İsmet İnönü ve Müzik… Salih Zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 6816 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 12:46
Kategori: Fikir Yazıları, Tarih ve Anılar

İsmet İnönü bir müzikseverdi. Tercihi ise sadece Klâsik Batı Müziği… Yemen’ de ayaklanmayı bastırmakla görevli bulunduğu yıllardaki(1910-13) anılarında şöyle anlatır: “Batı Musıkîsi zevkine orada alıştım… Yemen’ de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik… Gramofon başına koşardık… Senfoni, arkasından opera parçası, serenat… İçimizde en istidatlısı Saffet Arıkan’ dı…” (1) İsmet Paşa bir Fransız Şirket personelinin kaçarken bıraktığı klâsik batı müziği taş plâklarını merak saikiyle dinlediğini ve ondan sonra batı müziğinin vazgeçilmez tiryakisi olduğunu da ilave eder…

İsmet İnönü ve Müzik…

Son günlerde, CHP eski Genel Başkanı ile Başbakan arasında yaşanan “İsmet İnönü “ polemiğini izlemiş, tarafların kamuoyu önünde, birbiri ile taban tabana zıt argümanlarla farklı bir “ İsmet Paşa “ portresi çizdiklerini görmüştük. İsmet Paşa’nın siyasette izlediği yöntemi merak edenler, bu konuda şimdiye kadar yazılıp çizilenleri okuyarak değerlendirebilirler; zira kütüphane raflarında bu konuda yazılmış yeterince kitap mevcut.

Böyle bir polemik başladığında, benim aklıma hemen, İsmet Paşa’nın özellikle “ Millî Şef “ lik döneminde izlediği müzik politikaları geldi. Çünkü İsmet İnönü’ nün müzikle ilgisi, yakın ilgisi bulunanlar dışında, özellikle günümüzde yaşayan insanların pek bilmediği bir yönü.

Oysa hemen belirtelim ki, İsmet İnönü bir müzikseverdi. Tercihi ise sadece Klâsik Batı Müziği.

“…1910 - 13 yılları arasında üç yıla yakın bir süre Yemen’ de kalan İsmet İnönü, anılarında

‘Ben Batı Musıkîsi zevkine orada alıştım’ diye anlatır…

…Yemen’ de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik… Gramofon başına koşardık… Senfoni, arkasından opera parçası, serenat…
…İçimizdeki en istidatlısı Saffet Arıkan’ dı….” 1

İsmet Paşa müziğe olan sevgi ve merakının nasıl başladığını anlatırken, Yemen’ de ayaklanmayı bastırmakla bulunduğu günlerde, bir Fransız Şirket personelinin kaçarken bıraktığı klâsik batı müziği taş plâklarını merak saikiyle dinlediğini ve ondan sonra batı müziğinin vazgeçilmez tiryakisi olduğunu da ilave eder.

Cumhuriyet’ in kuruluşu ve sonrasında yapılan bütün devrimler sırasında Türkiye’ nin başbakanlık görevinde olan İnönü, o dönemde yapılmak istenen “ musıkî devrimi ” ile de yakından ilgileniyordu.

Bilindiği gibi 1935’ den itibaren artık düşünülen ve uygulanan “devrim” lerin olumlu ya da olumsuz sonuçları belirmeye başlar. Ancak, istenilen neticenin alınmadığı konularda, Atatürk’ ün vefatı ve Cumhurbaşkanı olarak yerine İsmet İnönü’ nün getirilmesinden sonra, topluma karşı uygulanan zorlama daha da sertleşir.

Özellikle de 1940 senesinde Millî Eğitim Bakanlığı’ na getirilen Hasan Âli Yücel , başta dil olmak üzere kültür ve sanat politikalarında baskı ve şiddet oldukça artar. Bunun yanında, meselâ müzikte öngörülen yeni müzik sistemini yaygınlaştırmak üzere önemli özendirici uygulamalardan da geri kalınmaz.

