Türkiye’de “Müzik Devrimi“nin Geçmiş & Güncel Yansımaları Üzerine… Salih Zeki Çavdaroğlu


Toplam Okunma: 3308 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 21:57
Kategori: Fikir Yazıları

…Ancak iki konu vardır ki, toplumun ezici çoğunluğu bunları asla benimsememiş ve direnmeye devam etmektedir. Bunlardan birisi din, diğeri musıkidir… Kültür alanında, yönetimce öngörülen yeniden yapılanma hareketleri, 1923-1950 arasında tam 27 sene tavizsiz bir şekilde uygulandı… O zamanki yeni hükümet DP ‘nin ilk önemli icraatı ise Ezan’ ın yeniden aslî şekline döndürmesi oldu. Ne kadar ilginçtir ki, TBMM ‘nde buna ilişkin kanun değişikliği yapılırken, CHP’ li milletvekillerinin hepsi de olumlu oy kullandı. Lâik kesim, bunu bir karşı devrim olarak yorumladı…

Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte Türk Toplumunun sosyal, siyasi, din, kültür v.d. alanlarında devrim niteliğinde radikal değişiklikler yapıldığı hepimizin mâlumudur.

Özellikle kültür alanında, yönetimce öngörülen yeniden yapılanma hareketleri, 1923-1950 arasında tam 27 sene tavizsiz bir şekilde uygulandı. Türk halkının kıyafeti, dili, yazısı, ibadetleri ve müziği “Batı” odaklı bir anlayış içerisinde, hem nitelik, hem de nicelik yönünden önemli bir şekilde değişime uğradı.

Bu değişimlerden bir çoğu halk tarafından itirazsız bir şekilde benimsendi. ı Benimsenmeyenler ise devlet gücü ile yapay bir şekilde kabule zorlanıldı.

1945 yılında dünyanın konjonktürel durumu sebebiyle, dönemin Millî Şefi, kerhen çoğulcu demokratik düzeni kabul eder. 1946 yılında bu amaçla yapılan seçimlerde tek parti rejimi, bir takım sandık oyunları ile iktidarını korursa da, 1950 senesinde yapılan seçimlerde takke düşer, kel görünür ve “Yeter Söz Milletindir” sloganıyla seçime giren Demokrat Parti ‘ye demokratik bir “Ak Devrim” yoluyla iktidar yolu açılır .

O zamana kadar, polis ve jandarma gücüyle kabullenilmeyen devrimlere karşı önlenen halk tepkisi, yeni iktidarın zaten seçimi kazanmasında en önemli faktör olduğundan, yeni iktidar tabandan gelen isteklere uyarak, bu yanlışlardan dönmeye başlar. Zaten halk, önceki rejimin önerdiği herşeyden memnun olsaydı, oyunu DP yerine CHP ‘ye verir ve bu yolu asla açmazdı.

1950 senesine gelindiğinde yeni kıyafet, yazı, medeni hukuk v.b. bir sürü devrimi benimsemiş ve buna ilişkin bir sorun kalmamıştır. Bu yüzden toplumun bunlara ilişkin bir geriye dönüş talebi olmaz.

Ancak iki konu vardır ki, toplumun ezici çoğunluğu bunları asla benimsememiş ve direnmeye devam etmektedir. Bunlardan birisi din, diğeri musıkidir.

Çünkü gerek din ve gerekse müzik “şapka” değildir ki, onu çıkar bunu giy, diyen bir otoritenin buyruğu yerine getirilsin. Her ikisi de asırların birikimi ile, onu uygulayan insanların adeta genetik kodlarına kazınmış bir birikimdir. Bunların değişmesi için, öncelikle onlara önerilen müziğin hayat bulduğu coğrafyanın din, kültür ve diğer sosyal birikimlerini zerketmek gibi imkânsız bir değişime gerek olduğu, önerenlerce akıl edilemiyor muydu ?

