Müzikle Dans Eden Beyin…
Toplam Okunma: 4741 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 21:47
Keman çalışı da öyleydi: Doğru çalmak için değil… Yayı titretmeden düz çekmek, pis basmamak, doğru vibrato yapmak değil amacı… Ruhtan, beyinden çıkan bir ‘Düşüncenin’ hayata geçmesi için müzik yapmak… Bu türden bir mutluluk kavramının varlığı kuvvetle hissedilse de tanımı bir türlü yapılamayan, yapıldığında da her ağızdan başka seslerin çıktığı aşk kavramı gibi bir şey. Yaşanıyor, kavranıyor ama ifade edilemiyor. İnsan, odanın bir köşesinde oturmuş, radyo sesi eşliğinde gazete okurken birden beklenmedik bir müziğin çalmaya başlamasıyla tempo tutmaya başladığı, sonra da belki bütün varlığıyla katıldığı bu müzikle duyduğu ‘mutluluğu’ ne ile ve nasıl ifade edebilir? Ya da neden ifade edemez?.. Bu çabalar, henüz yeniyse de Biyomüzikoloji adı verilen bir bilim dalının tanımlanmasına bile neden oldu…
Müzikle Dans Eden Beyin…
Ünlü piyanistimiz Fazıl Say’ın Uçak Notları adlı kitabında şöyle bölümler var: “Ilan her sabah ok atmaya giderdi. Her sabah saat altıda… Yaz kış demeden. Dondurucu soğukta, güneşin altındaki sıcakta, umursamadan… ‘bir şey çalışmaya ya da spora gitmiyorum’ derdi. ‘Mutlu olmaya gidiyorum her sabah… On ikiden vurmak için değil, ok olmak, yay olmak, on iki olmak için…’ Keman çalışı da öyleydi: Doğru çalmak için değil… Arşeyi düz çekmek, titretmeden çekme, pis basmamak, doğru vibrato yapmak değil amacı… Ruhtan, beyinden çıkan bir ‘Düşüncenin’ hayata geçmesi için müzik yapmak…
Bir notayı daha arşeyi çekmeden bilmek… Bir duyguyu, kemanı eline almadan müziğe dönüştürmek… Kemanı tutuş ve arşeyi çekiş anında, fiziksel olanda değil, düşlerde göreceğin şeylerde olmak… Mutlulukta.”
Bu türden bir mutluluk kavramı varlığı kuvvetle hissedilse de tanımı bir türlü yapılamayan, yapıldığında da her ağızdan başka seslerin çıktığı aşk kavramı gibi bir şey. Yaşanıyor, kavranıyor ama ifade edilemiyor. İnsan, odanın bir köşesinde oturmuş, kendi kendine vırıldayıp duran radyo sesi eşliğinde gazete okurken birden beklenmedik bir müziğin çalmaya başlamasıyla tempo tutmaya başladığı, sonra da belki bütün varlığıyla katıldığı bu müzikle duyduğu ‘mutluluğu’ ne ile ve nasıl ifade edebilir? Ya da neden ifade edemez? Onu bu tuhaf duyguya, coşkuya getiren süreçlerin karmaşalığından mı, o müziğin kendisi onun için nihai bir ifade şekli olduğundan mı?
İnsan, hakkında hiç bir şey bilmeden beyinsel kapasitesini, ardındaki sinirsel mekanizmalar hakkında hiçbir şey bilmeden dil denilen iletişim aracını geliştirmeyi becerdi. Hangi bacak kaslarının devreye girdiğini bilmeden nasıl yürüyebildiyse öyle Ama bu kasları ve işleyiş ilkelerini öğrenmek, ona yürümenin de ötesinde, birçok kapıyı araladı. Müzik gibi insanın ‘içinden fışkıran’ doğal bir ifade tarzının bu yönüyle irdelenmesi, zihinsel kapasitesi genişleyen insan beyninin, kendi içine de dönüp aklın derinliklerini kazmaya başlaması, düşünce ve dil mekanizmalarını çözmeye çalışması sonucu kaçınılmaz olacaktı.
Bu çabalar, henüz yeniyse de Biyomüzikoloji adı verilen bir bilim dalının tamamlanmasına bile neden oldu. Müziğin bu içsel niteliğine aykırı gibi görünse de bir olgu olarak bıçak altına yatırmayı, ona bu anlamda haksızlık etmek, güzelliğini zedelemek olarak değil, insandaki engellenmez anlam arayışının bir sonucu olarak bakmak gerek. Bach’ın müziğinin, bugün bile bize nasıl bu kadar çok şey söylediğini bir gün gerçekten anlayacak olursak, bu aynı beyinsel mekanizmanın bize katabileceği birçok başka şeyinde habercisi olabilecek. Kaldı ki çoğu durumda, bir şeyi derinlemesine anlamaya çalışmanın, güzelliğinden almak bir yana ona yeni boyutlar kattığı da bir gerçek.
