Kültür Endüstrisi ve Türkiye… Prof. Filiz Ali
Toplam Okunma: 3533 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 00:08
Sanat üretimi kültür endüstrisinin küresel koşullarına ayak uydurmak zorunda. Sanatçı bu koşullara ayak uydurursa başarılı olur, eğer başına buyruk, güdümsüz yaratıcılığı ve yorumculuğu seçerse bir köşede çürür. Yazılı, sözlü ve görsel basın ciddi ve bilimsel sanat eleştirisi yerine, pseudo sanatın ve sanatçının reklamını, tanıtımını ve şişirmesini üstlenir; bu tür sanat ve sanatçının pazarlamasını yapar… Radikal gazetesinde bir yazı çıkıyor. “Müzik Bilimcilerin Üretimsizliği”… Milliyet gazetesinin kültür sayfası “concept” değiştirdiğinden beri arada bir değil, hiç yazmıyorum…
Kültür Endüstrisi ve Türkiye… Prof. Filiz Ali
Theodor W. Adorno 1940’larda ne demiş?
“Kültür endüstrisi, yapay gereksinimler yaratır. Kapitalist sistem tarafından yaratılan bu yapay gereksinimler, yine kapitalist sistem tarafından doyurulur. İnsanların gerçek gereksinimleri olan özgürlük, kendini ifade gücü ve yaratıcılığı, gerçek yaratıcı mutluluk; yerini yapay mutluluklar ve güdümlü bir yaşam tarzına bırakır.”
Son yirmi yıl içinde geç de olsa Türkiye, bütün Batı dünyasını kapsayan kültür endüstrisinin bütün koşullarına ayak uydurmayı becermiş durumda. Hatta, daha da ileri giderek ülkemize özgü bir doğu/batı/post-modern oryantalizm senteziyle küresel kültür endüstrisine ve kültür emperyalismine hizmet etmekte.
Sanat üretimi kültür endüstrisinin küresel koşullarına ayak uydurmak zorunda. Sanatçı bu koşullara ayak uydurursa başarılı olur, eğer başına buyruk, güdümsüz yaratıcılığı ve yorumculuğu seçerse bir köşede çürür. Yazılı, sözlü ve görsel basın ciddi ve bilimsel sanat eleştirisi yerine, pseudo sanatın ve sanatçının reklamını, tanıtımını ve şişirmesini üstlenir; bu tür sanat ve sanatçının pazarlamasını yapar.
Beral Madra, Radikal gazetesinin 10 Haziran 2010 sayısındaki “Kültürel Değerle Başa Çıkamıyoruz” başlıklı yazısında İstanbul’un kültürel değerlerinin nasıl çarçur edildiğine değiniyor ve yazısını “Kültürün neo-liberal ekonomideki yatırım değerini keşfettik ama hem mimari açıdan hem de kurumsallık ve işletme açısından bu yatırımın doğasına uygun bir yenileme/değişim/işletme yapmaya aklımız yetmiyor ve yatmıyor!” sözleriyle bitiriyor.
Aklımızın yetmediği bir başka konu da müzik. Berlin duvarı yıkılana kadar Türkiye’nin evrensel anlamdaki müzik kurumları zar zor da olsa devletçi zihniyetle yönetiliyor, yürütülüyor ve destekleniyordu. Serbest piyasa ekonomisine geçildiğinde, sanatsal ve kültürel altyapısı olmayan iş dünyasının müziğe yatırım yapması beklendi. Hatta Özal döneminin dâhi politikacıları ndan bazıları Devlet Tiyatrosu, Opera ve Balesi ile Senfoni Orkestralarını n kapatılıp özel sektör tarafından desteklenerek yaşatılması gibi gerçekleşmesi zinhar imkânsız önerileri ile toplumu bir süre meşgul ettiler.
Bazı banka ve kuruluşlar bu parlak fikirlerden feyz alarak hemen birer orkestra kurdular. İstihdam ettikleri orkestra üyelerinin nerede yetiştiği hakkında en ufak bir bilgi sahibi değilmiş gibi davrandılar. Sanki bu sanatçılar gökten zembille dünyaya inmiş ve ellerine verilen çalgıları hemen ustalıkla çalmaya başlamışlardı. Yani iş dünyasının aklından müziğin altyapısına katkıda bulunmak henüz geçmiyordu. Ayda bir verilen konserlerle bir orkestranın, gerçek anlamda orkestra olamayacağının da bilincinde olmadıklarından, hiç yatırım yapmadan prestij kazanmanın sarhoşluğu içinde uçmaya başladılar.
