur. Karanfiller, şebboylar, gelin çiçekleri. Hele ağaçlardaki yapraklar? Yumuşak yeşil, sarı yeşil, taptaze genç yeşil, filiz filiz ışıldar. Alıp canına sokası gelir insanın.

Ezel Hanım, Elmadağ kavşağını geçti ve meydana girdi. Her sabah kendisini görmeye alışık olan çiçekçi kızlar: “Abla, abla! Diye seslendiler. Bir kucak çiçek alırdı her sabah. Hepsinden alırdı. Kızlara acırdı. Kara kızlardan biri: “Abla sana göre bir demetim var” diyerek bir buket uzattı. “Ne bu?” diye sordu. Kara kız: “Ağlayan Gelin” O güne kadar duymamıştı. Çiçekleri de çok iyi tanırdı. Buketi aldı, baktı. Tanımadığı bir cinsti. Ama çok güzeldiler. Sordu: “Bunun neresi ağlıyor ki, böyle isim almış? Kara kız buketi aldı. Taçları baş aşağı çevirdi. Parmağını dokundurdu, tomurcuk dibinden aldığı su damlasını gösterdi. “Bak abla, hepsinin göz yaşı var. Hem gelinler ağlaya ağlaya gitmezler mi?

Ezel Hanım sarsılmıştı. Kara kız ona bir hayat destânı anlatmıştı. Çiçeklerini kollarıyla sararak Sıraselviler’de müdür yardımcısı olduğu okula geldi. Çiçeklerini yerleştirdi. Masasına oturdu.
Günlük işler başladı. Öğle tatilinde yemekhaneye indi. Müdire Hanım ve Müzik öğretmeni ile aynı masada yemek yerlerdi. Sabahki olayı anlatmaya başladı. “Ağlayan Gelin”i, “Kara Kız”ı hikaye etti. Müzik Öğretmenine:

- Hocam çoktandır bize bir şeyler çalmadınız. Bugün öyle ihtiyaç duyuyorum ki musikiye.
Müzik öğretmeni iyi günündeydi. Okulda yalnız piyano vardı. Müzik salonuna geçtiler. Piyanoda çalınabilecek makamlardan “Sultan-ı Yegah”ı seçti. Bu makamdan çok güzel peşrevler, şarkılar yapmış eski üstatlar. Müzik öğretmeni bunları sıralamaya başladı.

Al sazını sen sevdiceğim, şen hevesinle
  Çal, söyle benim şarkımı sevdâlı sesinle
  Ben dinleyeyim, ağlayayım gizlice böyle
  Çal, söyle benim şarkımı sevdâlı sesinle

Ezel Hanım, iyi bir amatördü. Müdire Hanım’da şarkıya katılmıştı. O daha tecrübeli idi. Hatta Yürük Semai usulünü vurarak şarkıyı okudu. Bu da eğitim gördüğünün işaretiydi. Burada bir muammada müzik öğretmeninin durumuydu. Oldukça sert bir hocaydı. Müziği çok iyi öğretirdi. Yalnız Batı Müziği’nden başkasını çalmaz, çaldırmazdı. Bugün bu Türk Müziği lütûfların en doyulmazıydı. Hoca arkadaşlarının neş’esine kapıldı. Aranağme çalmadan Lem’i Bey’in “Andıkça geçen günleri…” şarkısına girdi. Daha şarkının ilk mısraı tamamlanmadan Ezel Hanım fırlayıp odadan çıktı. Gözleri yaşlı ve heyecanlı görünüyordu. Bir şey daha âyân-beyandı. Duyduğu şarkı sebep olmuştu bunlara. Bazı hassas bünyeler böyledir işte. Halbuki hayat, ne romandır, ne şarkı… Gel de gönül çekenlere anlat. Mühr-ü Süleyman basılmış Menşur getirsen dinlemez.
Neyse Müzik hocası da durdu. Sihir bozulmuştu. Zaten yemek tatili de bitmek üzereydi.

********

Aradan hayli yıl geçti. O özel ilkokul, el değiştirdi. Sonra bütün bütün kapandı. Bizim muallim bey, Türk Müziği’ne kendini adamakıllı kaptırdı. Artık bu milli sanatın sanatkarları arasına girmişti. her şeyi öğrenmek istiyor, bu konuyla ilgili her hususu merak ediyordu. Bilinenin aksine musikimiz pek çok sanat ve ilimle beraber mütalaa edilmeliydi. İşte bizim hocanın karşısında dağlar gibi dikilen meselenin can alıcı noktası da bu idi.