EVRİMSEL Mİ, KÜLTÜREL Mİ?
Kırmızı yanaklı altı aylık bir bebek Toronto Üniversitesi’nden psikolog Sandra Trehub‘un laboratuarlarından gelip geçen binlerce bebekten yalnızca bir tanesi. Ses geçirmez bir odanın içinde, annesinin kucağında oturmuş eline verilen oyuncağı evirip çevirirken, köşedeki hoparlörden Batı müziğindeki majör gamın nota dizisi (do-re-mi-fa-sol-la-si-do) yinelenerek çalınıyor. Bebek kayıtsız. Derken, dizeye uymayan bir nota araya giriveriyor. Bebek başını aniden hoparlöre çeviriyor. Bu da nereden çıktı şimdi?! Araya giden her yanlış notayla da şaşkın bakışlarla bu hareketi yineliyor.
Denebilir ki bebek, olasılıkla doğumundan beri dinlediği Batı müziği nota dizilimlerine alışkın. Ancak, ikinci deney bu kuşkuya pek yer bırakmıyor; bebeğe Batı müziğinin yabancısı olduğu dizilimlerden kurulu bir müzik dinlendiriliyor ve sonuç aynı.
Müzik her, ama her toplum için kültürün ayrılmaz, belki de en önemli parçası. Bu durumda onu başka bir ışık altında incelemek çok güç. Ancak, bazı bulgular ışığında müziğin kültürel bir gelişmeden çok biyolojik/ evrimsel bir gelişme olarak ele alınması gerektiğini öne sürenler de var. Ama açık ki, müzik biyolojik bir gelişmeyse, kültürel etkilere de henüz maruz kalmamış bireylerde bir şekilde ifade edebilmesi gerekiyor.
Trehub’un laboratuarının bu minicik konuğu ve kendisindekilerden öncekilerde olduğu gibi Bebeklerdeki bu müziğin ‘takdir’ yeteneğinin evrimsel açıdan başka açılımları da var. Bebeği yatıştırma, uyutma ve genel olarak bakımında getirdiği kolaylık,daha iyi bakımın da onun hayatta kalıp üreme şansını artırması gibi.
Bu noktada tartışmalar var: Müziği takdir yetisi insan beyninin içinde yerleşmiş bir özellikse, müzik hayatta kalıp üremede, yani insan evriminde rol almış olabilir mi? Müzik, dil ve karmaşık problemleri çözme becerisi gibi insanlığın hayatta kalmasına yardımcı özelliklerin bir akrabası mı? Yoksa, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Steven Pinker’ın camianın karakoyunu haline gelivermesine neden olan ve araştırmacıları birbirine düşüren iddiasında öne sürdüğü gibi, evrimsel bir gereksinimi gerçek anlamda karşılamaksızın vücudumuzdaki mutluluk düğmelerini tetikleyen ‘işitsel bir pasta’ dan mı ibaret?..
Bu tartışma çok yönlü ve içinden kolayca çıkabilecekmiş gibi de görünmüyor. Cambridge Üniversitesi’nden Ian Creoss’un da savunduğu gibi, Pinker’ın görüşü, müziğin son yüzyılda geldiği nokta için geçerli olabilir. Teknolojinin kolaylaştırıcı etkisiyle tüketim toplumunun kamaştırıcı etkisi güç birliğine gidince müziğin bir bölümünün günümüzde gerçek anlamda yaratıcılığın ürünü olmaktan çok, kısa-dönemli, sipariş üzerine yapılabilir, işi bittiğinde de atılabilir bir ürüne dönüştüğü açık. Pinker’ın pastası da, böyle düşünüldüğünde en çok bilgisayarda bile üretilebilen çeşit çeşit ses dizilerinin,uygun bir ritimle bulamaç haline getirilip, üzerinin bol argo, uygun fiziğe sahip kıvrak bir sanatçıyla(!) da süslenmesiyle aşçısına bol gelir getiren müzik tarifine uyuyor. İşin ilginci, bu pastayı yapmak için ne müzisyen olmak ,ne de müzikten anlamak gerekiyor, tarifini adım adım uygulamak yeterli! Yemek elbette serbest, kolayca hazmediliyor ve hiç ağrı-sancı vermeden de atılabiliyor. Sonra bir yenisi… Ancak, kimsenin yüz vermeyeceğini bildiği bir eser üzerinde yıllarca çalışabilen bir besteci için ya da aylar sürebilen isimlendirme törenleri boyunca çocuklara şarkı söyleyen Amazonların Mekranoti kadınları için aynı şayi söylemek mümkün değil.
