Türk Müziğinin Dramı: “Arz Talebi Yaratır!”… Prof. Dr. Özer Ozankaya*
Toplam Okunma: 3009 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 03:05
…Sanatı “folklor”dan ayırmak da büyük önem taşır. Folklor, “halk bilgi ve becerileri” demektir. Sanat ise uzmanca ve dizgesel bir yetişmeden geçmiş, tarihsel ve uluslararası karşılaştırmalar yaparak dalının türlü anlatım yol ve içeriklerini incelemiş kişilerin insan duygu ve düşüncelerini anlatıma kavuşturan yaratılarına verilen addır. Kültürel çağdaşlaşma, folklor düzeyinden sanat düzeyine yükselme başarısı demektir… Ne yazık ki 1950′lerle birlikte müziğimiz, gerekçesiz olarak “Türk müziği çok sesli olmaz!” diye tutturan dayatmacı bir siyasal ve yönetsel hoşgörüsüzlüğün baskısı altına sokulmuştur…
Türk Müziğinin Dramı: “Arz Talebi Yaratır!”… Prof. Dr. Özer Ozankaya*
Müziğin Yeri
Ünlü besteci Johann Strauss’ın bir tek Mavi Tuna’sı ile insanlığa yetmişbin doktordan daha çok hizmet ettiği söylenir. Kuşkusuz bu kavrayışa ulaşanlar, çağdaş bir ulusal kültür için güzel sanatların vazgeçilmez değerini bilenlerdir. Yalnızca dar teknik bilgilerle başarılı doktor, mühendis, yönetici, bilimadamı, vb. olunamayacağını anlayanlardır.
Sanat, yani güzellik duyu ve becerisi, eskilerin “mütenasip” sözcüğü ile anlattıkları ölçü, orantı üzerine dayalıdır. Böylece insanlarda “ölçülü” olma duyu ve beğenisinin oluşup güçlenmesini sağlar. Güldürü ya da ağlatı biçimlerinde bile sanat, aslında ölçünün, orantının önem ve değerini vurgulamaktadır. Shakespeare toplumu bir çalgıya benzetirken, ölçü ve orantının sanat için de, toplum için de gereğini vurgulamaktadır:
“Şu çalgıdan ölçüyü, uyumu kaldırın bir,
Görürsünüz o zaman kopacak gürültüyü!”
Ölçülerin değiştiği ve değişeceği açıktır, ama ilerleme ve gelişme ölçüsüzlük demek değildir.
Sanatı “folklor”dan ayırmak da büyük önem taşır. Folklor, “halk bilgi ve becerileri” demektir. Sanat ise uzmanca ve dizgesel bir yetişmeden geçmiş, tarihsel ve uluslararası karşılaştırmalar yaparak dalının türlü anlatım yol ve içeriklerini incelemiş kişilerin insan duygu ve düşüncelerini anlatıma kavuşturan yaratılarına verilen addır. Kültürel çağdaşlaşma, folklor düzeyinden sanat düzeyine yükselme başarısı demektir.
Müzik, türlü insan duygu ve düşüncelerinin, toplum ve doğa olaylarının, sesler dünyasının olanaklarıyla, insanları yakından ilgilendirip derinden etkileyecek biçimde anlatıma kavuşturulması demektir. Müziğin özellikle son 50 yıldanberi oluşan koşullarda, başka iletişim yollarına oranla çok daha büyük bir etkileme olanağı doğmuş bulunuyor. Ses kayıt ve yayın uygulayımındaki (teknolojisindeki) büyük ilerlemeler dolayısıyla müzik, söz ve yazıdan daha etkin biçimde insanlara ulaşabilmektedir. Özellikle de çalışma yaşamının, siyasal yaşamın insanlararası ilişkilerin bilinen gerilimleri ve hergün ırmaklar gibi akıtılan propaganda yayınları karşısında, insanlar çoğu kez bir paragraflık bir yazıyı, birkaç dakikalık bir ciddi konuşmayı bile katlanılmaz bulmakta ve hemen müziğe sığınmaktadırlar.
