Günümüzde Toplumun Sanat, Sanatçı ve Yaratıcı Düşünce Algısı Üzerine… Gülay Karamahmutoğlu*


Toplam Okunma: 17347 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 17:57
Kategori: Fikir Yazıları

Sanat eserleri ulusların düşün hayatının doğal sonucu olarak ortaya çıkar ve bir ülkede yaşayan toplum varlığının vücuda getirdiği kültürel birikimin en dolaysız örneklerini teşkil ederler. En genel tanımla açımlamak gerekirse sanat, insanı insana insan yolu ile anlatan, insana özgü bir etkinliktir. İnsan, yaratıcı düşüncenin hem öznesi hem de nesnesi olarak, varoluşsal anlamda yaratıcı bir zihinle doğmuştur. Yaratıcılık, üretkenlikle birlikte insanın varoluş nedenlerinden biri hatta en önemlisidir…

Tolstoy da “Sanat Nedir” adlı kitabında sanatı “Sanat, insanın yaratılışından kaynaklanan ve dünya durdukça var olacak bir etkinliktir” şeklinde açıklamıştır [1].

Yaratıcı edim, yani sanatçının yapıtını gerçekleştirmek için verdiği mücadele, bir dizi çabadan, acı, mutluluk, kabul ve reddedişlerden oluşur; bu süreç bilişsel, duygusal, iradî bir süreçtir. Özgünlük ve özgürlük yaratıcı düşünce ve edimin oluşumunda en önemli özelliklerdir. Fakat aynı zamanda yaratıcı bireyde, özenli bir çalışma disiplini ile özgüvenin de varolması gerekir. Ayrıca yaratıcı bireyin düşün ürünleri ve çalışmaları için bulacağı ortam da çok önemlidir. Bir diğer olmazsa olmaz nitelik de, ister bilimsel ister sanatsal alanda olsun yaratıcı bireyin emek verdiği alanı sevmesidir. Sevgi dolu bir çabanın olmadığı her işte çıkarcı yaklaşımlarla bir görev anlayışı mevcuttur. Gerçek anlamda sanatçı, karşılığında maddi mükâfat beklemeden, yaratıcı düşüncenin verdiği haz eşliğinde ve sevgiyle eserini ortaya koyan bireydir. Yaratıcı bireyde (maddî vb. bir beklenti karşılığı) görev duygusu değil, yaratıcı düşüncenin akması bakımından bir yaratıcı zorunluluk hissinin egemen olduğu görülür.

Sanatçı, kendi algılamaları ve duygularını, düşüncelerini baştanbaşa gözden geçirip kendini, sanatı ve yapıtında ortaya koyarken toplum tarafından yaşadığı dönemde ve sonraki kuşaklar tarafından onaylanma, kabul edilme umudu ve gereksinimi içerisindedir. Bir yerde sanatçı, sanatı yoluyla çevresi ve dünyayla ‘iletişim’ kurmaktadır.

Sanatın toplumsal yapı ve kültürle olan sıkı bağlarının yanında teknoloji ve bilimle de yakın ilişkisi vardır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanatın gelişiminde yeni ufuklar açmaktadır. Yine aynı eserinde Tolstoy “Sanatın bereketi ve bilimsel dayanışma zorunludur. Bilim, sanatı anlaşılır bir hale getiren ve sanatı akla yaklaştıran bir ihtiyaçtır. Sanatın başarısı, bilime olan yakınlığı ile ilgilidir” ifadeleriyle bilim ve sanatın ilişkisini dile getirmiştir. Sonuçta gerek sanat gerekse bilim, insanın yaratıcı gücü ile ilgili etkinliklerdir. Yaratıcı düşünce somut örneklerini, bilim ve sanat ortamında ortaya koyar. Yaratıcı güç olmadan ne sanatta ne de bilimde başarı sözkonusu olamaz. Ancak bilimde yaklaşım faydacılıktır. Sanat ise, faydacı düşünceden tamamen bağımsız olarak yaratıcı edimi içerir. Faydacı düşünce ile gerçekleştirildiği anda, sanat olmaktan çıkarak zanaat olur. Sanata faydacı gözle yaklaşanların “ne kadar çok sanat eseri üretilirse o kadar iyi” olacağı fikri, zorlamalı bir sanatsal üretim sürecinin oluşmasına neden olmuştur denilebilir. Sanatta mutlaka bir fayda aranılacaksa bu, sanat eserinin anlamındaki derinlikte aranmalıdır, sanatsal eser sayısının fazlalığında değil.