“Çok sesli Ulusal Müziğin Yazılmasını Özendirmek” amacıyla her yıl düzenli olarak yapılmak üzere “İnönü Armağanı” ismiyle bir yarışma düzenlenir. 1942 yılında ilki yapılan bu yarışmanın jürisi yaptığı değerlendirme sonucunda, Hasan Ferid Alnar’ı “Viyolensel Konçertosu”, Ulvi Cemal Erkin’ i “Piyano Konçertosu” ve Ahmet Adnan Saygun’ u “Yunus Emre Oratoryosu” ile , ortak olarak birinci ilân eder.

1942 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde “müzik öğretmenliği” bölümü açılır.
1943 Nisan ayından itibaren Riyaset-i Cumhur Bandosu, İhsan Künçer şefliğinde Çarşamba ve Cumartesi günleri, Radyo Dans Orkestrası radyoda sürekli olarak program yapmaya başlar.
1944 ’de İstanbul Şehir Orkestrası kurulur. 1946’ da A. Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu” Ankara’ da seslendirilir.

Sene 1945, yer Ankara Devlet Konservatuvarı Konser Salonu’ dur. İsmet Paşa artık alışkanlık haline getirdiği Klâsik Batı Müziği Konserleri’nden birindedir. Konserin sonunda; İsmet Paşa’ya yapılan bir sürprizi oğlu Erdal İnönü şöyle anlatır :
“…Resital’ in sonunda, herkes gitmek üzere ayağa kalkmışken, Mithat Fenmen tekrar sahneye çıkarak:
-Sizlere bir sürprizim var, diye anons yaptı.Sahneye küçücük bir kız çocuğunu çıkarttı. Üç-dört yaşlarında kıza bizler hayretle bakarken, yanına oturttu. Kız, BACH ’ tan, BEETHOVEN ’ den birer parça çaldı galiba. Herkes hayran oldu, bayıldı. İlk kez görüyorduk böyle bir tabiat harikasını…

M. E. B. Hasan Âli Yücel de oradaydı. Mithat Fenmen tarihte böyle vakalara rastlandığını anlattı Babam’ a. İDİL’ in (BİRET) Mozart’ ın kulağı gibi özel kulağa sahib olduğunu, küçük besteler yaptığını, ama virtüöz olması için Paris’ e gönderilmesinin uygun olacağını söyledi…” 2

Bu sürpriz tanışmadan sonra küçük İdil, ailesiyle birlikte sık sık Çankaya’ ya davet edilir ve Paşanın huzurunda resitaller verir. Aradan yıllar geçer, İdil biraz büyür ve bu arada aynı yıllarda Ankara’ daki orkestraların birinde enstruman çalan bir şahsın kızı Suna Kan da keşfedilir. İsmet Paşa’nın talimatı ile bir yasa hazırlanır ve TBMM’nde 7 Temmuz 1948 ’ de 5245 sayılı yasa olarak oylanarak kabul edilir. Bu yasaya göre şimdilik, isim belirtilerek İdil Biret ve Suna Kan’ ın ve bunlar gibi diğer yetenekli çocukların yurt dışındaki öğrenimlerinin Devlet tarafından yaptırılması öngörülür. Yetenek belirlemekteki temel kriter ise, bu çocukların “absolut kulak” özelliği yani, ses algılama, duyum, sesler arasındaki en küçük nüansları dahi farketme yeteneğidir.


Suna Kan, İsmet İnönü ve İdil Biret

Öncelikle iki çocuk için özel olarak çıkarılan yasa beraberinde ister istemez maddi-manevi bir takım ayrıcalık ve rantları de beraberinde getirecektir.

Kanun uyarınca yurt dışına gönderilecek çocuklara ana-babası veya bir başka yakının eşlik edeceği, çocuk 16 yaşını dolduruncaya kadar seyahat masrafları dahil iaşe ve ibate ücretlerinin devlet tarafından karşılanacağı, bu çocukların denetlenmesi için, ilgili Bakanlığın denetçilerine yurt dışı seyahat imkânları sağlanması hükme bağlanmıştır. Geçirdiği iki savaş sonrasının fakirliğinde kıvranan Türkiye, bir ütopyanın gerçekleşmesi için kısıtlı bütçesinden bu ve benzeri hovardaca para harcamaları yapmaktan çekinmiyordu.