TOPLUMSAL ve KÜLTÜREL YOZLAŞMA
Böylesine büyük önem taşımasına karşın, Türkiye’de müziğin son 50 yıldanberi artan ölçüde yüzüstü bırakılması, ancak bir toplumsal ve kültürel yozlaşma ortamıyla açıklanabilir kanısındayım. Bilindiği gibi Konfüçyüs’tenberi “Bir toplumda müzik bozulmuşsa, orada pek çok şey bozuk demektir.” Gözlemi yapılır.
Türk müziğinin çağımız koşulları içinde varlığından sözedebilebilmesi için, bu alanın da düzenli yetişmeden geçmiş, ulusal ve uluslararası düzlemde, dünü ve bugünü ile karşılaştırmalı incelemeler yapmış, sesler dünyasının türlü insan duygu ve düşüncelerini anlatıma kavuşturmadaki göreli olanaklarını tanımış, gerçek müzik sanatçılarının yönlendirmesine kavuşturulması zorunludur. Bu olmadığı için müzik diye ortaya sürülen şeyler, çoğunlukla ulaşılamayan sevgilinin al yanağı, gül dudağını, aygın-baygın bakışını, yazgı diye sunulan derdi, üzüntüyü, haksızlık ve yoksulluğu … sözüm ona anlatan, yine çoğu Doğu ya da Batı’dan aktarma uydurma parçalar olmaktadır.
Oysa insan duygu ve düşünceleri bunlardan ibaret değildir. Bu sözde müziğin özellikle cinselliğe bunca batmış olması karşısında, cinselliğin olağan insan yaşamının doğal bir parçası olmakla birlikte tümü olmadığını, tersine yüzde üçü, bilemediniz yüzde beşinden daha büyük yer tutmadığını haykırmak gerekiyor. Anne, baba, arkadaş ve insan sevgisini, doğa sevgisini, güneşi, ayı, denizi, dağı, bilgeliği, adaleti, yiğitliği, barışı ve bunların karşıtlarını sesler dünyasının olanaklarıyla anlatamayan bir toplumun müzik “sanatına” sahip olduğu söylenebilir mi?
Örneğin sinema ve benzeri görsel sanat ürünlerinde bir sevinç ya da korku heyecanını, bir gerilim durumunu, bir kovalamacayı, bir yardımlaşmayı … izleyiciye daha iyi duyurabilmek için, dahası herhangi bir TV ve radyo programının tanıtım parçasını oluştururken hemen Batı Müziği denilen çok sesli müzik parçalarına başvurmak zorunda kalınması, ulusal kültür ve ulusal sanat üzerine söylev çekenleri düşündürmeli, değil mi?
Atatürk bu konuda hem gerçeklere doğrulukla bağlı, hem de açık yürekli uyarılarda bulunmuştur. Aydınların halk dalkavukçuluğu yapmamaları, uluslarının çağın uygarlığının en önünde yer alabilmesi için eksik ve yanlışlarını belirtmekten geri kalmamaları, ama önerilerini kendi ulusal kültürümüzün kalıcı, evrensel değerlerinden çıkarmaları, böylece somut örneklerle ilerlemenin ne olduğunu, nasıl gerçekleşebileceğini göstermeleri gerektiğini vurgulamıştır:
1 Kasım 1929′da Emile Ludwig’e Atatürk görüşünü şöyle belirtmiştir:
“Montesquieu’nün ‘Bir ulusun müzikçilikteki eğitimine önem verilmezse, o ulusu ilerletmeğe olanak bulunamaz’ sözünü okudum, onaylarım. Bunun için müzikçiliğe pek çok özen göstermekte olduğumu görüyorsunuz. Ülkemizde çalınan, Türk müziği değildir, Bizans işidir. Bizim ulusal müziğimiz Anadolu halkında işitilebilir. Batı müzikçiliğinin bugünkü düzeyine gelmesi dörtyüz yılda oldu diyorsunuz. Bizim bu kadar bekleyecek zamanımız yok. Onun için Batı müzikçiliğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.”