********

Hocamız her ne kadar musiki sanatkarı olmuş ise de, ilk göz ağrısı mesleğinden vaz geçemiyor, hocalığı, özel dersler vererek sürdürüyordu. Kalamış Dalyan’da bir öğrencisi vardı. Çok kabiliyetli ve çalışkan bir çocuktu. Evleri de deniz kenarındaydı. Marmara’yı seyrederek ders yapmak çok hoştu. “Uyuyan Marmara”yı hatırdan geçirmek, adalara bakarak “yine bu yıl ada sensiz”i düşünmek, şarkıları hayalde uyandırdığı görüntülerin içinde canlıymışcasına yaşamak, hazzedenler için eşi bulunmaz anlardır. Hatta böyle kişileri hayal dünyalarından ayırırsanız perişan olurlar.

Dalyan dersleri hoca için çok güzel anlardı.
Bu derslerden birinden dönerken, hocanın yanında bir gri otomobil durdu. İçinden, kumral bir tanıdık baş, dal-beden bir Kafkas endâmı seslendi.
- Muallim bey, muallim bey!…
Seslenen yıllar önce (…)okulundaki Müdür muavini Ezel Hanımdı. Hoca durdu, el sıkıştılar.
- Ben sizi yıllardır arıyorum. Size verilecek bir emanetim var.
Çantasından kartını çıkardı.
- Lütfen beni arayın. Müsait olduğunuzda kahve içmeye bekliyorum.
Ayrıldılar.
Üç hafta sonra iki arkadaş, Göztepe’de leylakların salkımların süslediği bahçede oturuyorlar, dereden, tepeden konuşuyorlardı. Çaylar içildi, bisküviler, kekler yenildi ve Hoca ayrılmak istedi. Ezel Hanım:
- Bir dakika hocam.
Diyerek eve girdi. Dönüşünde itina ile sarılmış bir paketle döndü. Kitaba benziyordu.
- Hocam, bunu size emanet etmeyi münasip gördüm. Lütfen kabul edin.
Hoca paketi aldı ve ayrıldı. Paketin muhtevasını çok merak ediyor, bir an evvel açmak için tenha yer arıyordu. Kendini vapura zor attı. Sessiz bir köşe buldu. Aceleyle paketi çözdü. Önce bir tomar nota çıktı. Eski harflerle basılmıştı. Şamlı İskender’in neşrettiği müntehebat serisi. Fakat bütün eserler Lem’i Bey’e aitti. Bir de deri kapaklı ve küçük kilidi olan hatıra defteri…
Hoca “en iyisi evde bakayım, burada olmayacak” diye düşündü ve paketi toparladı…
Muallim bey eve varır varmaz paketi açtı. Onu en çok defter ilgilendiriyordu. Defterin kapağı ile ilk yaprağının arasında dörde katlanmış bir kağıt vardı, açtı. Yazı Ezel Hanım’ındı:
“Muallim Bey,
Bu defterin sahibi Kevser, yetim bir akraba kızıydı. Bizim köşkte büyüdü. Beraber okuduk, gezdik, yaşadık. Musikiye çok kabiliyetliydi. Sesi çok güzeldi. Babam, Bedriye Hanım’dan ders aldırdı. Çok güzel ud çalmasını da öğrendi. Lem’i Bey’e biz aile arasında Lem’i Dayı derdik. Akrabamızdı. Bize çok sık uğrar, yatıya kalırdı.
Veranda’da akşam yemeklerinden sonra, Kevser udunu alır, Lem’i Dayım ve biz musiki icra ederdik. O zamanın bestelerini eski kıymetli eserleri. En çok da Lem’i Dayımın eserlerini okurduk.
Gramafondan ezberlediğimiz şarkıların, bestekarına yakın olmak bizim için tabii bir olay ise de, yıllar sonra o demlerin kıymeti daha büyük ve heyecan verici oldu.
Kevser, Onuncu Yıl’a varmadan genç yaşta Validebağı’ndaki prevantoryumda vefat etti. Son zamanlarında dilinden şu şarkıyı düşürmezdi:

Andıkça geçen günleri hasretle derinden
  Vîran oluyor gönlüm ilâhi, kederinden
  Bak, yâreledin kalbimi en ince yerinden;
  Vîran oluyor gönlüm ilâh,i kederinden

Kevser, defterinin ve notalarının bana emanet edilmesini istemiş. Ben bu güne kadar sakladım. Fakat yurtdışına gidiyorum. Gidip gelmemek var. En iyisi sizde kalsın. Allaha ısmarladık. Ezel.