Bunun sonrasında gerekli yasal ve idari işlemler tamamlanır ve yurtdışına batı müziği öğrenimi için gönderilecek olan İdil Biret öğrenimi tamamladıktan sonra, Türk polifonik müziğinin önde gelen isimlerinden birisi olur. Türk basınının onu sürekli gündemde tutması, uluslararası müzik camiasının da vazgeçilmez isimlerinden biri imiş gibi gösterse de, gerçek hiç de böyle değildir. 1973 yılında ona “Devlet Sanatçısı” ödülü lâyık görülür. 1998 yılında “20. Yüzyılın Büyük Piyanistleri” adı altında 200 CD’lik dizide 70 piyanist arasına alınmaz.Bu durum Biret taraftarlarını oldukça sinirlendirir.

Türk Musıkîsi öğretimi, Millî Eğitim Bakanlığı emriyle 1926 senesinde konservatuvarın öğretim programından çıkarılmıştı. 1940 yılında yapılan yönetmelik değişikliğiyle, enstrüman öğretiminin uygulaması olmaksızın ; sadece teorik şekilde öğretilmek üzere müfredat programına alınırsa da, bu devletin tercihi olan çok sesli müzik politikasından geri adım atmak anlamını taşımayacaktır.

Buna rağmen, Konservatuvar bünyesinde kurulan İcra Heyeti, birkaç sene öncesinde büyük bir darbe yemiş olan Türk Musıkîsinin ayağa kalkmasında sembolik anlamda da olsa bir değer taşıyacaktır. İcra Heyeti Ali Rıza Şengel şefliğinde Mayıs 1941’ den itibaren düzenli olarak konserlerini vermeye başlayacaktır.

Ayrıca Konservatuvar içinde bir de, Folklor Tatbikat Topluluğu adı altında Halk Musıkîsi korosu kurulur. Koro şefi Sadi Yaver Ataman’ dır. Koronun öncelikli işlevi ”Anadolu’ dan derlenen türküleri tanıtmak ve genç kuşaklara sevdirmektir.” Kuruluşunun ilk yıllarında geleneksel musıkîyi seslendiren İcra Heyeti ile birlikte konser veren Topluluk, daha sonraki yıllarda bağımsız konserler verecektir.

1942 yılına gelindiğinde, devletin ”Millî Musiki” yi oluşturma projesinin bütünüyle bir çıkmazın içinde olduğu anlaşılmaktadır. O senenin başlarında Bestekâr Sadettin Kaynak da devletin müzik politikalarını eleştirisini yapan yazılar yazmaya başlamıştır. İşte bu yazılardan birinde; öncelikle musıkîde yapılacak değişiklik için mevcut durumun ne olduğunun tesbitiyle yola çıkılmasını, halkın isteklerini dinlemek gerektiğini, toplumca kabullenilmeyen bir musıkînin belli bir kesime hizmet edecek bir “zümre müziği” olmaktan öteye gidemeyeceğini, Türk musıkisinin sistemi gereği armonize edilmesini uygun görmediğini, anlattıktan sonra yazısını şöyle sürdürür ve bitirir:
“…Dinleyicisiz musiki, milletsiz kral, müşterisiz metâ hep aynı derecede birbirine müsavî talihsizlerdir. Bence, evvelâ gayemizi sağlayacak seslerin halka kutsal gelmesini ve bu seslerin halkça kullanılmasını temin etmeliyiz…

Ne yapmalıyız?