Dinde hedeflenen amaç, bin yıldır ibadet ritüellerini İslam ‘ın asli diliyle gerçeklestiren bir millet “Türkçe Kur’an”, “Türkçe Ezan” ve “Türkçe İbadet” adı altındaki değişim projeleriyle, dinde reforma zorlanıyordu. Tam 17 senedir ezan, “Allahu Ekber” yerine “Tanrı Uludur” sözleriyle okunuyordu. Bundan lâikçi kesim oldukça memnun ise de, bunu bir türlü kabullenmeyen mütedeyyin kesim durumdan oldukçe tedirgindir ve rahatsızlık duymaktadır .

Yeni hükümet, tabandan gelen tepkileri değerlendirdi. DP ‘nin ilk önemli icraatı da Ezan’ ın yeniden asli şekline döndürmesi oldu. Ne kadar ilginçtir ki, TBMM ‘nde buna ilişkin kanun değişikliği yapılırken, CHP’ li milletvekillerinin hepsi de olumlu oy kullandı ve bir yanlıştan bu şekilde dönüldü. Bu değişikliğe Dindar kesimden bir tek itiraz gelmedi. Ancak laik kesim, bunu bir karşı devrim olarak yorumladı, hala da aynı söyleme devam ediyorlar. Tek partili dönem taraftarlarınca karşı devrimciliğin lideri olarak tanımlanan ve bir anlamda bunun diyetini darağacında erdiği kellesi ile ödeyen rahmetli Menderes ise, hala aynı kesimce şiddetle eleştiriliyor. Bu bir karşı devrim ise, karşı devrimciler, bu gün lâikçilerce “göbeğini kaşıyanlar” olarak isimlendirilen, milletin muhafazakâr ve dindar kesimin dedeleri ve nineleridir.

Esas Konumuz olan müziğe geldiğimizde, ilk bakışta, ona devletce din’de yapılması istenilen devrimlerden daha farklı bir metod uygulandığını görüyoruz. Yani dinde sadece ibadet dili olarak, Arapça yerine Türkçe ‘nin getirilmesi istenirken, musıkide ise mevcut geleneksel müziğin tamamen yok edilerek, yerine yepyeni, yani sıfırdan yeni bir müzik anlayışı amaçlanıyordu.

Kültür değişimin hareketlerinde Devlet ‘in ideologu Ziya Gökalp idi. Kendisi ne bir müzik teorisyeni ya da icracısı olmadığı halde, Müzikte oldukça iddialı tezler öne sürüyordu. Bu tezler, tabii ki hiçbir ilmi arka planı olmayan, siyasi ve ideolojik radikal tesbitlerdi. Tezlerinin ana eksenini ise;

“… Ülkemizde yan yana yaşayan iki musiki olduğunu, birisinin Türk halkı tarafından kendiliğinden oluşturulmuş Türk Musikisi, diğerinin Farabi tarafından Bizans’tan ithal edilen Osmanlı Musikisi olduğunu, Halk Müziği ‘nin kültürümüzün, Osmanlı Musikisi’ nin ise Medeniyetimizin Musikisi olduğu,’ Osmanlı Musikisi ‘ nin belli kurallardan meydana gelmiş bir bilim olduğunu, Türk Musikisi ‘nin ise naif, belli usul ve kuralları olmayan, bilim kalıpları dışında içten melodilerden ibaret olduğu “şeklinde demagojik bir argümana dayandırıyordu.

Bu görüşten yola çıkılarak, geleneksel Türk musıkisinin önce okullardaki öğretiminin, sonra uzun süre radyolardan yayınının yasaklanması bu gün konuya ilgi duyan herkesin mâlumudur.

Teşbihte hata olmaz deyip, bunu örnekle açıklarsak: 600 yildan bu yana kabullendiğimiz musıkiyi bir gül bahçesi kabul edelim. Bu bahçenin her tür ve renkten çeşitli güller vardır içerisinde. Batılılaşma hevesi uğruna, güllerin Çağdaş bir çiçek olmadığı, bundan sonra gül yetiştirilmeyeceğinin yanında, mevcut güllerin de koklanmaları da artık yasaklanıyordu. Gül fidanlarının sökülüp, yerine uygar ve Çağdaş Avrupa ‘nın “Krizantem” fidanlarının dikilip, yetiştiğinde, bunların koklanacağı uygun görülüyordu ki, bu gerçekten insan yaradılışıyla bağdaşmayacak ve kabullenilmez bir durum idi. Nitekim güller söküldü, yerine krizantemler ekildi. Ancak her nedense bir türlü çiçek oluşmuyordu. Bu kez, o fidanlara eski güllerden kalan aşılar yapılsa da, ortaya Krizantem değil, renksiz, kokusuz acayip bir bitki çıkar. Bu arada çiçek bahçesinin boş kalan yerlerinde ayrık otları ve kaktüsler belirmeye başlar.