Ancak, özel sektör opera ve bale kurmanın o kadar kolay olmadığını farkedince işler değişti. Ama devlet açısından işin kolayı vardı. AKM, yenilenecek gerekçesiyle kapatılır, Devlet Opera ve Balesi Kadıköy Belediyesi’nin kendi olanakları ile restore ettiği Süreyya Operası binasına yollanır, orada az masraflı prodüksiyonlarla Almanya’nın her ufak kentinde görülen cinsten bir taşra Opera/Bale kumpanyasına dönüştürülürdü.
Macaristan’ın 160 bin nüfuslu Pécs kenti 2010 Avrupa Kültür Başkentleri’nden biri. Operası da, balesi de, orkestraları da, tiyatroları da 2010 yılı için görkemli programları ile arı gibi faaliyette. Öte yandan, nüfusu en iyimser tahminle 15 milyon olan 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un Devlet Opera ve Balesi’ni, Devlet Senfoni Orkestrası’nı, Devlet Tiyatroları’nı barındırabileceği kentin merkezinde bir tek görkemli binası bile olmaması en hafifinden utanç verici bir durum. Üstelik bu durumdan liberal ekonomiyi yönetenlerin rahatsız olduklarına dair bir emare de yok.
Bu ve buna benzer meseleleri, mesele edip yazı yazmaya kalktığınızda da iş ve politika dünyası ile içiçe olan basın dünyamızın “aman zülfiyare dokunmayalım, nemize lâzım!!!” hissiyatı ile sizi dizginlemeye çalıştığına tanık olabiliyorsunuz piyasa ekonomisine geçtiğimizden beri. Sonra günlerden bir gün hangi dağda kurt öldüyse Radikal gazetesinde bir yazı çıkıyor. “Müzik Bilimcilerin Üretimsizliği”. Yazan: Serhan Bali. Yazıda bana da laf atılmış. Deniyor ki: “Müzikbilimci Filiz Ali bir zamanlar en fazla yazanlardandı , şimdi ise yazı bağlamında en verimli olabileceği yıllarda düzensiz köşe yazılarıyla yetiniyor.” [1]
Aslında Sedat Ergin Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrılıp, gazetenin kültür sayfası “concept” değiştirdiğinden beri arada bir değil, hiç yazmıyorum. Serhan Bali iyi ki de böyle bir tartışmayı açıyor. Böylece bu konuları açıkça konuşmaya başlayabiliriz belki. Ayrıca Bali, hızını alamayıp internetteki bir iletişim grubunda biraz daha yükleniyor müzikbilimcilere. Diyor ki: “Prof’larımıza sesleniyorum! (acaba beni mi kastediyor?) türlü sebeplerden içinizdeki heyecan ölmüş olabilir, ama hiç olmazsa yolun başındaki öğrencilerinizi yayın üretmek ve bilgilerini geniş kitlelerle paylaşmak konusunda özendiriniz, onların potansiyelini değerlendiriniz, onları bu alandaki yayınlara yönlendiriniz.”
Başüstüne Sayın Serhan Bali. Ne var ki tahmin yürüttüğünüz gibi içimdeki heyecan ölmüş değil, sadece yoğun bir tiksinti duygusu ile yazılı, sözlü ve görsel medyayı takibetmekteyim, ve bu panayırın parçası olmayı reddediyorum. 1962 yılından bu yana yazıyorum. Sizin dünyaya gelmenizden on yıl önce bu işe başlamışım demek ki. Gazete ve dergilerde çıkan binlerce yazımın sadece ufak bir kısmını iki kitapta toplamışım, üç tane besteci/yorumcu biyografisi yazmışım, kitap çalışmalarım devam ediyor, yüzlerce öğrenci yetiştirmişim, hâlâ da yetiştirmeye devam ediyorum.
Müzikoloji öğrencilerimin bir kısmı akademik hayatta yükseldiler, doktoralarını yapanlar ve yapmakta olanlar var, kimisi doçent oldu, uluslararası toplantılarda seslerini duyurmaktalar, yayınları var. Şimdi onlar da öğrenci yetiştiriyorlar. Yani kimse yayın üretmeden koltuklarında oturmuyor. Akademik çalışmalar, gündelik gazete ve dergilere tanıtım yazıları yazmak kadar kolay olmadığından, ayrıca bir akademisyenin araştırma çalışmaları kimi zaman yıllar süreceğinden müzikologların üretiminin sizi tatmin etmemesini anlıyorum. Ama dert etmeyin, “âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!”.
________________________________________
[1] Radikal gazetesi, 8 Haziran 2010.