Maziden ayrılacağız. Maziden ayrılmak , onu inkâr etmek değildir. Klâsik ve halk musıkîlerimiz, inkılâp musıkîmizin yaratılması için yeter bir materyal kaynağıdır.
Musiki yapıcıları, inkılâp yolları üzerindeler. Bu işin başarısı hakkında sakladıkları fikirlerin muhassalası olarak yaptıkları ve yapacakları eserlerin randıman vermesi, yani beğenilip benimsenmeleri kaygusuyla yapmaktadırlar.

Hükmü verecek büyük jüri, Büyük Türk milletidir.” 3

Ancak Kaynak’ ın bu görüşleri devletce ve onun maaşlı müzisyenlerince her zaman olduğu ve olacağı gibi hiç itibar görmez. Mesela, Vedat Nedim Tör, konuya daha değişik bir açıdan bakmakta, Türk beşlerinin yaptığı denemeleri kabul görmüş zirve besteler gibi tanıtıp :

“…bestekârlığımız da duruluğa, berraklığa, sadeliğe, çıplaklığa, kısaca neo-klâsik bir sanat anlayışına doğru içten bir yöneliş var. Bu büyük değişimin en tipik örneği bence NECİL KÂZIM (AKSES) dir. Onun ’çiftetelli’ sini tanıyanlar, ’Ankara Kalesi ’ nde yeni bir oluşun parıltılarını sezmişlerdir…
…Pek yakın gelecekte Türk bestekârlarının eserlerini Berlin’ den, Londra’ dan, New York’ dan dinleyebileceğimize inanıyorum…” 4

Neredeyse 70 sene önce yazılan bu yazıdaki dileklerin hiç birisi maalesef gerçekleşmemiştir. Akses’ in o yıllarda övgü ile bahsedilen senfonik dans ve senfonik şiir türündeki bu iki yapıtı ve diğer besteleri, bu gün bırakın Berlin’i, Londra’yı, New York’ u, Türkiye hudutlarında bile dinlenmemektedir.

Vedat Nedim Tör’ ün dile getirdiği ve bir ütopyadan öteye gidemeyecek olan temennileri, başka bir yöntemle gerçekleştirecek kişi yine Sadettin Kaynak’ ın kendisi olacaktır. Makamsal sistemden hiç ödün vermemecesine yazısında bahsettiği sentezleri yapıp ortaya çıkardığı o güzel besteler artık Türk Musıkîsi repertuvarının, toplumca en çok sevilen eserleri içine girecektir. Kaynak’ ın özellikle Hüseynî ve Muhayyer eserlerindeki motifler, geleneksel ve halk musıkîsinin en güzel sentez örnekleri olacaktır.

1943’ de Hüseyin Sadeddin Arel’ in İstanbul Belediye Konservatuvarı ilmi Kurulu Başkanlığına getirilmesi, geleneksel musıkîde Devlet’ in izlediği politikalar sonucu başlayan yozlaşmaların bir ölçüde önüne geçilmesi için atılan önemli bir adımdı . Ancak Arel’ in bir takım görüş ve projeleri Batı Müziği taraftarlarınca benimsenmemesi ve tehlikeli addedilmesi üzerine 1948’ de Konservatuvar ile yaptığı sözleşme feshedilir ve görevine son verilir.
Bunun üzerine Arel kendi imkânları ile aynı yıl “İleri Türk Musıkîsi Konservatuvarı” adı altında bir dernek kurar ve 1 Mart 1948 ‘ de bu derneğin yayın organı olan ”Musiki Mecmuası” nı çıkarmaya başlar.

Her ne kadar İnönü’ nün Cumhurbaşkanlığında geçen 12 yılda devlet müzikteki bütün destek ve imkânlarını “Çok sesli ulusal müzik” lehine kullansa da, o dönemin sivil toplum kurumları geleneksel musıkinin unutturulmasına karşı imkânları oranında direnirler.