1 Kasım 1934 günlü Meclis açış konuşmasında da bu konuda şunları vurgulamıştır:
“Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim; bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gereken Türk müziğidir. Bir ulusun yeniyi almasında ölçü, müzik değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeğe yeltenilen müzik, yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce günün son müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel müzikteki yerini alabilir. Bugünkü Türkler, müzikten, yüksek ve duyarlı başka ulusların beklediği hizmeti bekliyorlar. İşte bu bakımdan klasik Osmanlı müziğini canlandırmaya çalışanların çok dikkatli bulunmaları gerekir.”
GERİCİLİĞİN ÇELMELERİ MÜZİĞİMİZİ DE YOZLAŞTIRDI!
Ne yazık ki 1950′lerle birlikte müziğimiz, gerekçesiz olarak “Türk müziği çok sesli olmaz!” diye tutturan dayatmacı bir siyasal ve yönetsel hoşgörüsüzlüğün baskısı altına sokulmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı, yukarda belirtilen niteliklerde müzik öğretmenleri yetiştirme ve her düzeydeki okulları yeterli müzik öğretmeni ve araç-gereçleriyle donatma görevini artan bir ölçüde savsaklamıştır. Atatürk döneminden kalan konservatuar, opera, orkestra, bale kuruluşları gereğince desteklenip özendirilmemiştir.
TRT ile Kültür Bakanlığı, Türk müzik sanatının gelişimine en büyük katkıyı yapabilecek başlıca kurumlarımız durumunda iken, bu yolda verimli olamamışlardır. Bir yandan müzikte yığınlara ulaşabilmenin en etkili yolu olan kaset ve video alanının dışında kalmakla, bu alanı seks, gözyaşı, din ve ideoloji sömürüsü yapanlara sanki bırakmış gibidirler. Bunun gibi sinema, tiyatro, belgesel film, eğitim ve eğlence, vb. programları için gerçek sanatçılara yeterince siparişler vermedikleri gibi senfoni, konçerto, opera, bale, hatta nitelikli hafif müzik üretimini canlandırıcı yeterli etkinliklerde de bulunmamışlardır.
Türk halk ya da alaturka müzik parçalarını çağdaş tekniklerle, çok sesli olarak, en uygun çalgıların katkılarıyla zenginleştirip geliştirebilecek sanatçıları, bu çalışmalarında özendirici ve destekleyici olmamışlardır.
Folklor düzeyinden sanat düzeyine yükselmek ve böylece gerçek anlamda ulusal ve evrensel Türk müzik sanatını oluşturmak, bunlar yapılmadan nasıl olabilir? Uluslararası ilişkilerin bunca yoğunlaştığı bu çağda, en azından birkaç yılda bir, dünya uluslarının zevkle, imrenerek mırıldandığı bir Türk ezgisi üretemezsek, dünyada olumlu bir “Türk tasarımı”nın (Türk imajının) oluşmasını da boşuna bekleriz.
Bu tablonun üçüncü bir temel ögesi de son 50 yılın ekonomi politikasıdır. Kamu kaynakları harcaması üzerinde gelişen kuşkuları “Sermayeyi ürkütmeyelim!” diyerek koğuşturma dışında tutacak ve “Benim memurum işini bilir!” deyecek ölçüde ahlak sınırlarının dışına çıkma çığırını açmış ve akılları durduracak ölçülere vardırmış olan bu ekonomi politikası, Türkiye’de zaten henüz sayıları çok az olan eğitimli, güzel sanatların değerini bilen, gerçek müziği yoz müzikten ayırdedebilen insanları eğlence ve dinlenme yerlerinin dışına itmiştir. “Güzel zaman geçirme”nin ne demek olduğunu bilenlerden yoksun kalan eğlence yerlerinin, gerçek sanatçılar ve sanat yaratımları için özendirici olması beklenemezdi.
Türk müziğindeki ağır yozlaşmanın işleyişi şöylece özetlenebilir kanısındayım:
Yapay olarak yaratılan bir tekel ve yozlaşma ortamında, “arz talebi yaratmıştır, talep arzı değil!” (1)
__________________________________________
*Bilkent Üniversitesi ve ODTÜ Öğretim Üyesi
(1)http://www.dusun.org.tr/sayfalar/calismalarimiz/makaleler/oozankaya3.pdf