Şefler ve Arabeskçiler (*)… Kemal Küçük


Toplam Okunma: 5819 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 02:17
Kategori: Arabesk Dönüşüm, Eleştiri/Kritik

2005 yılında Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası’nın sürekli şefi Orhan Şallıel’in İbrahim Tatlıses’e eşlik edecek bir “toplama” senfoni orkestrasını seri konserlerde yönetmesi klasik müzik dünyasını dalgalandırmış idi. Sn. Kemal Küçük konuyu o zaman bakınız nasıl kaleme almış: “Dinleyici yetiştiremeyen, hatta yetiştirmekten vazgeçmiş bir klasik müzik dünyasında, Devlet Senfoni Orkestralarının kangren olmuş sorunlarından habersiz, genç ve işsiz konservatuar mezunlarının yaşam ve gelecek kaygılarından uzak, sıcak koltuklarda, kimin neyi nasıl çaldığını dinlemekle hatta bazen de “yazmakla”, ülkemizin aydınlık yüzüne katkı sağladığını sananlar, ancak “kör, kör, gözüm parmağına” deyimini hatırlatan bir “konser projesiyle!” bir anda duyarlılaştılar…

Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası’nın sürekli şefi Orhan Şallıel’in İbrahim Tatlıses’e eşlik edecek bir “toplama” senfoni orkestrasını seri konserlerde yönetmesi klasik müzik dünyasını dalgalandırdı. Hele, Şallıel’in TV ekranlarından Bursa DSO’nun şefi olduğunu gururla söylemesi işi daha da karıştırdı. Bazı basın organlarında Tatlıses’e eşlik eden orkestranın da Bursa DSO olarak açıklanması orkestra yönetiminin telefonlarını kilitledi.

Tabii gelen mesajlar üzüntü ve protesto içeriyordu. Bursa Devlet Senfoni orkestrası’nın hiçbir kadrolu üyesi Tatlıses’e eşlik eden senfoni orkestrasında çalmıyordu ama, her hafta Bursa orkestrasına takviye gelen kaşeli müzisyenlerden bazıları çalabilirdi! Tıpkı İstanbul’da o orkestradan bu orkestraya aylığını çıkarabilmek için koşuşan konservatuar mezunu genç ve güvencesiz onca müzisyen gibi!..

Klasik müzik dünyasını iyice ısıtan bu olayda, Şallıel’i eleştirenlere karşı oluşan popülist cephenin savunma argümanlarını şimdiden duyar gibi oluyorum. Diyecekler ki; “canım Avrupa’da da ünlü bazı şefler Elton John’a eşlik eden orkestraları yönetmiyor mu? Ve ekleyecekler : “O İngiltere’nin popüleri, Tatlıses de Türkiye’nin…” Keşke bu kadar basit olsa, ama hiç değil…

Elton John’un müziği, bir zamanlar döneminin “hafif müziğini” ya da daha çok dans ve eğlenceye yönelik göreceli yüzeysel müziğini de kendi içinde barındıran Batı Sanat Müziğinden, 20. yüzyılda enstrüman kullanımı, saund, ve ifade açısından ayrılan ve kendi yolunda yürüyen bir popüler müziktir. Ama bu yol, içinden çıktığı “Batı Sanat Müziği”nin dilini ve çok sesliliğin getirdiği müziksel kuralları asgari ölçüde de olsa içinde barındıran bir yoldur. Caz, rock, ya da folklorik unsurlardan ne kadar etkilense de, aynı kültürün sınıfsal ayrımlarına paralel ayrışan, ama sonra yeniden belli düzeyde iç içe geçen bir müziksel “estetiği”yansıtır. Tıpkı, batılı toplumsal sınıfların geçmişte sert farklar içeren yaşam biçimlerinin, günümüz yaşamında görünüşte de olsa birçok alanda kesişmesi gibi…