Mesela ; bunlardan birisi 1941 yılında Fulya Akaydın ve Ercüment Berker’ in öncülüğünde kurulan İstanbul Üniversitesi Mediko Sosyal Merkezi Klâsik Türk Musıkisi Korosu’ dur. Koro önce Dr. Nevzat Atlığ, daha sonra 1964’ e kadar Dr. Abidin Gerçeker tarafından yönetilir. 1964’ de yönetimi Süheyla Altmışdört devralır. İstanbul Üniversitesinde okuyan öğrencilerden oluşturulan koro, döneminde mevcut olmayan Türk Musıkisi konservatuarının işlevini üstlenmiş ve bir çok ünlü icracıları ortaya çıkarmıştır.

1947 senesinde Burhanettin Ökte ile Fikret Kutluğ “ Türk Musıkisi Dergisi “ni çıkarırlar. Bu dergi ek olarak da iki ciltlik bir Güfte Kitabı yayınlamıştır.

İsmet Paşa’ nın gençliğinde ve savaş yıllarından gelen batı müziği sevgisi 60’ lı yıllarda Başbakanlığı’ nın son günlerinde bir estrüman çalma hevesine kadar gider. Bu yıllarda bir süre viyolonsel dersleri aldığını gerek yakın aile çevresinin, gerekse müzikle haşır neşir olan kişilerin anı ve anekdotlarından biliyoruz.

“…İlk (viyolonsel) dersleri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın viyolonsel sanatçılarından Edip Tezel’ den, daha sonra konservatuvardaki yabancı hocalardan Zirkin’ le devam etmiştir…

…Dersleri bir yıl kadar devam etmişti… Erdal İnönü’ ye göre ‘çalar duruma’ gelmemiştir…” 5

Her halde politikanın gerektirdiği yoğunluktan olacak ki, bundan sonra gerek Cumhurbaşkanı,gerek Başbakan ve gerekse muhalefet partisi lideri olarak yaşadığı yıllarda artık Klâsik Batı Musıkîsi’nin sadece dikkatli ve devamlı bir dinleyicisi olacaktır.
Öyle ki, Başbakanlığı döneminde 21 Şubat 1964 günü kendisine Mesut Suna isimli bir kişi tarafından başarısız bir silahlı saldırı yapıldığının akşamı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ( CSO ) daki klâsik müzik konserine gidecek kadar vefâlı bir dinleyici olduğunu isbatlamıştır.

CSO’ na karşı o kadar büyük bir sempatisi vardır ki, İkinci Dünya Savaşı’ nın en sıcak günlerinde, Türkiye’ de tedbir olarak ekmek karneye bağlanmıştır. Halkın günlük ekmek ihtiyacı, aile reisleri için yarım ekmek, aile fertleri için ise adam başına çeyrek ekmek olarak tesbit edilmiştir.
İşte o günlerden birinin akşamında, İsmet Paşa yine bir CSO konserindedir. Konserin bitiminde ise Paşa, orkestra üyelerini her zaman olduğu gibi tebrik etmektedir :

“… Mükerrem Berk, 18 yaşında olmasına rağmen, orkestraya yeni katılmıştı. Solgun ve zayıf yapısıyla bir konserde İnönü’ nün dikkatini çekmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti :
_ Sen niye bu kadar zayıfsın bakayım ?
_ Bilmiyorum Paşam !…
_ Senin yüzün de sarı. Yoksa ekmek mi az yiyorsun ?
_ Verildiği kadar yiyorum Paşam…
Bu konuşmadan sonra İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’ e dönerek :
_ Bunların kanlı canlı, enerji dolu olması lâzım. Bunlara gerekli gıdayı verelim…
Talimatını verdi….” 6

İsmet İnönü’ nün sanatta, özellikle müzikte tercihi ömrü boyunca tartışılmaz bir şekilde klâsik batı musıkîsi olmuştur. Devlet adamlığının gerektirdiği şekilde alternatif müziklere de sempati ile bakması uygun olacakken, en azından o müziklere antipatik bakmaması gerekirken , İnönü bu konuda oldukça katı bir tutum izlemiştir.