********

Kevser, daha on yedisinde udunu iyi çalan, musikiye hakim, kusursuz okuyuşu olan, son derece hassas bir kız imiş. Defterin her satırı bu sonucu çıkarmamızı sağlıyor. Lem’i Bey’i de musiki ve sevdasıyla özdeşleştirmiş. Neredeyse nefes alışı, yaşaması, okuması, yazması bu büyük –tabii kendince- sevdanın çevrelediği bir hayat biçimi şekline dönüşmüş. Defterine her şeyi kaydetmiş. Yayınlanan plaklar, güfteler, gazete haberleri, konserler…

Kevser, büyük bir kıskançlık duyarak takip etmiş büyük dahiyi. Kimseye sezdirmemesi için sarf ettiği geyreti düşünmek bile zor. Bilhassa Lem’i Bey’in (M… ) Hanıma olan ezeli bağlılığı Kevser’i adeta bitirmiş. Şarkıların ikisi hakkında defterde şunlar yazılıydı:

Bir kendi gibi zâlimi sevmiş yanıyormuş
  Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş
  Kalbim gibi feryâd ediyor sızlanıyormuş
  Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş

“Siz, zâliminizin, başka bir zâlimi sevdiğini, yandığını terennüm ediyorsunuz. Ama ben, o zâlime bağlanan size bu sıfatı veremem. Zâlim diyemem. Size olan sevdamı bilmiyorsunuz bile. Bana kızınız değil, torununuz gibi davranıyorsunuz. Elbette haklısınız.

Ben size duygularımı açıklayabilir miyim? Siz böyle bir şeye ihtimal verebilir misiniz? Sizin için “çok sık aşık olur” diyorlar. Ben inanmıyorum. Siz bir kere sevmişsiniz. Sanatınızı, bestelerinizi ona hasretmişsiniz. Arada sevdiklerinizi, hatta evlendiğiniz hanımları bile ona benzeyenlerden seçmişsiniz.

Duydum ki beni vefâsız anıyormuş

diyorsunuz. Siz kendinizi teselli etmek için bu mısrayı tertibetmiş, bestelemişsiniz. Ah! Elimde olsa da bütün bunları düzeltebilsem. Tanrım! Neden bu kadar güçsüzüm?
Şarkınızın meyanında gerçekten feryâd ediyorsunuz, haykırıyorsunuz. Bu şarkı Dünya durdukça haykıracak. İnleyecek. Yalnız, sizi değil beni dile getirecek. Belki de gizli bir güç benim duygularımı size söyletti.

Kalbim gibi feryâd ediyor sızlanıyormuş

diyorsunuz. Şarkıya fevkalade uyan bu mısradaki “sızlanmak” ne zayıf ifade. Kerem misali gönül çeken, sızlanmanın ötesinde, ateşlerde yanar, kavrulur. Mecnun gibi çölleri, Ferhat gibi kayaları, dağları mekân tutar. Şifasız, çaresiz dertlerin feryadı hiç sadece “sızlanmak” olur mu efendim?
Kevser’in defterinde güftesi “Rıza Tevfik”e ait olan şarkı ile ilgili kısım da hayli ilgi çekici idi. Şiirin tamamını yazmış dertli kızcağız.

HUMMA-YI AŞK

Hastayım, yalnızım, seni yanımda
  Sanıp da bahtiyar ölmek isterim
  Mahmûr-ı hülyayım; câm-ı lebinden
  Kanıp da bahtiyâr ölmek isterim

Bir olmaz emelin düştüm peşine
  Vuruldum hüsnünün şen güneşine
  Elâ gözlerinin aşk ateşine
  Yanıp da bahtiyâr ölmek isterim

Tâlin kahrı var her hevesimde
  Boğulmuş figanlar titrer sesimde
  O Nazlı ismini son nefesimde
  Anıp da bahtiyar ölmek isterim