Arabesk ve Aranjman gibi isimler verilen bu yabani çiçekler halk tarafından koklanmaya başladığında ise, en büyük tepki de Krizantem yetiştiricilerinden gelir. Buna sebep kendileri değilmiş gibi, önce halkı, sonra onların seçtiği siyasetçileri, ilkin cehalet, daha sonra hıyanet ile suçlarlar. Gele gele müşterisiz meta olan müziklerine olmayan rağbeti de “karşı devrimcilik” le suçlayarak, bir türlü meydana getiremedikleri “Ulusal Musiki”ye, hayali bir gerekçe gerekçe kılıfı giydirirler.

Bununla da kalınmaz geleneksel musıkimiz bir günah keçisi olur. Kendilerini “sanatçı” olarak tanımlayan, ancak sanatın gerektirdigi incelik ve saygıdan yoksun bazı adamların, musıkişinaslara ve musıkimize yapmadıkları aşağılama ve hakaret kalmaz .

Hatta bunların içinde öyleleri vardır ki; Musiki inkılabı hareketi başlayana kadar, geleneksel çerçevede faaliyette bulunan bazı bestekârlar, bu hakaret korosunun içinde yer alırlar. Yani, tabir caizse, “kimin eşeğine binerlerse onun türküsünü söyleyen” eyyamcı zevât o zamana kadar ekmek yedikleri sanata inanılmaz zehirler kusarlar.

Örnek mi, işte bazıları:

Mildan Niyazi Ayomak (1888-1947) ki, Türk Musikisi repertuvarında 50 ‘ye yakın bestesi bulunan bir Bestekâr olmasına rağmen, devrin gereğine göre bildiği ve inandığı değerlerden bir anda çark etmiş, Türk musıkisine “Alaturka denmesini bile kabul etmeyerek, onu” alatekke “veya “alasaltanat” musiki olarak adlandırır. Geleneksel Musıkînin makam isimlerini değiştirme girişimlerinde bulunacak kadar pervasızlaşır. Hatta geleneksel musıkiyi kasdederek, “Bu musıkiyi midesi bulanmadan dinleyen var mı? “Diyecek kadar da hınç ve hışım doludur.

Bestekâr Kemal Emin Bara, Türk musıkisine Ağır hakaretler, hatta bununla yetinmeyerek küfredecek kadar husumet içindedir.

Yıllarca Dârü’l Elhan (Konservatuvar) Müdürlüğünü yapan bir Bestekâr olan Musa Süreyya Bey, Türk Müziğine galiz ve ağır hakaretlerini savuruyordu .

Musa Süreyya Bey’in, müzik öğretmeni olan Eşi Refet Süreyya Hanım kendini o kadar kaybediyordu ki: ‘Türk Müziği mutfak paçavrasıdır. Bunu başına saranlara bırakınız helal olsun. Başı ağrımadan Türk Musikisi dinleyenlerin kafası bal kabağından yapılmıştır. ” gibi şuursuz cümleler ile adeta histeri nöbetleri geçiriyordu.

Dönemin Güzel Sanatlar Kurul Üyesi tarihçi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, yazdığı bir makalede: “… Alaturka musiki irtica musıkîsidir, ona müdahale etmek lâzımdı …” sözleri ile yıllarca sürecek anlamsız bir sloganı icad ediyordu.