Cînuçen Tanrıkorur’un iki anekdotu, İsmet Paşa’ nın Türk musıkîsi’ ne bakış açısını net bir şekilde ortaya koyar :

“… 1967 sonbaharıydı yanılmıyorsam…(uçakta) CHP Genel Sekreteri KASIM GÜLEK. Tesadüfen gelip yanıma oturdu… ’Efendim dedim, size özel bir soru somama müsaade buyururmusunuz? , ’Tabii ,buyurun , dedi, ’Paşa (İnönü) bizim müziğimizden pek hoşlanmıyor galiba efendim’ dedim. Belli belirsiz gülümsedi ve ‘Evet, onun öyle bir saplantısı vardır. Ankara Devlet Konservatuarı’ na bir Türk musıkisi bölümü ilâvesini ne zaman teklif etseler, ’Bahsetmeyin bana böyle bir şeyden’ diye terslediğine çok şahid olmuşumdur…” 7

Bu kerre yıl 1968’dır. Ankara Millî Kütüphane’ de Tanburî Cemil Bey’ in 52. Ölüm Yıldönümü için bir anma konseri yapılmaktadır. Bundan sonrasını yine Tanrıkorur’ dan dinleyelim :

“…İsmet İnönü, sağında eşi, solunda Ali İhsan Göğüş olmak üzere salondan içeri giriyordu. Tabii hemen gidip elini öptüm ve ön sıraya oturttum… Özellikle Atatürk sonrası dönemin müzik eğitimi politikasını çok ağır bir üslûpla eleştirdiğim konuşmam sırasında, zaman zaman A. İhsan Bey’ le fısıldaşıyor, defterini açıp bazı notlar alıyordu.
Türk musıkîsi’ nden hayatı boyunca şiddetle nefret etmiş olan İsmet Paşa, bazen Atatürk’ün davet ettiği fasılların dahi ortasında kalkıp gittiği halde bu konsere niye gelmişti? Tanburî Cemil Bey’ e karşı duyduğu (hiç ihtimal vermediğim) hayranlığından mı, yoksa politikacıların hangi yaşta olsunlar bir türlü doyamadıkları alkışlanma tutkusundan mı?…

…(konserin sonunda) ne beni, ne onlardan (saz heyeti) birini çağırıp, nezaketen bile olsa tebrik etmeye lüzum görmeden (ki halka mal olmuş bir büyüğe yakışan buydu) aynen geldiği gibi alkışlar içinde çekti gitti. Efendilik bizde kalsın diye uğurlamak için arkasından kapıya kadar yürüdüğümde, eşine Müjgân Hanım’ ı göstererek, zor çıkan boğuk sesiyle, ’Bu kadın var ya bu kadın! Bana alaturka konser dinletti ! ’diye, (âdeta AİDS mikrobu bulaştırılmış gibi) yakınıyor, bu sitemiyle Müjgân Hanım’ a herhalde büyük bir iltifatta bulunduğuna inanıyordu…” 8
__________________________________________

D İ P N O T L A R :
1 Şefik KAHRAMANKAPTAN, ”İsmet İnönü ve Harika Çocuklar”, Ümit Yayıncılık, Ankara/1998, s. 58
2 Şefik KAHRAMANKAPTAN, ”a. g. e”, s.95
3 Sadettin KAYNAK, ”Musıkîmizin Bu Günkü Durumu ve Musiki İnkılâbı”, Radyo Mecmuası, 15 Birinci Teşrîn 1942, sayı: 11, s. 3
4 Vedat Nedim TÖR, ”Bestekârlarımız Çalışıyor”, Radyo Mecmuası, 15 İkinci Teşrin 1942, sayı: 12, s. 14
5 Şefik KAHRAMANKAPTAN, ”a. g. e”, s. 70
6 Şefik KAHRAMANKAPTAN, ”a. g. e”, s. 80
7 Cînuçen TANRIKORUR, ”Sâz-ü Söz Arasında”, Dergâh Yayınları, İstanbul/2003, s. 153
8 Cînuçen TANRIKORUR, ”a. g. e”, s. 154




Hoşgeldiniz