Şarkınızı radyoda, hem de o hanım okudu. Siz onu ölümsüzleştiriyorsunuz. O ne yapıyor? Sabahlara kadar Beyoğlu’nda Kemanisiyle vur patlasın, çal oynasın.
Hakikaten hastayım, yapayalnızım. Benim durumum tabiî. Ümitsiz dertlere bağlananlar sonunda bünye olarak zarar görür. Sürekli yattığım ve istirahat etmek zorunda olduğum için o güzel bestelerinizi çalıp söyleyemiyorum.
Sadece dinleyebiliyorum. Ama o hanımdan dinlemek beni fena yapıyor. Ne buldunuz o şekilsiz, dışa dönük tipte? O sadece şarkıcı, sıradan bir şarkıcı. Şarkılarınızı icra etmiyor, canına okuyor. Onun maksadı şöhret… “Bu şarkı bana yapıldı” deyip hava atmak. Sizin hassasiyetinizi, inceliğinizi, derinliğinizi anlaması mümkün değil.

Defterin yazılı kısmının sonunda yine Lem’i Bey’in Sultanı Yegah şarkısının sözleri yazılıydı. Bu sefer hiçbir yorum ve açıklama yapılmamıştı. Müteakip sayfalarda boştu…

Şimdi bu satırları okuduktan sonra tarihin akışının değiştiğini hissetmektesiniz sanırım. Şimdiye kadar biz Lem’i Atlı’yı her gördüğü güzele aşık olan, sık sık evlenen, hercai birisi sanıyorduk. Oysa Lem’i Bey İsminin baş harfi M… olan bir Türk Musikisi solistine aşık olmuş ve diğer bütün güzellerde O’nu aramış.
Fakat sonuçta bu aşkını İstanbul’un büyülü atmosferine fısıldadığı iddiası gördüğünüz gibi gerçektir.

Şimdi Lem’i Atlı’nın aşklarını bitirdik. Kısa bir ilave yaparak bu bölümü bitirelim.

Son günlerde internette Yasaklı bir Şarkı’dan bahsediliyor. Lem’i Atlı’nın Uşşak makamındaki bir şarkısı bu. Şarkının hikayesini Beşir Ayvazoğlu 2002 de şöyle yazmış:

“…Fırat Bey(Kızıltuğ) ile Geçenlerde Türk Edebiyatı Vakfı’nda karşılaştık, söz dönüp dolaştı ve nasılsa –galiba Demokrat Parti’nin kuruluş yıldönümü olduğu için– merhum Adnan Menderes`in Türk Musikisiyle ilişkisine geldi. Ve tabii Lem’i Atlı`nın meşhur Uşşak şarkısının nasıl yasaklandığına ve daha sonra bu yasağın Menderes tarafından nasıl kaldırıldığına… Şarkının sözleri şöyledir:

Bu imtidâd-ı cevre kim bahtın şitâbı var
Mihnet-medar olan feleğe intisâbı var
Eyler nesim-i subhu bize gird-bâd-ı gam
Bu ruzgar-ı bi-mededin inkilâbı var

Fırat Bey, bu şarkıyı ilk defa 1950`lerin başında radyoda Alaaddin Yavaşça`dan dinleyince şaşırdığını söyledi. Çünkü babasından bu şarkının yasak olduğuna dair bir rivayet duymuş.

`Oğlum, demiş babası, Lem`i Atlı`nın şarkısını Ziya Hurşit idam sephasında söylemiş.

Atatürk`e bundan bahsetmişler, üzülmüş ve şarkıyı yasaklamış. O günden beri yasak!`

Alaaddin Yavaşca bu hadiseyi yıllar önce biraz farklı anlatmıştı. Çok etkilenmiş ve duygularımı galiba yine bu köşede okuyucularımla paylaşmıştım. Merhum Adnan Menderes`in nezaketi, ahlakı ve karakteri hakkında da önemli ipuçları taşıdığı için aynı hikayeyi izninizle bir daha anlatmak istiyorum:

Yıl 1952 veya 1953. Halk Partisi`nden bir hanım milletvekili Demokrat Parti`ye geçmek istemektedir; TBMM kürsüsünde etkileyici konuşmalarıyla tanınan, aktif, becerikli bir hanım… Bunun için vaktiyle babasının yakın dostlarından olan Refik Koraltan`a aracı olması için ricada bulunur. Ve Ziraat Bankası Genel Müdürü Midhat Dülger`in Kalender`deki büyük evinde yemekli bir toplantı düzenlenir. Refik Koraltan, bu toplantıda eşi Mukbile Hanım`ın akrabalarından Alaaddin Yavaşca`nın da küçük bir konser vermesini istemiştir. Ve toplantı günü gelir çatar. Uzun yemek masasının etrafında kimler yoktur ki! Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, yani dört kurucu ve önde gelen bakanlar, milletvekilleri…

Sıra musikiye gelmiştir. Alaaddin Yavaşca, birkaç eser okuduktan sonra Menderes`in kalktığını görür ve fena halde alınarak `Hiç konserin yarısında kalkılır mı, sevmiyorsan musiki istemeseydin?` diye geçirir içinden. Fakat tam o sırada kulağında birinin nefesini hisseder ve bir fısıltı: Sayın doktor, acaba repertuarınızda `Bu imtidad–ı cevre kim bahtın şitabı var` şarkısı var mı?`…

Alaaddin Bey`i dinleyelim:
`Dönüp baktım ki Adnan Menderes. Meğerse arkadan dolaşmış. `Var efendim` dedim. `Lütfen okur musun, rica edeceğim.` dedi. Hayhay efendim` dedim. Gitti, yerine oturdu ve bu sefer aynı şarkıyı yüksek sesle istedi. Düşününüz, bir sanatkarı, istediği şarkının repertuarında bulunmaması ihtimalini düşünerek, kalabalık önünde küçük düşürmemek için gelip önce kulağına fısıldıyor. Varsa isteyecek! Ne büyük incelik! Doğrusu içimden geçirdiklerimden utandım.`

Adnan Menderes`in söz konusu şarkıyı istemesi sebepsiz değildir. Akrabasından Dr. Nazım, İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum edildikten sonra, mutad olduğu üzere, son arzusu sorulur. Ünlü ittihatçı der ki: `Gidin Paşa`ya söyleyin,
`Bu rüzgar–i bi–mededin inkilabı var.“ Bu, söz konusu Uşşak Şarkının dördüncü mısraıdır.
Dr. Nazım`la ilgili idam kararı, Atatürk`e Marmara Köşkü`nde imzalatılır, bir balo sırasında. Refik Koraltan`ın Yavaşca`ya anlattığına göre, rengi sararan Atatürk kalemi elinden atar. İsmet Paşa`nın Paşam zaaf göstermeyin!` ihtarı üzerine kararı istemeyerek imzalarken Dr. Nazım`ın son arzusunun ne olduğunu sorar. Söylediklerini aynen naklederler. Bunun üzerine, üzüntülü bir sesle Kaldırın bu şarkıyı! deyiverir. Ve şarkı repertuvardan çıkarılıp yasaklanır.

Lem`i Atlı`nın uşşak şarkısı üzerindeki yasak, Kalender`de yapılan o yemekli toplantıya kadar devam edecektir. Menderes, Alaaddin Yavaşca`ya aynı şarkıyı bir defa daha okuttuktan sonra,
`Çok rica ederim doktor, bunu bir radyo emisyonunuzda okuyunuz ve okuyacağınız zamanı bana da bildiriniz!` der. Yavaşca, Lem`i Atlı şarkısını, radyoda, bir öğle yayını için repertuarına alır ve bunu Adnan Menderes`e de bildirir. Yayın biter bitmez Yavaşca`yı arayan başbakan, heyecanlı bir sesle şunları söyleyecektir: `Ağzınıza sağlık aziz doktor, çok memnun ve mahzuz oldum. Çok rica ediyorum, arkadaşlarınıza da eğer kendilerinde yoksa notalarını veriniz, repertuvarlarına alsınlar!`

Lem`i Atlı`nın şarkısı üzerindeki yasak böylece kalkar kalkmasına, ama `ruzgar–ı bi–meded`, bir gün bir `inkılab`la Menderes`i vurur. İmdi, her dinleyişte içimizi burkan bu dokunaklı şarkıyı idam sehpasında söyleyen Ziya Hurşit miydi, Dr. Nazım mı? `Ne fark eder ki?` diyebilirsiniz, haklısınız. Ama yine de araştırıp soruşturmaya değer. (Beşir Ayvazoğlu 26.05.2002)




Hoşgeldiniz