İşte Türkiye’deki bu son müziksel kavganın temelinde de bu “estetik”sorun yatıyor! Şimdi yine, Arabesk’in oluşumundaki Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik etkiler temcit pilavı gibi önümüze konabilir. Bunları artık ortaokul çocukları bile biliyor ama tüm o süreçlerin sonunda bugün, Arabesk müziğin bir “estetik” sonuç ve sorun haline geldiği görmezden geliniyor. Oysa, Arabesk müziğin genel estetiğini oluşturan müziksel dil tekniklerini iyi bilen bir Klasik müzik bestecisi, istediği bir klasik müzik parçasını, Itrinin saz semaisinden bir bölümü ya da 50’li yılların bir “Amerikan Standardını” iki günde “Arabesk bir parçaya” çevirebilir; Yaylı sazlarda “Portamentolar”(küçük kaydırmalar) ,“Glissandolar” (geniş kaydırmalar) yer yer gülünç ve kaba bir senkopasyon, ve yaylıların ağdalı saunduyla…

Şimdi hiç snobizme kaçmadan, kavganın temelindeki bu estetiğin hangi dünya görüşünün/yaşam yorumunun ürünü olduğunu sorgulayalım: Çünkü Sorun, bu estetiği ifade aracı haline getiren müzisyen ve dinleyicilerle, bu ifadeyi benliğini oluşturan yaşam alanıyla bağdaştıramayan müzisyen ve dinleyiciler arasında…

Kadınları çok seven! Onlarla yattıktan sonra onları “çok haklı nedenlerle!” döven ve bununla övünen, cehaletin giderek bir üstünlük olduğuna inanan, sahnede bilgisizlikten doğan yanlışları, spontane espriler olarak unutması gerekirken, zamanla gerçek yaşamdaki doğrularla karıştıran ve buna inanan, benim de çok sevdiğim çiğ köfteyi benden farklı olarak tavana atarak kıvamını ölçen, lüks otel odasında mangal yapıp is kokusunu pahalı parfümle karıştıran bir yaşam yorumunun/yorumcularının o kadar çok sayıda örneği var ki…

İşte bu yorumun ürettiği/tükettiği “estetik”ten bahsediyoruz. Bu “estetik” her popüler melodiyi, her şarkıyı da kendine dönüştürebilir. Mesela çok romantik bir şarkı olan Akdeniz akşamları’nı “Eakdeniiiz, eakşamlarıııı!”şivesiyle bambaşka bir ifadeye büründürebilir! Bu estetiğin üretici ve tüketicilerinin ortak dünya görüşünü, büyükşehirlerin geniş caddelerindeki bazı lüks otomobillerin arka camlarına yapıştırılmış stickerlerden okuyabilirsiniz :”Kıroyum ama para bende!”

Çoksesli Sanat Müziği ile uğraşan ve devlet memuru olarak hizmet verenlerin çoğunlukta olduğu müzik dünyasının içlerinden bir şefe duyduğu tepki, müzik dünyasının içindeki bu estetik ve onu besleyen yaşam yorumuna karşı oluşuyor; popüler ya da ticari müziğe değil!

Genç Şefler Nerede?..
Bir Orkestra Şefi etrafında başlayan tartışma, yeni konser sezonuna damgasını vurması gereken Şefler sorununu örtmemeli. Tatlıses projesiyle tepkileri çeken Bursa Devlet Senfoni Orkestrası Sürekli Şefi Orhan Şallıel bu yıl hiç konser yönetmeyecek!

Bu çok genç orkestrayla genç şefleri arasında iki yıldır yaşanan sorunlar geçtiğimiz yeni yıl konserinde doruğa çıkmıştı. Bu yıl Orkestra Yönetimi’nin hiç konser vermediği Şallıel, piyasada diğer projeleriyle ilgilenirken maaşını almaya devam edecek!

Ama asıl dikkat çeken, böyle bir sorunu çözmesi gereken Güzel Sanatlar Genel Müdürünün, hiç konser yönetmeyecek olan “daimi Şef”e, Tatlıses seri konserlerini yönetmesi için izin vermesi.

Bu, orkestraların koordinasyonu için atılan bazı olumlu adımlarla hiç uyuşmuyor. Aynı sorun farklı bir boyutta Antalya Devlet Senfoni Orkestrasında da yaşanıyor. Orkestranın Daimi Şefi İnci Özdil ve Yardımcı Şef Sıdıka Özdil bu sezon sadece birer konser yönetecekler…. Peki neden?.