Yazar Aka Gündüz ‘ün de Türk Musikisi konusunda elbette söyleyecekleri, daha doğrusu kusacağı nefretler vardır. O da:

“Hele incesaz kısmı büsbütün yürekler acısı, evlere şenlik bir şeydir. Zurnanın en çatlağından, darbukanın en patlağına kadar; Sesin en ciyaklısından, gazelin en öksürüklüsüne, tıksırıklısına kadar ne ararsan var … ”

Tiyatrocu Güllü Agop’un oğlu Necip Yakup Aşkın isimli Batı müziği kemancısı ise, kendi seviyesini iyiden iyiye ortaya koyan şu sözleri sarfedebiliyordu:

“.. Alaturka musiki iptilası ile afyonkeş olmak arasında pek fark yoktur ..”

Bu zihniyetin günümüzdeki temsilcileri de maalesef tek sesli ve çok sesli müziklerin teorik ve pratik yapılarını irdeleyip, yorumlayacakları yerde, yine selefleri gibi çok sesli müziğe övgüler, tek sesli müziğe ise sövgüler düzmeye devam etmektedirler. Bu öylesine bir saldırıdır ki bu, bu kesimin içinde bırakın müzikolog yada müzisyen olmayı, bir dinleyici niteliği bile olmayan ukalâlar geleneksel musiki ‘nin tek sesli olduğundan, “antidemokratik”, çok sesli müziğin ise “demokratik” olmasından dem vurmaktadırlar. Bu söylemleri de, ne bireysel ve toplumsal Psikolojiyi, ne müziği, ne de demokrasiyi bilmediklerinin itirafını ortaya koymaktadır.

Buna örnek olarak, bir tıp profesörü olan Türkân Saylan, hem bir müzikolog, hem de bir psikolog edasıyla :

“…Türk Sanat müziği yerine,Batı müziği dinleyin, Çünkü çok sesli Batı müziğinde farklı sesler uzlaşıyormuş.(Yani rivayet ediliyor demek istiyor.S.Z.Ç.) Tek sesli Türk müziği buna müsait değilmiş (Yine rivayet ediyor.S.Z.Ç).Ve Saylan’ dan her derde deva yeşil reçete:’Batı müziği dinleyen demokrasi anlayışına sahip olur.”

sözleri, bilgi sahibi olmadığı bir konudaki, fikir zenginliğinin parlak bir örneğidir.

1971 ‘de Kültür Bakanlığı’ nın Devlet Konser Salonu ‘nda bir Itri konseri düzenlemesi, bu çevreleri ayağa kaldırır. Kemancı Suna Kan bu direnişin bayraktarıdır. Sözüm ona “Tek”, ses diye aşağıladığı musıkimize fütursuzca saldırılarda bulunur . 1923′lerden beri Osmanlılık’la ilgimiz kalmadığından dem vurarak, bunun hem Atatürk’ün devrimlerini zedeleyeceğinden, hem de Kemalist Türkiye içi kötü kötü bir propaganda olacağından söz ederek aba altından sopa gösterir.

Özürü kabahatinden büyük bir şekilde de, kendisinin bu salonda Beethoven’in, Brahms’in, Bartok’un, Erkin’in, Rey’in, Saygun’un eserlerini icra ettiğinden, Itri isminin bu salonda yeri olamayacağına, yavuz hırsız ev sahibini bastırırcasına karar verir. Ne acıdır ki Türkiye o yılllarda askeri bir ara dönem yaşamaktadır. İsmet İnönü ‘nün de bu doğrultuda Başbakan Nihat Erim’ e baskısı sonucunda Kültür Bakanı Talat Halman görevinden alınır.

Yine makul bir gerekçeleri yoktur; bu yüzden de her zaman yaptıkları gibi çaresizliklerini yine Atatürk ‘ün ismine sığınarak gizlemeye çalışırlar.

Günümüzde bir konservatuvar müdürü, her kızın çeyizinde bir piyano olsa, demokrasiye geçişimizdeki bütün engellerin aşılacağını: “… Bizim de Avrupa ‘dakiler gibi piyano fabrikalarımız olsa. Piyano, çoksesliliğe, duyarlılığa, demokrasiye intibakın tek aracı aslında. Her kızın çeyizinde keşke piyano olabilse … ” ibretlik bir mizahi söylemle açıklar.