Sanat, zorla öğretilemeyeceği gibi, zoraki sanatsal üretim de olamaz. Sanat, düşünsel bir birikim ve yaratı süreci olduğu kadar bir gönül işidir. Derin düşünmeden, özenmeden, sadece ün ve maddi çıkarlar peşinde koşan dolayısı ile sıradan eserler üreten biri sanatçı olarak anılmamalıdır ki günümüzde ülke genelinde bunun örnekleriyle sıkça karşılaşmaktayız. Sanat eseri, yaratma ihtiyacından doğmalıdır, maddiyat ve ün peşinde olanlar, sanatsal yeteneğe sahip de olsalar, esin perisi tarafından terk edilmeye mahkûmdurlar. Sanatçı, -zor olsa da- sanatında kendini ifade etmek dışında her türlü çıkarcı fikirden kurtularak sanatında içtenliğini koruyabilir.

Kuşkusuz sanat, bir yerde, kabullenilmek ve yaşamını sürdürebilmek için sosyalleşmek ve bir yerde de topluma mal olmak zorunluluğu içerisindedir. Aynı şey sanatçı için de geçerlidir. Ancak sanat, sosyalleşirken özünde var (olması mutlak) olan estetik değerlerini ne derece koruyabilmektedir? Çünkü sanatı sanat yapan estetik değerlerin algılanarak anlamlandırılması için bu yönde eğitilmiş bireylerden oluşan bir toplumsal yapı gereklidir.

Peki, günümüzde toplum, yaratıcılık sürecinin hangi aşamasında yer almaktadır? Ülkemizdeki mevcut eğitim sistemi, her alanda yaratıcı düşünceyi desteklemek ve geliştirmek özelliklerine sahip midir?

Yaratıcı düşüncenin kendini ortaya koyabilmesi için standartlaşmadan uzak özgür ortamlara gereksinimi vardır. Bu gereksinimi mevcut eğitim sistemi karşılayabilmekte midir?

Toplum ve bireyler arasında iki yönlü bir etkileşim ve iletişim vardır. Bireyler toplumun yapısal şekillenmesinde etkin bir rol oynarken, toplum da bireylerin kimlik oluşturma süreçlerinde etkin bir rol oynar. Platon insanları ‘bilgisever’, ‘ünsever’ ve ‘parasever’ olarak tanımladığı üç (temel) tipe ayırmıştır.

Günümüzde ikinci ve üçüncü tipte insanlar hemen her yerde rastlayabileceğimiz tiplerdir. ‘Bilgisever’lerin durumu ise ortadadır. Ne yazık ki mevcut eğitim sistemimiz ‘bilgisever’ toplum olmamıza herhangi bir katkı sağlamamakta, içeriği geleceğe hizmet etmeyen bir dizi gereksiz sınavlarla süslenmiş(!), dolayısı ile sınava koşullu, yaratıcı düşünceye sahip ol(a)mayan bireyler kazandırmaktan öteye gidememektedir. Sonuçta yaratıcı kişiliği gelişmemiş ve/ya yaratıcı düşüncesini yaratıcı bir edime dönüştürememiş, filozofik düşünceden yoksun, bunalımlı bireylerin oluşturduğu bir toplumla karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Yaratıcılık ve felsefi düşünce ile beslenmeyen bireyin yaşamında, bir de ülke genelinde yaşanan ekonomik krizin etkilerinin doğal neticesi olarak, kısa zamanda köşe dönücü zihniyetle maddi olanaklar bakımından rahata kavuşma fikrine sahip kişi profili ortaya çıkmaktadır. Ekonomik yetkinliğe sahip olamayan toplumlarda, sanat eserinin anlaşılmasında bir dizi anlamlandırma aşamalarının varlığı nedeniyle sanat ve sanata ayrılan süre, bireyler tarafından bir lüks olarak algılanmaktadır.