Orkestralarımızın durumuyla ilgili daha önceki yazılarımda vurguladığım sürekli şef kavramı, yeni kurulan ve genç müzisyenlerden oluşan Anadolu orkestraları için önem taşıyor. Batıdaki gibi artistik kriterlerle çeşitli sınıflara ayrılmayan ve bir yasası bile olmayan Devlet Senfoni Orkestralarımız içinde, CSO, İDSO ve İZDSO gibi belli standardı olan orkestralarla Anadolu’daki genç orkestraların şef sisteminde de bir tutulması, bu orkestraların gelişimini engellediği gibi, korkarım mesleki deformasyonun hızlanmasına da neden olabilir.

Geniş kadrolu senfonik yapıtları çalabilecek yeterli kadrosu olmayan bu genç orkestraların “kişilik” kazanmaları için, 21.yüzyılda Amerika’yı yeniden keşfetmeye ne gerek var?

İşte Berlin Filamoni Orkestrası’nın Şefi Simon Rattle… Çok genç yaşta, Birmingham Şehri Senfoni Orkestrası’nin sürekli şefliğine getirildiğinde, Bu orkestra, hiçbir özelliği olmayan C sınıfı bir İngiliz şehir orkestrasıydı. Rattle, ilk günden kafasındaki saund’u orkestradan duyabilmek için yaylı gruplarını ayrı ayrı çalışmaya aldı. Daha homojen bir yaylı grubunun ardından, Grup şefleriyle bire bir provalar yaparak istediği yorumun anahtarlarını burada çevirdi. Tüm çabalara karşın bazı yetersiz müzisyenleri yenileriyle değiştirerek yeni bir kan getirdi. Bunu yaparken orkestra elemanlarından da destek gördü. Repertuarı genişletip orkestra müzisyen sayısını arttırdı. Simon Rattle bu çabaları ile genç yaşta Birmingham orkestrasını sıradışı hale getirip önemli CD Kayıtlarına imza attı ve Tam 18 yıl sonra Tüm Avrupayı şaşırtan bir kararla Dünyanın en iyi orkestrası sayılan Berlin Filarmoni Orkestrası’nın Müzik Direktörlüğüne getirildi.

Şimdi düşünelim: 25 yaşında, Londra Orkestralarını düşlemek yerine, küçük bir şehir orkestrasında hedeflerini gerçekleştiren Rattle ve Orkestrası tüm bunları 18 yıl boyunca “Sürekli şeflik” kavramının en iyi şekilde değerlendirerek yaptı.

Biz ne yapıyoruz? Adı şürekli şef olan ve o kadrodan maaş alan genç şeflerimiz, ellerindeki “Bir orkestra yaratmak” fırsatını, yılda en fazla 6-7 konser yöneterek mi kullandılar!? Üstelik yaşları kendilerine çok yakın olan müzisyenlerle nasıl diyalog kurdular. Otorite kuracak bilgi seviyeleri yeterli miydi? Yoksa otorite sorunları, günümüzün rayından çıkmış insan ilişkilerinin yolaçtığı orkestracılık kural ve geleneklerini bile hiçe sayan bir boş vermişliğin içinde mi yeşerdi? Belki bunların hepsi… Ama ortada bir bir gerçek var:. Büyük olanaksızlıklara karşın Anadolu’daki orkestraların “Kişilik kazanması” ve kendilerini göstermesi için, Üç büyük orkestramızın çalışma yöntemleri örnek olamadı ,olamaz..

Büyük orkestralarımızın, değişik misafir şeflerle, kısa dönemli çalışmaları, Anadolu orkestralarına “hiçbir katkı sağlayamaz ve sağlayamıyor. Genç orkestralarda genç şefler hem deneyim hem otorite sorunu yaşıyorsa, gerekirse Devlet, kesesini zorlayıp deneyimli ve eğitmenliği ağır basan yabancı müzik direktörleri atamalı, genç şeflerimize de yardımcı şef /çalıştırıcı olarak bir süre deneyim ve uyumlarını geliştirmelerine olanak verilmeli.
__________________________________
(*) Milliyet Sanat Dergisi’nde (2005) yayınlanmıştır.




Hoşgeldiniz