Yeni bir ulusal müzik uygulamasının başlamasından bu yana geçen, seksen seneden fazla bir zaman aralığı içinde, gerek tek partili dönem, gerekse çok partili rejim içerisindeki iktidarlar, bir devlet politikası olarak Türk musıkisini bir kenara atıp, devletin bütün imkanlarını bir müzik ütopyasına seferber etmelerine rağmen hala nedense, bu İnkılâp bir türlü gerçekleşmemiştir. Bugün bile Toplumun böyle bir talebi olmadığı kesinlik kazanmasına rağmen, bu nafile çabadan, devlet desteğini bir türlü çekmemektedir.

Ulusal Musiki adına o günden buyana, gerek ulusal, gerekse Uluslararası Müzik plâtformunda ses getirecek, işte bu bize özgü denebilecek nitelikte bir eser meydana getirilmiş özgün bir eser yoktur.

Kendilerine kolaylıkla Türk Beşleri, kompozitör gibi Ünvanlar yükleyenler, “Ulusal Musiki” arayışlarında bir çıkışlu bulamadıklarını anlayınca, “açıkgözlülük”le nitelendirilebilecek bir yönteme başvururlar.

O yöntem de, Klasik Türk musıkîsinin büyük eserlerine, ya da halk müziğimizin renkli türkülerine mal bulmuş mağribi gibi sarılmaktan başka bir şey değildi. Öyle ki, adına “çeşitleme” dedikleri “yapıt ” larında sık sık bu zirve Klasikleri veya türküleri neredeyse aynen alacaklar, sadece kötü bir armoni yapmalarını, özgün bir eser üretmişcesine goygoylayacaklar, müzik diye ortaya çıkan ucubelerinin haşmetine (!) kendileri de inanacaktırlar. Hatta işi Büyük Itri ‘nin Segâh “Tekbir” rine el atmaya kadar vardıracaklardır.

Halk türkülerine yaptıkları acemice armoni çalışmalarında, bu Türkülerin milli bir musıkinin ürünleri olduğu kadar, yerel farklılıklarını farketmemeleridir. Onlara göre bir Karadeniz türküsü de, bir Urfa “uzunhavası” da, bir Ege “Zeybeği” de, tek tip bir anlayışla, aynı kalıplar içinde notaya alındı mı iş bitmiş, “Yapıt” ortaya çıkmıştır. Nasıl olsa bu ülke insanları onları “Devrim” hatırına beğenmek, dolayısıyla da dinlemek zorunda değil midirler ?….

O dönemde ÖZSOY, BAY ÖNDER ve Taşbebek adı ile bestelenen acemi opera denemeleri karşısında, devletin yarı resmi yayın kuruluşu ULUS Gazetesi bile ağır eleştirilerde bulunur. Gazete bu gibi denemelerde ortaya konan çalışmaları yeterli bulmaz, devletin verdiği maddi- manevi imkânlara rağmen, bestecilerin devrimi yeterince kavrayamadıklarını ve bunu eserlerinde yeterince yansıtamadıklarından şikayet eder.

Bugün, batılıların Dünya çapındaki kompozitörlerinin eserlerini icra eden başarılı üç-beş yorumcudan başka, ortada övünülebilecek pek bir şeyleri yok. Üstelik milli Musiki adını verdikleri de, Uluslar arası polifonik müzikten başka bir şey değil ve onlarda bu müziğin vasat bir icracıları olmaktan öteye geçememişlerdir.

Senede birkaç kez Türkiye ‘nin en ücra bölgelerinde başta CSO olmak üzere, çeşitli orkestralar polifonik Konserler verirler. Bu konserlere bir şekilde götürülen ve çoğunluğu da konser boyunca kerhen orada bulunan birkaç yüz dinleyici, Medya organlarımızca “halkımız çok sesli müziği sevdi” başlıklarıyla değerlendirilir. Buna rağmen bırakın Doğu, Güneydoğu halkını, başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük şehirlerimizde dahi, bu müziğin onun sempatizanları nedense bir türlü arzulanan çoğunluğa erişememektedir.

Onlar da bu gerçeği tesbit ettiklerinde hemen “karşı devrim” paranoyası yaşamaktadırlar.




Hoşgeldiniz