Neticede eğlenceye yönelik etkinliklere rağbet artarak, bireyselden toplumsala taşınan bunalım bu şekilde sağaltılmaya çalışılmaktadır. Elbet, eğlence de insan yaşamında olması gererken bir ihtiyaçtır ancak günümüz toplumunda medyatik kurum ve kuruluşlarının kâr amaçlı yöneliminde eğlence de ne yazık ki sahip olması gereken “eğlendirirken düşündürme” ilkesinden ödün vermiş görünmektedir.

Bütün bunların yanısıra günümüzde küresel anlamda sıradan olanın içine girerek benzersizliğini yitiren sanat, adeta bir tür toplumsal sermayeye dönüşmüştür. Bugün artık ticarî değerlerle sanatsal değerler, bilerek/bilmeyerek birbirine karıştırılmaktadır. Sanat, ticarî değerinin sıkça vurgulanması ve toplumdaki mutlu, zengin bir azınlığın eğlence, diğerlerinin ise günlük sıkıntılarından kurtulabilmesini sağlayan anlık bir rahatlama aracı olmuştur ki, toplumsal yapıdaki düşünsel bozukluk, sanatı ve sanatçıyı da ister istemez etkilemektedir.

Allan Kaprow’a[2] göre, sanat ve yaşam rekabet halindedir ve bir zamanlar sanat yaşamdan üstün bir konumda iken, bugünkü modern dönemde yaşam sanattan daha üstün bir konuma gelmiştir. Yaşamın sanata galip gelişi sonucu, sanat yaşama katılmaya başlamıştır ve bu da dolaylı olarak, sanatın yaşam tarafından sömürgeleştirilmesine yol açmıştır/açmaktadır. Sanat, bir yerde yaşama teslim olmuş, günlük yaşamın fazlasıyla içerisine girmiş, bundan ötürü de sıradanlaşarak özgünlüğünü kaybetmiştir.

İnsan, doğası gereği toplumsal bir varlık olmakla birlikte, özünde hem toplumsal olan hem de toplumsal olmayan yani bireysel yönler vardır ve bu bakımdan sanatçı, sanatı ile varolmaya çalışırken bireyselliğini korumak ancak sanatının toplum tarafından kabulü ve devamı için toplumsallaşmak zorundadır. Günümüz toplum değerleri karşısında sanatçı, toplumsallaşırken ister istemez sanatından, estetik değerlerinden ödün vermek aynı zamanda da sanatının özgünlüğü ve özgürlüğü bağlamında bireyselliğini (topluma karşı) korumak zorundadır ve bu bir paradokstur. Aslında tarihsel açıdan her çağda dünyanın pek çok yerinde sanatçının yaşadığı bir gerçektir. Özellikle de yaşadığı çağın çok ötesinde bir görüşle sanatını gerçekleştiren sanatçılarda bu bir kaderdir. Kendilerini sadece sanata vakfeden bu tip (çağlar ve toplumlar ötesi) sanatçıların yaşamları, sanatçının (sanatında) özgünlük ve özgürlük adına verdiği yaşam savaşlarına iyi birer örnek teşkil etmektedir. Sanatçı toplumsal olmayan özüne dönerek, var oluşundaki özgünlüğü yaşayabilmeli, bireyselliğini ortaya koyabilmelidir. Ancak bu şekilde yaratıcı olmayan bir toplumda, yaratıcı bir şekilde yaşayabilir, yaşamına devam edebilir.