Slovenya’da bulunan ve bundan 43.000 -82.000 yıl öncesine tarihleşmiş kemik flütten yola çıkan araştırmacılar, ‘şarkı’ söylemenin de yaklaşık 250.000 yıl önce,yani konuşmadan bile önce başlamış olabileceğini söylüyorlar. Ortaya çıkış nedeni her ne olursa olsun, ilkel kabilelerden gelişmiş toplumlara kadar dünyanın her köşe bucağına yayılabilen, yetenekli-yeteneksiz herkesi etkisi altına alabilen müzik,insan zihninin inanılmaz elastikiyeti ve dönüştürme yeteneğinin bir ürünü. İşe, bir amaca hizmet etmek için başlamış olsa bile, artık bir araç olmaktan çıkmış durumda.
SAĞ MI SOL MU?
Bundan birkaç yıl önce Montreal Üniversitesi araştırmacı-psikologlarından Isabell Peretz’in deneyine katılan davranış konuşma ve görünüş bakımından da son derece normal görünen orta yaşlarında bir kadına, piyanoyla çok bilinen bir noel şarkısı çalınıyor. ‘bir çocuk şarkısı mı?’ diyor kadın. Ona bir şarkı daha çalınıyor. Bu seferki ,bizde ‘daha dün annemi,zin’ olarak bilinen şarkının İngilizce versiyonu. “Bunu hiç tanımıyorum” diyor . Bir tane daha: bu da meşhur doğum günü şarkısı(‘iyi ki doğdun…’). ”hayır’ diyor yine, ‘hiç duymadım.’
Deneyden on yıl kadar once şişip patlayan bir beyin damarının, beyninin sol şakak lobunda hasarlı bıraktığı dokuyu almaya çalışan cerrah, sag tarafta da patlamak üzere olan bir damara rastlayıp, onu da almış . Kadının yaşamı kurtulduğu gibi ne işitme (şakak lobunun belirli, bir bölgesi, işitmeden sorumlu) ne konuşma, nede çevresel sesleri birbirinden ayırma (korna sesi ,tavuk sesi ,ağlayan bebek sesi…) sorunu yaşamış . Sözleri kendisine okunan şarkıları da adlandırabilen, müziğin daha önceleri yaşamında oldukça önemli yer tuttuğu bu kadının kaybettiği tek şey de müzik olmuş .
Peretz bu kadının , ‘amüzi’ olarak adlandırılan ve beyin hasarı olmaksızın da ortaya çıkabilen durumun, gördüğü en çarpıcı örneği olduğunu söylüyor.
Peretz’in bu vakasının en bilinen müzik parçalarını bile tanıyamaması, gerçekten de şaşırtıcı. Ama asıl şaşırtıcı olan (daha geniş bir açıdan bakıldığında) bizim bu parçaları tanıyabiliyor olmamız! ‘Basit çocuk şarkılarını, bir iki dinledikten sonra size söyleyemeyecek çocuk yok gibidir’ diyor montreal Mcgill Üniversitesinden roberet Zattorre. ‘bu, okuma turu etkinliklerinde çok farklı; çünkü bir kitabımın önünde ne kadar oturursanız oturun, ona yalnızca maruz kalarak hiçbir şey yapamazsınız.’ Ancak yine de müzik yetisi gibi bir yeti, bir bebeğin konuşmayı öğrenmede kullandığı yetilerimden çok uzak değil. Hem dil, hem de müzik, ses, vurgu, ritim, melodi çeşitleme ve kalıplarının ifadede kullandığı iletişim biçimleri. Notsa, akor yada melodilerin ,sözcelerdeki gibi belirli anlamları olmasa da. Ama Mendessohn’un(1809-1847) ‘sözsüz şarkılarıyla bize bir şey söylemek istemediğinden emin miyiz? Ya da bir Ege türküsünün? bir viyolonsel-piyano ikilisinin bir eseri seslendirirken birbirleriyle gösterdikleri uyum, hem bestecinin onlara, hem ikisinin birbirlerine, hem de dinleyicilerine birlikte söylediklerinin bir ifadesi değil mi ?