Estetik deneyim olmadan sanattan bahsedilemez ve sanatçı, estetik özerklik sahibi olmadan sanatında kişisel özerkliğine kavuşamaz. Estetik deneyim, aslında bugünün koşullarında, (ne yazık ki) çoktan bir kenara atılmış gibi görünmektedir. Sanatçı, ciddî bir biçimde, ‘toplumun gündelik değerlerinin (istekli) temsilcisi’ haline gelmiştir. Sanatçının ve dolayısı ile sanatın bu şekilde kendine yabancılaşmasının bir sonucu olarak, sanat hem estetik amacını hem gücünü yitirerek “toplumsal aidiyet”in bir simgesine dönüşmüştür. Estetik deneyim, toplumsal kimliğin yerleşmiş bir şey, bireyin bir yazgısı ve varoluşun tek unsuru olmadığının fark edilmesini sağlar. Toplumsal kimlik bireyselliğin kaynağı değildir ve olamaz da; çünkü bireyselliği engeller. Bu bakımdan estetik deneyim, bireyin toplumsal varlığının sürekliliği için gerekli olan zorunlu davranışlara itilerek, yitirmiş olduğu bireysellik ve gerçeklik duygusunu keşfetmesini sağlar.

Geçmişte bir sanatçı için amaç büyük oranda bir “sanat öncüsü” olmak iken günümüzün (sözde) sanatçıları için bir “medya sanatçısı” olmak amaçtır. Bu nedenle de sanat eserlerinde ait olduğu sanatçıya gereksindiği hayran kitlesini sağlayabilecek popüler unsurlar ön plana çıkmaktadır. Ancak bu düşünce sanatsal yetenek sahibi kişileri “(gerçek anlamda) sanatçı” yapmaktan ziyade, kendilerini ünlü yapan kitleyi (onların ilgisini çekmek ve canlı tutmak adına) “eğlendirme işini üstlenen” kişiler haline getirmektedir ki, artık kendileri de (kendi) hayran kitlesini eğlendirirken eğlenen ünlüler olmuşlardır. Peki ama sanatçı kimlikleri acaba hala devam etmekte midir?… Kuşkusuz hayranlarının(!) güncel mutsuzluklarını, sorunlarını kısa bir süreliğine ertelemeyi sağlayan, bir an için onları neşelendirme görevini üstlenmiş ancak düşünsel edimlerine bir katkı sağlamayan (hatta tersine zarar veren) kişiler haline gelmişlerdir. Bu arada “ticarî saygınlık” ile “eleştirel estetik saygınlık” arasında bir fark kalmamış hatta birbirinin yerine kullanılır hale gelmiştir ve hatta ticarî/maddî değer(ler) yani para, sanatın eleştirel yani estetik değer(ler)ini büyük oranda baskılamıştır. Güncel yaşam koşulları ve anlayışlar, sanatçıya aynı zamanda bir “iş adamı” gibi düşünmek zorunda bırakmakta ve sanatını takip edenleri de bir müşteri olarak kabul etmesine neden olmaktadır. Bundan ötürü, sanatın insanî değerlerinin bilinmesine gerek kalmayarak sadece piyasadaki değerinin bilinmesi yeterli görülmeye başlanmış; pazarlama, değerleri birbirine karıştırmıştır.

Eric Fromm’un ifadesiyle: “Modern çağda baskın olan anlayış….. pazarlama yönelişi”[3] olmuştur. Fromm “Kişilik Piyasası” adını verdiği yeni bir piyasanın gelişiminden de bahseder, meta piyasasında mallar pazarlanırken burada ‘kişilikler’ pazarlanmaktadır. Burada başarının koşulu olarak yeteneğin ve kişiliğin göreli ağırlığı sorgulanacak olursa, başarının yalnızca istisnaî durumlarda yetenek ve dürüstlük, terbiye, doğruluk gibi insanî niteliklerin bir sonucu olduğu görülür. Başarı, büyük ölçüde bir kişinin piyasada kendini ne kadar iyi sattığına/pazarladığına, kişiliğini karşıya ne kadar iyi yansıtabildiğine, ‘ambalaj’ının ne kadar güzel olduğuna bağlıdır. Bireyler artık kendilerini “hem satıcı, hem de satılacak meta” olarak görmeye başlamışlardır.

Bir zamanlar sadece sanat olarak ifade edilen ancak günümüzde artık “yüksek sanat” teriminin içeriğinde yer alan (gerçek) sanat, hem daha yüksek, ulaşılmaz bir deneyim gibi görünmesi hem de toplumun büyük çoğunluğunun (eğlence) talebine cevap vermemesi -yani sanatın kültürel mağazasında satılık olmaması ve bu yönüyle paha biçilmez ve bünyesinde “pazarlanabilirlik” barındırmayan bir şey olması– nedeniyle, toplumsal ve politik açıdan sakınca teşkil eder ve her şeyden önce ortak bir deneyim olmamasından ötürü toplumsal demokratikleşme içermediği görüşü mevcuttur. Bu nedenlerden ötürü günümüzde “yüksek sanat”tan bahsetmek, seçkinci, dışlayıcı, erişilmez, günlük olgulardan farklı, (bu yüzden de) kendi kendine ayrıcalık tanıyan bir olgudan ve günlük yaşamın amacının dışında kalan bir şeyden söz etmek şeklinde yorumlanmaktadır. Bu yönü ile sanat, toplumun büyük bir kısmını oluşturan ekonomik ve günlük sıkıntılar altında ezilmiş, mutsuz çoğunluğa pek bir şey ifade etmemekte, içerdiği düşünsel yoğunluk, incelikli anlam ve zarafet, günlük yaşamın yoğun ve sığ, eyleme yönelik, çaba gerektiren, bunalımlarla dolu dünyasında bir işe yaramaz görünmektedir. Böylece sanat, yaşama karışıp toplumsal yığına mal olarak sıradanlaşması sonucunda sahip olduğu (bir zamanlar Tanrısal bir kutsallıkla nitelenen) özden uzaklaşmıştır. Sanatın gündelik yaşama karışıp özgünlüğünü kaybederek sıradanlaşması onu ticarî bir meta unsuru haline getirmiştir. Meta kimliği, estetik kimliğine tam bir üstünlük elde ettiğinde (yani tamamen ticarîleştiklerinde), sanat yapıtları gündelik ürünler haline gelirler ki günümüzde olan budur. Artık popüler ürünlere ’sanatsal eleştirellik’ten uzak (ticarî) bir anlayışla, (aslında sahip olmadığı bir) estetik önem, anlam ve değer yüklenmektedir. Anlık eğlence unsurlarının sanat eseri olarak sahte anlamlar ve olmayan (fazladan) değerlerle pazarlanması sonucu, sanatta ciddiyeti belirlemek için artık hiçbir ciddî kriter kalmadığından herkes kolaylıkla “(ciddî) sanatçı” olabilmektedir(!). Sanatçı olarak adlandırılmayı arzu edenlerin, edimlerinin ve düşüncelerinin bir kısmının ya da tamamının sanat olarak değerlendirilmesi için yapmaları gereken tek şey çevrelerine sanatsal açıdan bakmak(!) ve bunu açıklayarak çevrelerindeki insanları ikna etmek yani, reklâm yapmaktır.

Galiba Marshall McLuhan’ın da belirttiği gibi, günümüzde “sanat, yutturulabilen şey”[4] olmuştur. Sanat, saygınlığını, seçkinliğini, bireysellik ve özgünlüğünü, yaratma edimi sırasında geçirdiği zorlu aşamaları, derin ve kimi zaman gizemli (keşfedilmeyi bekleyen) anlamını, düşünsel yoğunluğunu yitirdiğinde, geriye sanat denilebilecek bir şey kalır mı? Ortaya çıkan ve bu özelliklerden uzak “şey”, sanatın her paylaşımında, tekrar tekrar yaşattığı o yaratıcı edim, yoğun bütünlük duygularını ve anlamlandırma süreci ile eleştirel düşünce yoğunluğunu yaşatabilir mi?

Ne yazık ki, sanat eseri(!) olarak sunulan bu “şey”ler, günlük yaşamın bir parçası oldukları yani sıradanlaştıkları oranda toplumun çoğunluğunu oluşturan ‘tüketici’ kesime güven vermekte ve çekici gelip sevilmektedir. Günümüzde artık (sözde) sanatçıdan, günlük yaşamın içinde adeta eriyerek sıradan olanla bütünleşmesi ve kolay anlaşılabilen ve tüketilebilen bir şeyler yapması beklenmektedir. Sanat giderek ‘estetik deneyim kaynağı’ olarak ayrıcalıklı yerini kaybederek, salt eğlence ve maddî kültürün herhangi bir örneğinden ibaret kalmaktadır.