Ancak dille müziğin, ifade bağlamın da benzerlikleri çok olsa da, müzik-betin araştırmacıları aynı şeyin beyin düzeyinde çok geçerli saylamayacağını vurguluyorlar. Dil, bütünüyle olmasa da büyük ölçüde beynin sol yarım küresinin bir işlemi. Sol yarım kürenin, konuma ve işitileni anlamayla ilgili bölgeleri hasar görmüş kişile, konuşma ve anlama yetilerini belirli ölçülerde kaybetseler de genelde şarkı söyleme ve müziksel yetilerini koruyorlar. Bu durum, araştırmacıları uzun sure müziğin daha çok sağ yarımkürenin bilişsel bir işlevi olduğunu düşündürmeye ittiyse de her şeyin bu kadar basit olmadığı artık biliniyor.
1950’lerde Rus besteci Vissarion Shebalin (1902-1963), sol yarımkürede geçirdiği iki kanama sonrasında konuşma ve anlama yetisini yitirmiş, ancak hem müzik öğrenimine, hem de beste yapmaya devam etmiş, eserlerinin en güzel kabul edilen senfonisini de bu dönemde ortaya çıkarmıştı (peretz’in amünizi vaka örneğinin tam tersi).
Fransız besteci Maurice Ravel’in (1875-1937) başına gelenler daha dramatik. 62 yaşındayken engellenemez şekilde yazım hataları yapmaya başlıyor, kısa süre sonra okuma, hatta adını yazma becerisini bile tümüyle kaybediyor. Daha da kötüsü, yeni bir operanın müziği kafasında çalıp durduğu halde beste de yapamaz durumda. Ravel, kafasında duydugu ancak ifade edemediği müziğin işkencesiyle bir-iki yıl daha yaşıyor. Ravel’in beyninde ne türden bir hasar olduğu, hatta hasarın olduğu yarım küre bile bilinmiyor. Ama anlaşılıyor ki müzikle dil, farklı bilişsel sistemlerin ürünleriyse bile aralarında paylaşılan ortak sinirsel devreler olmalı.
Pretez müziğin zaten tek bir işlevin ürünü olmadığını söylüyor. Başka birçok araştırmacının da savunduğu gibi müzik, birçok farklı bileşenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor. Bunları anlamaksa her seferinde yalnızca birini incelemeye bağlı. Sözgelimi beynin tanıdık bir melodiyi nerede yakaladığını anlamak için araştırmacı, gönüllülere önce basit ama tanımadıkları bir müzik parçası, sonra da bunun biraz değiştirilmiş versiyonları dinletilmiş. Beyni tam anlamıyla normal olanlar, parçanın hem melodi, hem de ritim bakımından hangi noktada değiştiğini saptayabilmişler. Beyninin sol tarafında hasar olanlar da melodideki değişimleri algılarken, sağ tarafında hasar olanlar normal grubun çok altında puan almış. Ritm değişikliklerini algılama konusundaysa iki grup da başarı göstermemiş. Peretz, bu sonuçların “bir parçanın melodi ve ritmini bir bütün olarak işitsek de, beynin bunları ayrı ayrı işlediğinin” göstergesi olabileceğini söylüyor. Gene de kabul edilen görüş, müzikteki nota değişimleri melodi çizgisi, armoni ses rengi ve ritmin beynin sağ yarımküresince; frekans ve ses şiddetindeki hızlı değişimlerin, ayrıca müzikle ilgili çözümleyici düşüncelerin de sol yarımküresince işlendiği yönünde.
Zatorre de müziğin sağ mı yoksa sol beyin işlevi olarak mı işlediği sorusunun, zaten doğru bir soru olmadığı görüşünde. ‘Gerçek müziği dinlemenin aslında duygularıyla, belleğiyle, çözümlemeleriyle, beynin neredeyse tümünü ele geçirdiğinden de pek kuşkusu yok.
Harvard Üniversitesi’nde müzik üzerine yürüttüğü araştırmaların yanısıra müzisyenleriyle de tanınan Mark Tramo’ysa, beyinde belirli bir müzik merkezi olmadığına inanan bir diğer araştırmacı. Tramo, sol şakak lobunda bulunan ‘planum temporale’ bölgesine dikkat çekiyor. Burası, dille ilgili işlevler üstlendiği gibi, mutlak kulak yeteneği denilen ve duyulan herhangi bir sesin hangi nota olduğunu (örneğin geçen bir arabanın çıkardığı korna sesinin, fa ya da sol olduğunu) bilme yetisinde de önemli rol oynuyor. Ancak yinelemek gerekirse, müziğin islenmesinden sorumlu tek bir bölge olmaması beyin işitme korteksiyle değişik bölgeleri arasında, müziğin bir çok yönünü işleyen belirli devreler olmadığı anlamına da gelmiyor.