Sonuç olarak:
Sanatın, estetik değer ve etkilerini kaybetmeden toplumda yaygın bir kesim tarafından kabul görmesi ve bireylerin kaliteyi alımlama yetisine sahip olabilmesi için eğitim şarttır ve bu eğitim küçük büyük, toplumun her kesiminden bireyleri kapsamalıdır. Oysa mevcut eğitim sistemi, yaratıcılık ve özgünlükten uzak “anı kurtaran” zihniyetli, sıradan ve dahası bunalımlı bireyler yetiştirmektedir.

Ülke genelindeki ekonomik zorluklar ve işsizlik nedeniyle bireyler yaşam koşullarının bunaltıcı ortamında ekmeğini kazanmaktan başka hiçbir şey düşünemez hale gelmiş bulunmaktadır. Böyle bir ortamda gerçek anlamda bir sanat yapıtını alımlayacak, anlamlandıracak, kavrayacak zaman ayırmak bireylere bir lüks olarak görünmektedir.

Teknolojinin sağladığı kolaylıklar ve yaşamsal zorlukların psikolojik baskıları nedeniyle birey, kolaya kaçmakta, sıkıntılarını anlık sağaltım aracı içi boş eğlendirici unsurlarla dağıtmaya çalışmaktadır. Bu da eğlencenin, (gerçek) sanatın yerini almasına neden olmuştur.
Sanatın ne olup ne olmadığı konusunda toplumun her kesiminden ve öğretimin her alanından insanların eğitilmesi, hem toplumsal hem de bireysel anlamda yaşanmakta olan değerler erozyonuna boğulmuş kaotik ortamın düzenlenmesi ve doğru olanın alımlanması bakımından elzemdir.

Yaşadığı deneyim ve gözlemlerini, yaşamı boyunca sahip olduğu bilgi birikimlerini, ortak ya da farklı duyumsamalarını zihinsel imbiğinden geçirerek kendine özgü yöntem ve araçları ile kendi perspektifinden yorumlamalarla tekrar insana aktarmak sanatçının başlıca sorumluluğudur.
Sanatın yaşamsal bir zorunluluğu olarak sosyalleşirken estetik değer ve etkilerinden ödün vermesi paradoksu, sanatın “sanat” olarak var oluşundan bu yana karşı karşıya kaldığı önemli bir paradokstur ve tarihte, özellikle endüstri devriminden sonra olmak üzere, farklı dönemlerde kendini göstermiştir. Gelişen teknolojinin sağladığı kolaylıklar ve kitle iletişiminde yaşanan büyük ilerlemelerin sonucunda söz konusu paradoks, günümüz sanatçısını ve toplumu daha çok ilgilendirmektedir. Günümüz koşullarında sanat, sosyalleşme sürecinde, ister istemez estetik değer erozyonuna uğramakta; bunun etkilerine karşı ne kadar dirense de kendini kurtaramamaktadır. Buna rağmen gerçek müziğin/sanatın ve gerçek sanatçının daha çok sosyalleşmesi ancak, sosyalleşirken bireysel yaratıcılığının özgün temellerinden asla ödün vermemesi, romantik bir söylemle idealist olması gerekmektedir.
__________________________________
Dipnotlar:
[1] Tolstoy; Sanat Nedir, (çev. A.Baran Dural), Bilge Karınca, İst.2004, s: 63, 65.
[2] Allan Kaprow; Essays on the Blurring of Art and Life, Berkeley: University of California Press, 1993.
[3] Eric Fromm; Man for Himself. An Inqury into the Psychology of Ethics, New York: Henry Holt, 1947.
[4] Donald Kuspit; Sanatın Sonu, Metis Yayınları, 1. Basım, İst. 2006
* İTÜ TMDK Öğretim Üyesi (Yrd. Doç.)

Bu yazı (Aylık) Bosphorus Sanat Gazetesi Ağustos 2010 sayısında yayımlanmıştır.




Hoşgeldiniz