Müziğin kendisi çok bileşenli. Ses melodi, ritm, tempo, ton… Ama müziğin beyinde işlenmesi söz konusu olunca, ele alınacak tek değişkenler bunlar değil. Müziği yalnızca dinlemek, müziği dinlerken duygulanmak, müziği bir enstrümanla icra etmek, dinlerken sesleri çözümlemeye çalışmak, müziği dinlemeden ‘beyinde hissetmek’ , şarkı söylemek gibi birçok farklı eylem, doğal ki farklı mekanizmaları harekete geçirecek.
1999’da Dortmund Üniversitesinde yapılan bir çalışmada, müzik hakkında kuramsal bilgisi olmayanlar ve profesyoneller müzisyenlerin müziğe verdikleri tepkinin, beyin düzeyinde farklılıklar göstermesi (birinci grupta sağ, ikinci grupta sol yarım kürede etkinleşmiş), alınan eğitimin etkisini doğruluyor.
Müzik araştırmacıları Herve Platel ve Jean Claude Baron da melodideki nota değişimlerinin beyindeki etkisini potizyon emisyon tomografi (PED) yöntemiyle izledikleri bir çalışmada, beynin görme korteksinin bir bölümünün bile uyarıldığını saptamışlar; görsel hayal gücümüzü borçlu olduğumuz ve zihin gözü’ diye adlandırılan bölgenin. Baron’un yorumu , beynin ,ses değişimlerini deşifre etmek için sembolik bir görüntü yaratıyor olabileceği şeklinde. Tramo’ysa, çözümleyici düşünme, bilişsel işlevler ve akıl yürütmede rol alan alın lobu bölgelerinin ritm ve melodi algılanmasında da etkinleştiğini söylüyor. İlginç bir bulgusu da şöyle: Normalde müzik dinlerken ayağınızla veya başınızla tempo tutuğunuzda,ya da müziğe dansla eşlik ettiğinizde beyninizdeki motor korteksin etkinleşmesi doğal bir sonuç Ama biri size kendinizi tutmanızı ve kıpırdamamanızı söylese ,siz de ona uysanız bile motor korteksiniz oralı olmuyor. Yani siz dursanız da motor korteksiniz dansa devam ediyor!
Müziğin duygusal yönüyse,büyük ölçüde, duyguların, hafızanın ve cinsellik gibi evrimsel anlamda ‘ilkel’ güdülerin denetiminden sorumlu limbik sistem tarafından işleniyor. Burada ‘oluşturulan’ duygular fizyolojik tepkilerle ifade ediliyor. Söz gelimi üzüntü nabzın düşmesine, kan basıncının artmasına neden olurken, korku kalp atım hızını artırıyor, mutluluk hızlı soluk alıp verilmesine neden oluyor.
Robert Zatorre ve Anne Blood’ın yine PET yöntemiyle yürüttüğü çalışmalar da uyumlu seslerden oluşan melodilerin limbik sistemin olumlu duygularla ilgili yapılarını, uyumsuz, sürtüşen seslerinse olumsuz duygularla ilgili yapılarını harekete geçirdiğini görmüşler (ancak müzik seçimi ve zevkindeki öznellik ,bu bulguları genel geçer kural haline getirmeyi elbette engelliyor).
Özetle ünlü rock grubu Queen’in ‘we will rock you’ şarkısının ritmine, evrenin duvarlarını yıkarcasına eşlik edenler, Rachmanninof’un 2. piyano konçertosunu dinlerken gözlerinden yaşlar boşananlar, sevdikleri şarkı çalındığında el çırparak dans eden çocuklar ve tabii Müslüm Gürses konserlerinde kendilerini jiletleyenler aslında limbik sistemlerini konuşturuyorlar. Bu arada, söz konusu olan limbik sistem, yani beynin de evrimsel açıdan ilkel bir yapısı olunca, müzik konusunda tek olduğumuza dair duyduğumuz güvenin sorgulanması gerektiği de gelmiş araştırmacıların gündemine. Kambur balinalar ve bazı kuş türleriyle yapılan çalışmaların sonuçlarıysa gerçekten ilginç ortaklıklara işaret eder nitelikte…(*)
________________________________________
(*) Tüm araştırmalarımıza rağmen yazının yazarı kimliğine ulaşamadık. Bilgi geldiğinde yayınlayacağız. Musiki Dergisi-Editör